|
| LM Müzik Festivali (3. Yıla Özel) | |
|
+4Acantha W. Psyche Julie Annwyl Lovett Nicole Marissa Magdalene Catheriné Marcelline 8 posters | Yazar | Mesaj |
---|
Catheriné Marcelline Hayalet, Müzisyen
Ruh hali : Mesaj Sayısı : 817 Yaş : 29 Galleon : 11891 Ekspresso Puanı : 38 Kayıt tarihi : 07/12/08
| Konu: LM Müzik Festivali (3. Yıla Özel) Çarş. 26 Ağus. 2009, 01:09 | |
| Açıklama: İhtişamlı bir şekilde süslenmiş ve değişik tasarımlarla resmen yeniden yaratılmış arazide, Legends of Music grubu sahne alacaktır. Bugünün özel olması, müzik festivaline daha da bir anlam katmaktadır. LM lideri, aynı zamanda gecenin sunucusu Catheriné Conradina anlamlı bir konuşmayla festivali başlatır, gruptan ve değişik yerlerden ünlü sanatçılar sahnede yer alarak izleyicileri coşturmaya başlar.
Uyarı: RP'lerinizi yazabilirsiniz ama bu betimlemeyi okumadan yazılanlar silinecektir. | |
| | | Nicole Marissa Magdalene Fontjoncouse Otel Ortağı
Ruh hali : Mesaj Sayısı : 4533 Yaş : 32 Kan statüsü : Safkan Galleon : 12675 Ekspresso Puanı : 75 Kayıt tarihi : 02/07/08
| Konu: Geri: LM Müzik Festivali (3. Yıla Özel) Çarş. 26 Ağus. 2009, 21:50 | |
| Başladı başlıyor başlayacak, az kaldı bulunuyor bulunacak bulundu. Hayat hep bir başlangıç ve arayış içinde geçiyor değil mi? Benim adımlarım benim dertlerim benim tasalarım var, ama hep bir bütün halindeler. Şiir ya da roman misali yazıların arasına saklanmış kilit bir anahtar gibi oradan oraya koşuşturup atlıyor. Ne yapmalı yaşamak için nasıl savaşmalı, engelleri nasıl yok etmeli, bilmediğin bataklıklar içine girip çıkarken nasıl bir çözüm getirmeli de hayatını aydınlatmalı, çok şey yok aslında elde Nicole'ün de aynen onun gibi yoktu bir seçeneği ne gelirse önüne onu yaşadı ve seçme seçeneği bulunmadı. Gelen hiçbir şeye hayır demedi, dedesinin yadigarı olan otelini yüceltti. Şans eseri karşılaştığı kardeşine benzer biri gerçek baba ve büyük annesini öldürüp katletmesine neden oldu. Nedeni neydi? Çektikleri adına değer miydi? Kardeşini öldüren onların durumuna düşerek yakmak, kötülüklerin getirdiği o her yanı yalan büyülerle kaplı evi yıkıp atmak ne kadar doğruydu. Mış gibi yaşamlarda yaşamışken dılalara dönmek istiyordu şimdi, ama üzerinde ki vicdan azabı kendine gebelik yaparak içini yiyordu. Oteline ve villasına en sevdiğinin yanına dönmesine rağmen gecenin bir körü hıçkırıklarla uyanıyor ne yapacağını bilmez bir halde kendini banyoya atıyordu. Vicdan temizlemesi yapacağını düşünürken artık günden güne eriyordu. O günü tam olarak hatırlayamıyordu, ama bu kadar aşağı indiğini düşündükçe midesindeki garip kelebekler dışarı çıkma isteğinde oluyor ve gecelerce böğürmesine neden oluyordu. Tabi bunu kimseye belli etmediğini sanması da ayrı bir olaydı. Albert'ın yeni işi onun tüm gününü alıyordu. Eskisi kadar Nicole'e bağımlı olmayaya çalışıyordu. Zaten Nicole yaptığı bu cinayetten sonra aralarına bir soğukluk girdiğini düşünüyordu, yanılıyordu. Fakat bunun nedeni de içinde ki böğürtülerin onu agresif yapmasıydı. Ne oluyordu. Kardeşi ölmüş müydü? Her zaman ki gibi Julia ile görüşüyor ve arada sırada kahve filan içiyorlardı. Ama herkes bir iş telaşına kaptırıp gitmişti kendini, hayatta en önemli şey insanın kendisiyken insanlar kendilerini dinlendirdiğini sanıp daha çok yoran bir işin içine girişirlerdi. Günler, aylar belki de yıllar peki bugün nasıl?
Hogwarts'ın kurtarıcı partileri bu sefer de hayatlarının en orta yerini almıştı. Nicole bu sefer daha güzel bir güne uyanmıştı, çünkü sabah midesi bulanmamıştı. Ne hoş içinde ki vicdan muhasebesi bugün yoktu ve sanki birinin düşüncelerine girip silmesi gibi kaybolmuştu. Kalktığında yanında Albert'ı göremedi. Tabi bugün onun işleri olucaktı ve deliksiz uyumasına her zaman ki gibi izin vererek Nicole'ün hazırlanmasını geciktirecekti. Onu uyandırmaması hoşuna gitmişti. Çünkü ilk defa bu kadar deliksiz uyuyarak güne uyanmış akşam açık kalan balkonun ardından duyulan kuş seslerini dinlemişti. Yaşadıkları hiçbir zaman kolay olmamıştı, ama o buna alışmaya başlıyordu ki! Artık eski günleri umursamıyordu. Midesinde ki bulantı olmasa çoktan silerdi, ama arada bir gelgitlerle gelerek içine bir kor gibi düşüyor ve sonra kayboluyordu. Belki de biri ona bir lanet okumuştu ve bu yüzden bu sancılar ara ara bularak kusmasına neden oluyordu. Ölüyor muydu? Bugün iyiydi. Bunları düşünerek zaman geçirmenin ve yaşadığı bugünü öldürmenin en anlamı vardı ki! Üzerine kendine özel gelen sabahlığını giydikten sonra dışarı doğru yol aldı. Dışarıyı seyre daldığında karşılaştığı manzarayı içine çekti. O kadar hoştu ki Fransa'nın buradan görünüşü, Nicole bir an bugün her yerden izin alıp partiye de hala sevgilisi olan Albert'ı gönderip hasta olduğunu söylemelerini isterdi. Tabi böyle bir şey olamazdı. Albert böyle bir şeyin düşüncesinin bile saçma ve gereksiz olduğunu söylerdi. Bunu ona yapamazdı. Sevdiği her şeyi olan günlerce yazdığı küçük romanına ihanet etmek gibi olurdu bu, bu romanı kimse bilmiyordu. Hiç kimsenin giremeyeceği bir gizli odayaa rastlamıştı binanın haritasında ve orayı yazı yazmak için kullanıyordu. Aldığı daktilonun nedenini kimse bilmiyordu, ki belki bunu bildikleri bile söylemezdi. Çünkü hayat sadece insanların kendi yaşadıkları bölüm önem taşıyordu.Önem taşıyan şeyde hayatta belirli bir yol hazırlayarak yeniden ve yeniden yürüyerek ayakta durmasını sağlardı. Geçiş dönemi dedikleri bu olsa gerekti. Bir kademeden bir kademeye atlayarak yeniden ya yücelip ya da çökerek ölümüne hazırlanacaktı.
