"Yabancı, ne gizliyorsun karanlık gözlerinin ardında benden?" Albert perdeleri kapadı ve çellonun arkasındaki koltuğa oturdu. Yayı çellonun gergin telleri üzerine koydu ve gözlerini kapadı. Yayı hareket edince gizemli bir yolculuk başlamıştı. Avrupa'nın doğusundan, Tarnsilvanya doruklarından biri çılgınca şarkı söylüyordu sanki. Fin göllerinde yankılanıyordu yayın gerginliği. İtalyan saraylarında primadonnalar sahnedeydi sanki. Şimdi yay gergin teller üzerinde o kadar hızlı ve öfkeli hareket ediyordu ki İspanyol arenalarında boğalar gibiydi, kızgın. Atlılar Macaristan ovalarında koşuşturuyordu. Sonra sakinleşti. Volga Nehri'nin üzerinde kayıkla geziyordu. Akropolde binlerce insanın karşısındaydı, ya da Eiffel'in tepesinde, ne fark eder? Son kez yayı kaldırdı ve buğulu sesini ortaya çıkardı: Norveç'in fiyortlarından yükseliyordu Caruso "Te vojo bene assai. Ma tanto tanto bene sai, è una catena ormai. Che scioglie il sangue dinte vene sai"
Albert sonunda gözlerini açtı. Nefes nefeseydi. Bir süre hiç kalkmadan çellonun başında oturdu. Sonunda derin bir nefes aldı ve çellonun ardından çekildi. Onu özenle, adeta bir ayinmiş gibi koruyucu kabına koydu ve ortalıktan kaldırdı. Derin düşüncelere daldı. Uzun zamandır Magnus'u görmemişti. İngiltereye döndüğünü öğrendiğinde tepkisi ne olacaktı acaba? Mektubuna cevap vermesini sabırsızlıkla bekliyordu. Bir yandan da İngilteredeki yeni yaşamında ona yardımcı olmasını umuyordu. Zira İngiltereye son geldiğinde 5 yaşındaydı. O zaman her şey çok farklı görünüyordu gözüne. Yanından hızla geçen bir araba onu ıslatmıştı. Magnus da cebinden asasını çıkarıp arabaya doğrultmuştu. Tam eksiltme laneti yapacakken babası onu durdurmuştu. Albert gülümsedi. Birlikte bulmaya çalıştıkları yeni büyüler, saçma karışımlarla icat etmeye uğraştıkları yeni iksirler...
Albert dışarıdan gelen bir sesle düşüncelerinden sıyrıldı. Birini beklemiyordu. Asasını masanın üstünden aldı. Grönland düzlüklerinde geçirdiği günler ona tetikte olmayı öğretmişti. Temkinli bir şekildekapıya doğru ilerledi.