Hayat hep zalimdi. Adım adım yürünen yol hep pürüzlü ve dikenliydi. Dikenler bu sıralar daha derine batmışsa ne olacaktı. Yarın o dikeni kendinden çıkararak hayatına ve yanında olanlara dönerek işte buradayım demeliydi. İşte her zaman ki gibi bir iniş ve bir çıkış. Çıkışın yolu partiydi. Ne giymeliydi? Kadınlar tarafından en önemsenen şey kıyafet olucaktı tabiki de, ki Nicole içinde bu çok önemliydi. Ne giysem diye düşünüyorken içeri giren görevli ona bugünle ilgili bir kaç sorun olduğunu ve birine telefon etmesi gerektiğini söyledi. Nicole hazırlandıktan sonra hemen orada olduğunu bildirmenin ardından halledeceğini düşündüğü işin başına geçti. Adamlardan biri pürüz çıkararak istenen yemek bayiliğini reddediyordu. Nicole bunun nedenini sordukça söylemeyen adama sinirlendi ve onlardan daha iyisini bulacaklarını söyledi. İş her zaman stresli olmasa da iki arada bir derede zamanlarda daha bir alışalagelmez oluyordu. Yaptığı anlaşmanın iki yıl sonra sona ermesi ve verdiği galeonların boşa gitmesi hiç hoşuna gitmemişti, ama bu da olabilecek bir şeydi. Bunu da umursamamaya çalıştığı şeylerin arasına koyarak sallamaya karar verdi. Eğlenceye ve partiye odaklanmalıydı. Albert bugün orada sahne alarak sunuculuk yapacaktı ve bu Nicole'ün yarattığı; ama Albert'in yarattığını sandığı gerginlik içinde iyi olucaktı. Nicole inanıyor ve güveniyordu. İçinde olan mide bulantıları dinilince daha iyi ve sevgi dolu düşünmeye başlamıştı ve bugünde böyle bir şey olmayacaktı. Buna göğüs gererek unutması zor olsa da seven insan ve gözleri gözlerine deyince o kokuyu ta içinde hisseden insan her şeyi başarırdı. İstekler, arzular ve tutkular hayatın atar damarlarının arasında keseciklere ayrılmış 3 sinirdi. Bu sinileri de elde edip dağıtmak, eğlenceye ve kendini bir geceliğine akışına bırakmakla olurdu. En sonunda ne giyeceğine karar veren Nicole, mor ve içten içe beyaz tüllere ayrılan kıyafetini giymeye karar verdi. Eskiden aldığı bu kıyafet tamamen içini ve dışını yansıtıyordu. Morlar hayatında ki kesik kesik parçalanmış morartıları, beyazlar ise geleceğinin ne olursa olsun temizleyeceğinin kanıtıydı. Bir peri edasıyla ya da bir melek edası içinde olmayacakt; ama ona öyle diyene de karşı çıkılmazdı. Mutluluk her zaman olmayan ve çok emek isteyen bir sıfattı. Bunu tamamen elde edemeyecek olsa da her gün yanında uyanan kişinin gözlerinde bunun olduğunu görüyordu. Belki o da Nicole adına oyun oynuyordu. Ama bu Nicole'e güç veriyordu ki Albert bunu adı gibi biliyordu. Birbilerini geliştiren anlayışlı davranan evlenmeden de ikili olup ayrı kalmaya bile dayabilen tek kişi onlardı. Halbuki bir kaç yıl önce evlenme teklifine evet deyişini hatırlıyordu da her şey geçmişte kalmıştı. İkisi de birbirini aldatmayacak kadar zekilerdi. Hem evlilik aşkı öldürüyordu. Nicole bunu gün geçtikçe daha da inanıyordu. Albert da belki de bunu bekliyordu. Beklemek de bir duraklama içinde iz beklemekti ki Nicole de bugün istemeden ve isteyerek bunu belli edecekti.
Hazırlanmanın ardından erkenden partiye gitme isteğinde olduğundan otele doğru yol aldı. Oteldekilere Hogwarts'daki LM konseri olduğunu söyledi. Orada ki şeylere erkenden bakarak Albert'ın durumunu öğrenmeyi istiyordu. Erkenden giydiği ve yaptığı makyaj ne kadar abartı gibi dursa da otelde hep böyle şeyler giydiğinden sırıtmıyordu. Oteldeki büyücüler için yapılan ışınlanma yerinde Hogsmeade arazisinde buldu kendini, hazırlıklar daha başlamamış olsa da kendini başka bir köşeye atarak dinlenmek istiyordu. Belki eski mutlu sandığı günlerdeki gibi bir ağaç kavuğunda uyumak ona iyi gelebilirdi. Eskiden oturarak sürekli uyuduğu ağaca doğru yöneldi ve oraya oturarak üstünde ki kıyafetin kısalığı bile umursamadı. Şu an bir meditasyon gibi bunu yaparak rahatlamalı ve akşama her an göz önünde olacak sevgilisine destek olmalıydı. Bir ses "Kim var orada" diyerek bağırınca yarı uykulu halinden uyanıp ayağa kalmak durumda kalmıştı. Nicole çıt çıkartmadan ağacın arkasında kaybolma derdindeydi ki bu karşısına çıkıp göz göze geldiği adam sayesinde olmamıştı. Albert burada ne işi vardı. Onun şu an provalarda olması gerekmiyor muydu? İki sevgiliyi bir araya getiren yer burasıydı. Nicole onun boynuna atlayarak uzun zamandır koymadığı bir öpücük kondurdu. Albert bir şeyler demeye çalışsa bile onu çağıran sesler buna izin vermedi. Nicole git git der gibi işaret yapınca uzaktan küçük bir öpücük atarak ortadan kayboldu. Nicole gene oturarak derin bir nefes aldı ve yarı uyur bir hale gelerek akşamı bekledi.Akşamın şaşası ve eskiden dinlediği gibi dinlenmenin verdiği güç, o kadar rahatlamıştı ki! Etrafında ki herkesle konuşarak deli dolu espriler yapıyordu. Sahneye çıkacağı anı da dört gözle beklese de daha sadece etrafta insanlar doluşuyor ve hazırlanan bu şaşalı partinin çok güzel dekore edildiğinden bahsediliyordu. Nicole'de bunlara katılıyor bir oradan bir oraya bir kuğu gibi süzülüyordu. Bunun nedeni bugünkü yaptığı kaçamak arasında her an her türlü çekime uğrayacağını düşündüğü Albert'ı onu ne olursa olsun sonsuza kadar sevecekti. Bir de o kahrolasıca mide bulantısı kaybolmuş ve yerini mutlu mutlu içinde uçuşan heyacan kelebeklerine dönüşmüştü. O kadar heyacanlıydı ki tanıştığı kişilerle elle tutuşmak yerine öperek daha samimi bir görünüm verdiklerini düşünürken elinin terlediği için yapmasıydı. Mutluluk bir küçük anda saklıydı. Bunu sakladıkça mutlu oluyor ve uçuyordun. Yoksa başlangıca ve beklentilere geri dönerek kaybettiğini sanıyordun; ama bildiğin yanılıyordun. | |
| | | Julie Annwyl Lovett Biçim Değiştirme Profesörü
Ruh hali : Mesaj Sayısı : 900 Yaş : 29 Kan statüsü : Safkan Galleon : 12566 Ekspresso Puanı : 63 Kayıt tarihi : 13/02/08
| Konu: Geri: LM Müzik Festivali (3. Yıla Özel) Cuma 28 Ağus. 2009, 22:04 | |
| Rüzgar esecekti elbet. Durmayacaktı. İçinde varsa eğer bir kere, kalkmışsa durduğu yerden, ayaklanmışsa esecekti. Malikanenin arka bahçesinde kendisinden beklenmeyecek kadar sade bir gece elbisesi ile otururken rüzgar omuzlarına düşen buklelerini yalayıp geçti ve Ann bunu düşündü. Kendi rüzgarı ile ilgili gerçeği en başından beri bildiğini tam olarak kabul etmemişti henüz. O gün o tepede oturmuş sandviçini yerken, hayatı ile ilgili gerçekleri ağzından kaçırırken o rüzgarın çoktan elden çıktığını ve eseceğini biliyordu. Ama bunu kabullenmek o kadar da kolay değildi. Bu aynı zamanda zayıflığını da kabul etmekti. Eğer o gece o açılıştan tek başına çıkacak iradeyi gösterebilmiş olsaydı, en azından o restaurantın kapandığını gördüklerinde eve dönebilseydi tüm bunlar olmayacaktı. Lakin rüzgar çıkmıştı bir kere işte durduğu yerden. Engelleyemezdi, zaten engellemek istediğinden değil; ama bir rüzgar… Eğer bu yerinde tutulamaz bir rüzgarsa esip geçecekti. Ann’in bununla ilgili bir sorunu vardı, esip geçmek. Saf ipekten yapılmış ince askılı, desensiz elbisesinin yerleri süpüren eteğini elinde topladı ve uzun zamandır yuva olarak görmediği evinin arka bahçesindeki koltuktan usulca kalktı. Arka kapıdan eve girerken kardeşine seslendi. JD hala hazırlanıyordu. Belli ki geç kalacaktı. Egosunu tatmin etmek için assolist rolüne bürünmeye çalışıyor olma ihtimali de vardı. Muhtemelen herkesin ona baktığı büyülenmiş ışıkların üzerinde toplandığı bir giriş anı falan düşlüyordu. Kardeşinden cevap gelmeyince merdivenlere yöneldi. Amacı Janice’in odasını basmaktı; ama kardeşinin odasına giden yolda kararını değiştirdi ve ani bir dönüşle kendi odasına girdi. Elbisesiyle aynı bordo kumaştan yapılmış çantası tuvalet masasının üzerindeydi. Onu almak üzere aynanın karşısına geçince bir an durakladı. Aynadaki yüze bakarken aklındaki düşünceler, düşünmekten en çok korktuğu şeylerdi. Aynadaki aksi kendisi değildi sanki. Ama şimdi gözlerinde bir panik belirmiş olan kadın yabancı biri de değildi. Özenle iri bukleler haline getirilmiş saçları sağ omzuna dökülüyordu. Üzerindeki elbisenin abartılı bir dekoltesi yoktu. Bu iddiasız, sade tarz Ann’in tercih ettiği bir tarz değildi; ama bu tarzı tercih eden birisini tanıyordu. Eğer JD kendisini şu anda görse ne düşünürdü merak etti. Annesinin bir kopyasıydı adeta. Şu dünyada benzemeyi en az isteyeceği insandı. Vahşi bakışları dışında babasına ait hiçbir parça taşımıyordu. Söz konusu kendi ailesi olduğunda her şeyin ters işlediğini düşündü. Annesine benzemesi gereken JD idi. Bu yüzü, bu mimikleri taşımaktan hoşlanırdı o. Ama anneye çeken ikiz Ann olduğunda her şey değişiyordu. Bu aynaya bakmaktan nefret etme nedeniydi. Yüzünü görmeyi bırak; düşünmeye, adını duymaya bile tahammülü yoktu. Ama onun bir kopyasıydı işte. Malikanenin çalan zili ile irkildi. Masadan çantasını alırken son bir kez aynadaki yüzüne baktı ve neden hiçbir zaman böyle giyinmediğini aslında bilinçaltında bir yerlerde bildiğini fark etti. Bu geceden sonra bir daha böyle giyinmeyecekti de zaten. Odasının kapısını açtı ve hızla merdivenlerden indi. Kardeşine malikaneyi terk ettiğini bildirdikten sonra inatla çalan zili susturmak istercesine kapının koluna attı elini. Yüzüne her zamankinden daha sahte bir gülümseme yerleştirip Martin’e doğru bir adım attı. ”Sen iyi misin?” Lanet olsun! Bazen Martin’in bu aşırı farkındalığından nefret ediyordu. Yavaşça ‘evet’ anlamında başını salladı ve kapıyı arkasından kapatırken canlı olması planlanan çatlak bir sesle ”Geç kalacağız.” dedi.
Hogsmeade’deki boş arazi son görüşünden beri oldukça değişmişti. Zaten buraya son gelişinin nedeni ikinci sınıftaki bir Hogsmeade gezisi idi. Geçen yıllar LM’nin bonkör süsleme anlayışı ile buluşunca ortaya Annwyl için tamamen yabancı bir ortam çıkmıştı. Sağ kolunu yavaşça Martin’in koluna doladı. Bugün fazla hassastı. Herhangi bir şey onu şuracıkta ağlamaya itebilirdi ve biri biraz üzerine gelse her an hıçkırıklara boğulabilirdi. En azından JD gelene kadar bu ortamda onu bundan koruyabileceğine inandığı tek kişi Martin’di. Kim bilir adamın kolunu nasıl sıkmıştı korunma güdüsüyle, Martin yerinde kıpırdandı; ama kolunu çekmedi. İnsanlar yanlarından geçip gidiyordu, Ann orada öylece dikilmenin ne kadar garip kaçtığını fark etti ve masaların bulunduğu kısma doğru ilerlemeye başladılar. Arazi yavaş yavaş kalabalıklaşıyordu. Boş masalardan birine oturduklarında Ann konumlarının sahneyi görmek için müthiş olduğunu fark etti. Kendisi buna dikkat etmemişti; ama belli ki Martin etmişti. Martin tarafından çekilen sandalyesine oturdu ve onun da sandalyesine oturmasını bekledi. Evden çıktıklarından beri gergindi ve bir de suratı fazla pudralanmış gibi bembeyaz olduğu için Martin ona soran gözlerle bakınca başını sahneye çevirdi. İlk sanatçının çıkmasına henüz zaman vardı. Sahne ve masaların düzenlemesi en az LS partisindeki kadar etkileyiciydi. Tabii ki başka biri sorduğunda Ann bunu kabul etmezdi. Başını Martin’e çevirdi ve bezgin bir tonda mırıldandı. ”İyiyim, gerçekten. En azından olacağım. Olmaya çalışacağım. Hadi ama sen de biliyorsun ben hep iyi olurum.” Yüzünde bir tebessüm belirdi ve Ann de kendi tebessümünün içtenliğine inanarak masanın üzerinden eğilip kısa bir süre için Martin’i öptü. | |
| | | Acantha W. Psyche God's Devils ~ Elektro Keman
Ruh hali : Mesaj Sayısı : 167 Yaş : 30 Kan statüsü : Safkan Galleon : 11563 Ekspresso Puanı : 14 Kayıt tarihi : 20/03/09
| Konu: Geri: LM Müzik Festivali (3. Yıla Özel) Paz 30 Ağus. 2009, 05:04 | |
| Bugün tam bir hafta olmuştu. Sevdiği her şeyden ayrı bir hafta geçirmişti. Özellikle Maya’yı öyle özlemişti ki! Başta dayanamayacağını düşünmüştü ama hala olması gereken yerde değildi işte. Eve gitmemekte diretiyordu adeta. Bu kez oldukça büyük bir kavga olmuştu. Kızını bile bırakıp çıkmıştı evden. Aslında bunu yapmasındaki bir amaç da Dwayne’in biraz sorumluluk sahibi olmasıydı. Yaptıklarına rağmen kendi kızıyla ilgilenmemek gibi bir aptallık yapmazdı. Maya’yı sevmese bile bunu yapmazdı; çünkü Winter onun içinde en azından merhamet duygusunun barındığına inanıyordu. Buna rağmen içi içini yiyordu. Birkaç kez arayıp sormayı düşünse de vazgeçmişti. Şu son bir hafta da geri döndüğü eski dostu olmasa dayanamayacağını biliyordu. Aynada ki bitkin görüntüsüne baktı. Makyajla kapatılmıştı ama o ne halde olduğunun farkındaydı. Dikkatlice baktığında belki başkaları da anlayabilirdi. Tüm bunlara rağmen Winter o lanet şeyi nasıl ‘dost’ olarak değerlendirebiliyordu ki? Onun için cevap çok basitti; onu mutlu ediyordu, tüm dertlerinden uzaklaştırıyordu. Bundan daha iyi bir dost bulabilir misiniz siz? Dışarıdan hep iyi görünüp de içten içe sizi öldürmeye çalışan bir dost; ne mükemmel ama! Dwayne bunu duysa ne yapardı gerçekten merak ediyordu.
Küçük bir valize benzeyen çantasının içindekileri kontrol ettikten sonra evden çıkmayı başarmıştı. Cisimlenme sayesinde çok kısa bir sürede Hogsmeade’e geldi. Festival alanının biraz arkasına cisimlenmişti ve hızlı adımlarla arka kapıya doğru ilerledi. Festivalin başlamasına iki saat vardı. Attığı her adımda bu gecenin güzel geçmesini diliyordu. Biraz sonra Dwayne ile karşılaşacağını biliyordu; ama buna ne kadar hazır olduğu hakkında hiçbir fikri yoktu. Kulise girdiğinde gözlerini büyük odadaki herkesin üzerinde gezdirdi. Yoktu! Hala nasıl gelmemiş olabilirdi? Winter geç bile gelmişti, Dwayne neredeydi ki? Bir an Maya’nın onun yanında olduğunu hatırladı. Bu konu da bir çözüm bulmuş olduğuna emindi. İçi rahat denebilirdi. Ama burada olmaması sinirlerini bozmuştu. Odaya adımı atarken karşılaşacaklarından öyle emindi ki. Yüzü asılmış bir halde kabinlere doğru ilerlerken gördüğü birkaç kişiye isteksizce selam verdi. Aslında gözü hiç kimseyi görecek halde değildi. Kafası aynı yerde takılı kalmıştı. Kabinin birine girmek üzereyken hemen yanındakinden çıkan kişiyi gördüğünde hissetmesi gerekenin ne olduğunu bilemiyordu. Biraz önce ki sıkıntısının geçmesi gerekirken bir diğeri gelmişti. Şimdi ne yapması gerektiğini kestiremiyordu. Son görüşmelerini –kavgalarını- ve evden çıkıp gidişini düşündüğünde hoş bir durum da değillerdi. Kesin olan bir şey varsa buydu işte. Ama onlar ne olursa olsun evliydiler ve bir çocukları vardı. Yani bir şekilde aralarını düzeltmeleri gerekiyordu. Winter önünde sonunda bunun olacağını bile bile çıkmıştı zaten evden. Kuru kuru birbirlerinin hatırını sorduktan sonra kabine girdi. Birkaç dakika sakinleşmek için beklemesi gerekiyordu. Çıktıktan sonra ne yapmalıydı? Maya’yı sorsa iyi olacaktı yoksa yakında meraktan çıldırırdı herhalde. Bunun dışında ne konuşabilirlerdi ki zaten? Hele ki şu durumda…
Kıyafetini askısından çıkarıp yavaşça üzerine geçirdi. Bugün gerçekten özel bir gündü. Ama buna rağmen çoğu kişinin yapacağının tersine oldukça sade bir elbise seçmişti. Bembeyaz dizlerine kadar uzanan tül bir elbise. Bunun içinde melek gibi görüneceğini biliyordu. Güzel görünmek kendisini iyi hissettiriyordu. Her kadında olduğu gibi. On dakika sonra kabinden çıkıp makyözünün yanına gitti. Daha önce bu konu da konuşmuşlardı, ne yapması gerektiğini biliyordu kadın. Her şey iyi görünüyordu da tam yanında bir sorun vardı. Dwayne’in oturduğu sandalye hemen solundaydı. Bir süre kendisini fark ettirmeden onu izledi. Ne kadar kızsa da deli gibi seviyordu işte. Bu her halinden belliydi. Dwayne de bunu çok iyi biliyor olmalıydı. Öyleyse buna rağmen neden bu kadar acı çektiriyordu Winter’a. Anlamadığı buydu işte. Tüm kızgınlığının sebebi buydu. Onun için biraz olsun değerli olduğunu düşünüyordu. Ama kim sevdiğine acı çektirmek ister ki? Winter onu anlayamıyordu. Aslında düşününce şimdiye kadar Dwayne’i bir kez olsun tamamen anlayamamıştı. Çoğu şeyini bilmesine rağmen onu anlamak güç bir işti ne de olsa. Uzun sayılmayacak bir süre onu izledikten sonra konuşmayı başardı. “Maya iyi mi?” Dwayne onu yeni fark etmiş gibi hafifçe başını çevirdi. Winter onun her zaman ki gibi mükemmel göründüğünü düşündü. Siyah kıyafetinin içinde ayrı bir güzeldi, o ayrı. Ama kendisini bu büyüye fazla kaptırmamaya çalıştı. Ona bu kadar sinirliyken ve araları bozukken, aptal aptal suratına bakmak hoşuna gitmiyordu. “Merak etme, gayet iyi.” Winter böyle söyleyeceğinden emin olsa bile rahatlamıştı. Bu rahatlamanın ardından birden dudaklarından planlamadığı bir cümle döküldü. “ Belki bu sayede biraz sorumluluk almayı ve babalık duygusunu öğreniyorsundur.” Bunu söylerken yüzünde muzipçe bir gülümseme oluşmuştu. Dwayne bir süre ses çıkarmadı. Belki de bunu yüzüne karşı söylemekte hata etmişti. | |
| | | Stefan Dequarté Büyücü
Ruh hali : Mesaj Sayısı : 1226 Yaş : 31 Kan statüsü : Angels Walk Among Us o.O Galleon : 11948 Ekspresso Puanı : 43 Kayıt tarihi : 23/03/09
| Konu: Geri: LM Müzik Festivali (3. Yıla Özel) Ptsi 31 Ağus. 2009, 03:41 | |
| Güne gözlerini son bir yıldır olduğu gibi Maya’nın çığlıklarıyla açmıştı. Bebeklerin ağlamasına zaman geçtikçe anlam vermeye başlamıştı aslında adam. Bebekler, onlar çok masumdular; kendi başlarına yapabilecekleri hiçbir şeyleri yoktu. Her ihtiyaçlarını gidermek için birilerine gereksinim duyuyordular. Yemek yemek için, su içmek için, giyinmek ve hatta uyumak için bile. Her zaman birilerine ihtiyaçları vardı ve konuşamıyorlardı! Kimse bebekliğini hatırlamadığı için o dönemin ne denli kötü olduğunu da hatırlamıyordu ve söyleniyorlardı. Bebekler ihtiyaçlarını bir şekilde karşılamalılardı ve bunun için seslerini duyurmaları gerekiyordu; en iyi yolsa ağlamaktı. İyi bir hayattı aslında. Stres, kargaşa bunların hepsinde uzakta bir yerde ama bunlar için büyütülüyordunuz. Yatağın baş ucundaki saate baktı, henüz sabahın yedisiydi, yorucu bir gün geçirecekti ve kalkması için en uygun saatlerden birindeydi. İyi bir kahvaltı ve spor çökmüş gözlerini ve solmuş yüzünü belki biraz olsun canlandırabilirdi. Bununla beraber içini de canlandırması gerekiyordu elbette. Winter evi terk edeli bir hafta olmuştu ve bu her açıdan Dwayne için zor olmuş. Neyi kaybettiğinin farkındaydı; önemli olan tekrar kazanmasıydı. Bir dost, bir sevgili, bir eş ve hatta bazen bir anne… Winter hayatının odak noktasıydı; kısa bir süreliğine, şimdi o sürece yeniden dönmeyi planlıyordu. Winter gittiğinde sanki her şey anlamsızlaşmıştı. Maya’nın bakıcısı evlerinde kalıyordu, Maya vardı ama ev Dwayne için son derece boş görünüyordu. Bomboş. Sanki evin içinde kimse yaşamıyor gibi; unutulmuş.
Yataktan bu gün diğer günlerin karamsarlığının aksinde neşeyle kalktı. Saat yediyi iki dakika geçerken; aklındaki tek düşünce bu gün Winter ile karşılaşacağıydı. Düşünmeden sarf ettiği tüm sözler günlerdir aklındaydı. Sanki beyninin etrafını sarmışlardı ve başka düşüncelerin girmesine izin vermiyorlardı. Gününün yirmi dört saatini onları düşünerek ve tekrarlayarak yaşıyordu. Sanki delirmeye başlamıştı, evet evet, kesinlikle deliliğin başlangıcıydı bu. Kendi kendine konuşmalar, yapacaklarını unutmalar ve günlerce odadan çıkmayıp Maya’nın ve bakıcısının sesini dinlemek; deliliğin başlangıcı… Niye böyle olmuştu şimdi? Daha on bir yaşında bir çocukken tanıştığı Winter ile nasıl bu hale gelebilmişlerdi? Bir anlık zevklerinin kurbanı mı olmuşlardı yoksa eskiden beri süregelen duyguları mıydı bunlar emin değildi Dwayne. Emin olduğu tek şey Winter’ını geri istediğiydi. Sürekli yanında olan o tatlı kızı geri istiyordu sadece. Bunun içinde her şeyi yapabilirdi. Her şeyi.
Maya’nın sesi kesilmiş, Elizabeth’in şarkı söyleyen sesi geliyordu artık dışardan. Büyük ihtimalle yeniden uyutmaya çalıyordu genç kız Maya’yı. Son zamanlarda Dwayne’in Maya’ya alışıyor oluşu da bir şeylerin normale dönüyor olduğunun kanıtıydı sanki. Zorda olsa kabulleniyordu Dwayne. Artık iyi bir eş ve iyi bir baba olması gerekiyordu. Hepsinin biraz huzura ve mutluluğa ihtiyacı vardı. Ve nedense Dwayne bunların kendi elinde olduğunu hissediyordu. Bu gün bir şeylere başlaması lazımdı artık. Hayatında yeni bir başlangıç yapması lazımdı. Bütün arkadaşları ve ailesi ile yeni bir başlangıç. Ve ufakta olsa bu gün başlaması lazımdı buna.
***
“ Maya’yı götürecek misiniz bay Russell?” odadaki büyük ve antika olduğu anlaşılan duvar saati altıyı gösterirken Elizabeth salonun ortasında kucağında Maya’yı tutuyordu. Uzun sarı saçları ve yeşilin açık tonlarından biri olan gözlerinin rengiyle ince hatları oldukça belirgin vücudu birleştiğinde, güzel bir kızdı Elizabeth. Ayrıca daha çok gençti, Winter kendisi yokken evde böyle bir ‘çıtırın’ gezdiğini duysa ne düşünür merak etmeden edemiyordu Dwayne. Aslında doğruyu söylemek gerekirse Maya’nın bakıcısını seçerken kendini de düşünmediğini söylersek koca bir yalandan başka bir şey söylemiş olmayız. Elizabeth’den daha bilgili ve Maya’ya daha iyi bakacak kişilerde vardı elbet, ama onların hiçbiri Dwayne’in ‘isteklerini’ karşılayabilecek türden değillerdi. Değişim gerekliydi elbette ve bu gün olacaktı da ama bu Dwayne’i en büyük zevkinden mahrum bırakacak şekilde olmayacaktı. Yavaş yavaş ve daha yüzeysel bir şekilde başlayabilirdi. Mesela Maya’ya iğrenerek bakmayı kesebilirdi – ki bunu çoktan bırakmıştı.- Winter’a biraz daha iyi davranıp eve geliş gidiş saatlerini daha iyi ayarlayabilirdi, aile olarak biraz daha vakit geçirebilirlerdi yada bunun gibi şeyler işte. Bunlar kadınları mutlu kesinlikle mutlu edecek türden şeylerdi. “ Ah hayır Elizabeth siz evde kalın. Biz ah yani ben, gece dönmeyebilirim, Maya’ya göz kulak ol.”
Ve Hogsmeade’ydi. Konserin yapılacağı alan olan arazi rengarenk bir şekilde süslenmişti. Her tarafta Legends of Music’in ve bu gece sahnede yer alacak diğer sanatçıların adları, fotoğrafları donatılmıştı. Burası bir an için Dwayne’in heyecanını alsa da birkaç dakika içinde Winter ile karşılaşacağı düşüncesi midesinin kasılmasına neden olmuştu. Sanki Winter’ı ilk kez görecekmiş gibi heyecanlıydı ve ne yapacağı konusunda en ufak bir fikri bile yoktu. ‘ Sen her zaman en iyisini yaparsan Dwayne.’ bum! Birdenbire belirivermişti zor anlarını daha zor hale sokan Raskolnikov. Beyni neden ona fikir vermek için bir bedene bürünmeyi seçiyordu ki, anlamlandıramıyordu bunu Dwayne. Beyni ona tamamen zıt olan bu şey yaratıp neden atıyordu karşısına? “ Saol Rask, her zaman böyle çıktığın için ortaya! Korkudan bayılabilirdim.” 8 8 Rask’ın tiz kahkahasını önemsemeden yürümeye devam etti. Kurulan sahnenin arkasına ilerliyordu. Adımları son derece yavaştı yinede isteksiz değillerdi. Bu gün hem konser açısında hem de Dwayne ve Winter açısından önemli bir gün olacaktı. İçeriye girip tek tek herkesin üzerinde gözlerini gezdirdi ama Winter aralarında yoktu. Bir an içini bir korku kapladı, acaba gelmeyecek miydi? Unutmuş yada boşvermiş olabilirdi. Ki Winter’ın böyle bir şey yapmayacağından adının Dwayne olduğunu kadar emindi adam. Öyleyse nerde kalmıştı? Giyeceği kıyafetleri askıdan alırken kafasında bin bir türlü soru dönüyordu.
Her zaman olduğu gibi bu gece içinde koyu renk giysiler tercih etmişti. Mevsime uygun siyah bir pantolon ve siyah bir gömlek tercih etmişti. Üstünü giyinip kabinden çıktığında karşılaştığı yüz onu hazırlıksız yakalamıştı. Winter’da üstünü giyinmek için buradaydı. Sabahtan beri, daha doğrusu bir haftadır, düşündüğü her şey aklından uçup gitmişti. Sadece bir selamlaşma geçmişti aralarında kendini aynanın önüne attığında Winter’ı aklından çıkarmaya çalışıyordu. Anlaşılan bu gün planladığı, daha doğrusu planlayamadığı konuşmayı yapamayacaktı. Ne olmuştu bir anda? Hayır o konuşma kesinlikle bu gün gerçekleşecekti! Duyduğu tanıdık sesle kafasını yan tarafa çevirdi. Winter ona Maya’nın nasıl olduğunu soruyordu ve hemen yanında oturuyordu. Ne kadar zamandır orda oturuyordu da onu fark etmemişti acaba? “ Merak etme, gayet iyi.” Emin ellerde veya ona benzer bir şey söylememek için kendini zor tutmuştu aralarını düzeltmek için bir karara varmışken alay edemezdi Winter ile. “ Sorumluluk mu? Evet hayatım başka şeylerde öğreniyorum. Sensizliğin zorluğu gibi mesela.” Sandalyesini Winter’a doğru yaklaştırdı. Birisi kendi başında birisi Winter’ın başında duran iki kızı yanlarından gönderip biraz daha yaklaştı Winter’a doğru. Onların bu hareketini kimse garip karşılamazdı bu odada. Winter dışında… Yinede Dwayne sonrasında gelecekleri göze almıştı. Elini Winter’ın bacağının üzerine koyduğunda ilk olarak kendide irkilmişti, Winter’ın duygularını çözebilecek kadar rahat değil zaten. Karısının yüzüne doğru eğilip konuştu. Bir nedenden bunun sanki elindeki tek şans olduğunu varsayıyordu. “ Seni özledim Winter. Ne diyeceğimi bilemiyorum, suçlu olan benim biliyorum. Bir yıldır ikimize de neler yaşattım. Özür dilerim, ne kadar inanırsın bilemem ama değişiyorum Winter, gerçekten beni uzun süredir tanıyorsun çoğu kez değiştiğimi gördün. Bir kez daha yapabilirim bunu. Seninle Maya için değilse neden evlendiğimi sormuştun, seni seviyorum Winter. Bunun için evlendim seninle.” Kendini biraz geri çekti elleri hala Winter’ın beyaz elbisesinin üzerinden bacaklarını okşuyordu. Normal ses tonundan biraz daha alçak bir sesle konuştu. “ Sana aşığım Winter.” Evet doğru kelime buydu; aşık. Dwayne Winter’a aşık ama aptalın teki biriydi.
| |
| | | Acantha W. Psyche God's Devils ~ Elektro Keman
Ruh hali : Mesaj Sayısı : 167 Yaş : 30 Kan statüsü : Safkan Galleon : 11563 Ekspresso Puanı : 14 Kayıt tarihi : 20/03/09
| Konu: Geri: LM Müzik Festivali (3. Yıla Özel) Ptsi 31 Ağus. 2009, 05:25 | |
| Böyle bir insana kim karşı koyabilirdi ki! Gözlerinin içine bakmaktan ve mükemmel olduğunu düşünmekten kendisini alamıyordu bir türlü. Bu onun sağ yanında ki melek olmalıydı. Diğer yanı ise bu kadar çabuk yelkenleri suya indirmemesinin fısıldıyordu. ‘Demek aklın başına geliyor.’ Yaptığı davranışın amacına ulaştığını görünce gülümsedi. Gerçekten düzelecek miydi? Bu kez Winter çok umutlu değildi aslında. İlk kez böyle büyük bir kavga yaşamışlardı. Böyle çabuk sonuç alacağını bilse daha önce evi terk ederdi. Sensizliğin zorluğu mu? Dwayne bunu ona sormalıydı. Kaç sene beklemişti karşılıksızca Dwayne’i. Bu zorluğu en iyi o anlardı. Ona acı çektirmekten zevk falan almıyordu Winter. Aslında böyle bir şeyi de düşünmüyordu. Sadece hatalarını anlamasını istemişti. Sanırım anlamıştı da. Ya da bu Dwayne’in geçici ‘iyi ve ideal adam’ rolü müydü? Bunu anlamak için gerekli olan şey her zamanki gibi zamandı. Beklemekten nefret ettiğini düşündü bir an.
Dwayne başlarında ki kızları uzaklaştırıp ona yaklaştığında kalp atışları anında delicesine atmaya başlamıştı. Ona âşık olduğunu anlamak için dahi olmaya gerek yoktu. Dwayne de biliyordu bunu. Ona karşı koyamayacağını bildiğinden kendisine güveniyor olmalıydı. Bacağında elini hissettiğinde ürperdiğini hissetti. Ne zamandır birbirleriyle ilgilenmiyorlardı? Paylaştıkları tek şeyin aptalca tartışmaları olduğunu o an çok daha iyi anladı Winter. Kesinlikle sevgilisini çok özlemişti. Nerede oldukları önemli değildi. Festivale çıkmalarına bir saat kadar vardı herhalde. Hazırlanmaları gerekiyordu. Daha makyajları doğru düzgün yapılmamıştı. Ama ikisinin de umurunda değilmiş gibiydi. “Seni özledim Winter. Ne diyeceğimi bilemiyorum, suçlu olan benim biliyorum. Bir yıldır ikimize de neler yaşattım. Özür dilerim, ne kadar inanırsın bilemem ama değişiyorum Winter, gerçekten beni uzun süredir tanıyorsun çoğu kez değiştiğimi gördün. Bir kez daha yapabilirim bunu. Seninle Maya için değilse neden evlendiğimi sormuştun, seni seviyorum Winter. Bunun için evlendim seninle.” Winter gözlerinin parladığından emindi. Doğru söylediğine inanıyordu. Kendisini sevdiğini görebiliyordu gözlerinde. Dwayne bir kez daha onun başını döndürmeyi başarmıştı.
Winter adamın söylediği son cümleyle iyice kendinden geçmiş gibiydi. Onlar yaşadıkları her şeyi bitirmeyi değil, hala hissettikleri büyük sevgiyle devam etmeyi seçmişlerdi. Aslında bunu seçen Dwayne’di sanırım. Winter, o ne yapsa tamam diyecek bir duruma gelmişti çünkü. Ama asıl istediği şu an bulundukları durumdu işte. “ Ben de seni özledim, sevgilim.” Dwayne’in elini tuttu ve ciddi bir konuşmaya hazırlanır gibi ona baktı. “İstersen yapabileceğini biliyorum. Seninle mutlu olmak istiyorum Dwayne. Evet, yeterince üzüldük. Ama geç değil, biliyorum. Hala birbirimizi seviyorsak hiçbir şey için geç değil.” İkisi de söylediklerinde içten görünüyordu. Şip-şak! Bir anda nasıl da güzel görünmüştü her şey. Kolaydı aslında. Sandıkları gibi özel bir şey yapmaları gerekmiyordu. İstedikten sonra her şey oluyordu. Yanağına ufak bir öpücük kondurdu ve gülümsedi. “Az zamanımız var hayatım.” Bu kelimeleri sessizce söyledikten sonra biraz isteksizce makyözleri çağırdı. Böyle büyük bir organizasyonun içinde olmasına rağmen bunun için yeterince heyecanlı değildi sanki. Kendisinin buna odaklamaya çalıştı. | |
| | | Martin Thomas Wolfiex Fontjoncouse Otel Koordinatörü
Ruh hali : Mesaj Sayısı : 344 Yaş : 33 Kan statüsü : Safkan Galleon : 11731 Ekspresso Puanı : 11 Kayıt tarihi : 26/11/08
| Konu: Geri: LM Müzik Festivali (3. Yıla Özel) Ptsi 31 Ağus. 2009, 13:09 | |
| Lovett malikânesinin bahçesine adım attığında hala morali tam yerine gelmemişti. Seyrek çimlerin arasında ayakkabıları zemine temas ederken tek umudu Jules olmuştu artık. Yaklaşık on senedir birlikte olduğu üvey annesi vefat etmişti. Martin onu bırakıp gittikten sonra fazla temas kurmamıştı onunla. Aslında o kadar bağlılığı da yoktu ona karşı. Fakat içindeki paha biçilemez saygı onu az da olsa üzüyordu. Kapının önüne varınca ellerini cebinden çıkarttı ve parmağını zile götürdü. Gittiği son parti olan L.S. güzel bir gece sunmuştu ona. Bu parti de o denli eğlenceli olacaktı kesinlikle. Büyük bir müzik grubu sunuyordu çünkü. Martin müziği severdi. Ama daha çok klasik müziğe yönelmişti o. Her melodi, her tını onu rahatlatmaya yetiyordu. Fakat bu seferki onu rahatlatan bir melodi değildi. Hiçbir rahatlama beklentisi vermeyecek kadar aciz olan kapı ziliydi. Kapı açıldı ve ardından soğuk güzelliğiyle Jules belirdi. Bir fark vardı, bir eksiklik… Kesinlikle duygularında bir karmaşa olmuştu. Canını sıkan, hoşuna gitmeyen bir şey olmuştu. Fakat serinkanlılığı o kadar başarılı rol yapıyordu ki bunun tam olarak ne olduğunu anlamak büyük bir bilgelik gerektiriyordu. Martin gözlerini kıstı ve dikkatle ona baktı. “Sen iyi misin?” dedi dudaklarının arasından. Jules başını o kadar anlamsızca sallamıştı ki kendisini bile inandırması imkânsızdı. “Geç kalacağız.” dedi sahte bir sesle ve ilerlemeye başladılar.
Güzel bir parti organize etmişlerdi. Gecenin fena olmayacağı belliydi fakat Jules ve Martin’in moralleri fazla yerinde değil gibiydi. Ne denli zevk alacaklarını şimdiden kestirmek o kadar kolay olacak bir iş değildi. Hâlâ aklına üvey annesi gelince kendinden nefret ediyordu. Bakanlıktan ona gelen yazılı kâğıtta, dört Ölüm Yiyen’in eve girdiği ve geceyi o evde geçirmek için annesini öldürdüğü yazılıydı. Annesi ölmeden önce Martin’in nefretini kazanmıştı elbette. Martin ona Karanlık Taraf’a geçme konusunda çok ısrarda bulunmuştu. Fakat aklını kullanamamıştı. Hem iki Ölüm Yiyen’i yanında götürmüştü, hem kendisini öldürtmüştü. En azından olay fazla büyük olmamıştı ve… Martin’in uzun süren düşüncelerini bölen, kolunu çelik gibi kavramış olan bir eldi. Martin kıpırdandı fakat fazla sesini çıkartmadı. Soran gözler Jules’i bulunca fazla içten olduğunu düşünmediği bir cevap ona karşılık verdi. ”İyiyim, gerçekten. En azından olacağım. Olmaya çalışacağım. Hadi ama sen de biliyorsun ben hep iyi olurum.” Bu o kadar da tatmin edici bir cevap değildi fakat ardından gelen tebessüm içten gözüküyordu. Jules, masanın üzerinden eğilip Martin’i öptü. Martin de gözlerini kapatıp ona eşlik etti.
İlk sanatçının sahne almasına az zaman kalmıştı fakat Martin artık sabırsızlanıyordu. Şu gergin ortamı yumuşatmak çok iyi gelebilirdi. Aslında herkes bir telaş içindeydi, hep bir hareket vardı ortalıkta. Fakat Jules ve Martin sessiz sessiz oturuyorlardı. Martin geçmişine bir göz attı, hiçbir zaman bu kadar üzgün olmamıştı. Aslında o üzgün olmamıştı. Şimdi de olmasının bir anlamı yoktu. Yüzüne her zamanki muzip gülümsemesini yerleştirdi ve Jules’e döndü. Martin’in gözüne o kadar bezgin gözüküyordu ki Jules… Fazla vakit kaybetmenin anlamı yoktu. Ceketinin düğmelerini açtı ve masada biraz eğilerek Jules’e: “Aslına bakarsan her zaman iyi olursun fakat bu gece bir sorun var sanırım, tatlım. İstersen bu partide oturmak yerine başka bir şey yapabiliriz. Seni daha çok mutlu edecek bir şey varsa ‘hayır’ demem, biliyorsun.” dedi. Hâlâ masanın üzerinde iki büklüm duruyordu. Gözlerini Jules’in muhteşem görünümlü siyah saçlarına çevirdi. Gerçekten o kadar güzel saçları vardı ki Martin sadece saçlarına âşık olduğunu bile söyleyebilirdi. Martin’in, Jules’in saçlarına karşı kabaran duygularından kurtulmasını sağlayan tekrar Jules olmuştu. Bir şeyler söylüyordu, Martin tüm dikkatini ona verdi. | |
| | | Yulia Inessa Olegovna
Mesaj Sayısı : 13 Yaş : 33 Galleon : 11271 Ekspresso Puanı : 2 Kayıt tarihi : 20/06/09
| Konu: Geri: LM Müzik Festivali (3. Yıla Özel) Ptsi 31 Ağus. 2009, 22:42 | |
| Ver artık şu malı. Küçük hanım ne kadar da sabırsızsınız böyle. Bana patronluk taslama da ver şunu. İhtiyacım var anlamıyor musun seni gidi aşağılık zenci. Hey düzgün konuşmasını öğren önce küçük homo k.ltak
Son kelimeler adamın ağzından dökülür dökülmez içinden gelen bastıramadığı o dürtüye yeşil ışık yakmış ve sağ yumruğunu adamın tam olarak burnunun üzerine indirmişti. Ne olduğunu anlayamayan iri cüsseli adam burnuna doğru ellerini hareket ettirir ettirmez, ihtiyacını da giderememiş olan Yulia o anlık sinirle adamın kasığına indirdiği tekmesiyle birlikte adamın acı kıvranışlarını içine dolan huzurla birlikte izlemiş ve adamın elinden düşen poşeti bir hamlede alıp olay mahallinden hızlıca uzaklaşmıştı. Avuçlarında bulunan taze mal gözlerinde büyüyordu şimdi. Lanet olası şey ne çabuk bitiyordu böyle. Eh o tatlı ihtişamın arkasındaki iğrenç gerçek. Madde bağımlısı bir ünlü. Haberciler için kaçınılmaz bir haber. Tabi kanıtlayacak bir görüntüleri olduğu müddetçe. Bu yaptığı ne kadar doğruydu ki. Bir anlık fevri davranışı içinden çıkamayacağı bir skandala dönüşür müydü? Eh hızlıca yere serdiği adam boş duracak değildi elbet. Kimliğini bilen bir mugglela böylesine bir sürtüşmenin içerisine girmek için aptal olmak gerekirdi. Ve ne yazıktır ki o aptallardan birisi de Yulia’nın ta kendisiydi işte. Hızlı adımlarla ilerliyordu şimdi dar sokaklarda. Dar elbisenin üzerine giydiği uzunca paltosu gecenin karanlığına bürünmüş salınıyordu adeta. Çıkmaz bir sokaktaydı şimdi. Her taraftan duvarlar süzülüyordu gökyüzünün bilinmeyenlerine doğru. Sabırsızlıkla poşeti yırttı ve içinden bir hap alıp ağzına doğru fırlattı. Dişleri arasından kayıp giden hapta buldu kendisini. Beynine doğru süzülen bir uyuşma hissetti saniyeler sonra. Öyle bir uyuşma ki zevkin doruğuna erişmesini sağlayan. Yüzüne yayılan o nahoş gülümsemenin ardından yavaşça kendisini yere bıraktı. Vücudu sert zeminle buluştuğunda gözleri karanlıkta ve karanlığın içinde beliren o garip şekillerdeydi. Belki de hazzı bütün hücrelerine, dokularına yayan o renk sarmıştı dört bir yanını. Kan kırmızısının o karşı konulamaz tadı. Saniyeler başka bir dünyada ne kadar hızla ilerlerse ilerlesin içinde bulunduğu dünyada sadece gölgeler vardı şimdi. O şekillerin kırmızı gölgeleri. Peki, ama bir gölge nasıl olurda kırmızı yansırdı göze. Eh tabi bu bilinçli bir insanın göreceklerinin de ötesindeydi. Belki de şiddete duyduğu vazgeçilmez eğilimdi bu renge olan ilgisi kim bilir. Gözlerini o renkten sıyırıp karanlığın asilliğine ve gözlerini acıtan gerçekliğine döndü. Yavaş yavaş etrafını süzdü ve hafiften dönmekte olan başına aldırış etmeden hızlıca yerinden fırladı. Bir an için sendeleyince duvarın kirli ve soğuk taşlarına tutunup düşüncelere daldı. Elena yı düşünüyordu bu sefer. Kim bilir nasıl merak etmişti kendisini. Hiçbir zaman bu yönünü onaylamamıştı ki. Aslında hangi yönünü onaylamıştı? Aralarındaki o kopmayan bağın sebebi neydi? Elena ne kadar aklı başında olursa Yulia ise tam tersiydi. Çılgın, kendisini bilmez, bağımlı, kavgacı, gürültücü. Ah bütün kötü özellikleri kendisinde toplamada ne kadar da ustaydı böyle Yulia. Aralarındaki çözülmez bağ bunu mu gerektiriyordu. Bir taraf ne kadar iyiyse diğer taraf aşağılığın önde gideni. Belki de çocukluğunda yaşadığı sıkıntıların birer sonucuydu bunlar. Eh ahım şahım bir çocukluk süreci geçirdiği söylenemezdi. İçkici bir baba hayatını erken yaşta kaybetmiş bir anne. Elena gibi bir düzene mutlu bir aileye sahip olmamıştı ki. Asiliğinin asıl sebebi buydu işte. Aile düzeni. Şimdi bir ailesi vardı aslında. Her ne kadar garip bir aile olsa da. Dünya üzerinde hatta kâinat üzerinde sahip olduğu tek ailesi Elena idi. Sadece bir kişiye sahipsen onun mutluluğu da kendi mutluluğundur. Lakin bunu bilse bile niçin hala onun mutluluğu için çalışmıyordu. Az önce yaşadıklarını görse ne kadar mutlu olurdu ki. Belki de kafasını keserdi. Eh hiçte fena olmazdı aslında. Hayranları bir müzisyenden dünya ise bir pislikten kurtulurdu. Eh gidenin yerini elbet yenisi de doldururdu tabi. Aslında bu düşünce hiçte fena değildi. Ölüm. Evet, bunu bir köşeye kaydetmeliydi. Ölmek her şeyin daha iyi olmasını sağlayacak.
Muggleların hüküm sürdüğü bir sokakta göğe doğru uzanan kocaman bir evin önünde buluverdi birden bedenini. Neyse ki uyuşmuş bir beyin doğru düzgün çalışmıştı da parçalar halinde başka yerlerde buluvermemişti kendisini. Düzgün biçimlenmenin ilk şartı düzgün çalışan bir beyin. Eh işte doğruluğu tartışılırdı bunun. Elini asasına götürdü ve tek bir sözcükle kapılar ardına kadar açıldı. Kısa adımlarla yürüyordu çimenlerin üzerinde. Uzun topuklar yere her değdiğinde küçük bir sarsıntı yaşıyordu adeta. Giriş kapısına vardığında son derece bitkin haldeydi. İlk kez böyle oluyordu. Normalde bir haptan sonra kafası yerine gelir ve her şeyi unutup tatlı bir mutluluğa gömülürdü. Bu kez farklı olan neydi? ‘’Seni pis zenci ne verdin bana’’ belki de vicdanıydı bunu sorumlusu. Şimdi nasıl hesap verecekti. Vicdan ve Elena. Her ikisine birden nasıl açıklayacaktı bu durumu. Ah tabi birde bir zenciyi yere serişi, o apayrı bir konuydu. Onu anlatmak ölüm fermanını kendi eliyle hazırlamak olurdu herhalde. Eh bu gecelik bu kadar skandal yeterdi karşısına çıkmaya utandığı masum kız için. Sertçe açılan kapıdan bir an olsun bir korku kaplamıştı içini. Karşısında beliren kişi eski tatlı kız değildi. Kaşları çatılmış dudakları sinirden mosmor olmuş bir kızdı bu. Yüz kasları gerilmekten kendisini o bembeyaz tenin ardından belli ediyordu sanki hayatla buluşmak için. Gözleri gözlerine odaklanmıştı. Öylesine delici bir bakıştı ki onunkisi altında adeta eziliyordu. Kız kollarından sertçe tutmuş ve onu içeriye doğru sürüklemişti. Bir yandan baş ağrısı ve bir yandan sürüklenmenin verdiği acı. Kıvrandığını hissetti, bir şeyler mırıldandığını ama Elena durmak bilmeksizin sürüklüyordu kendisini peşinde. Onu bu denli sinirli ve acımasız görmemişti hiç. Alışık olmadığı bir maske takınmıştı şimdi. Geniş oturma odasına ulaşmışlardı. Her şeyin beyaz olduğu bir oda. İnsanın aklına gelebilecek her türlü eşya beyazdı bu odada. Burası masumiyeti temsil ediyordu. Ve bu çoğu zaman Yulia’nın bulunmaktan korktuğu bir odaydı çünkü ‘’Hiçte masum sayılmam’’ diye sayıkladı yine. Lakin dünyayla olan bağlantısını kesmişti uzun saçlı kızıl renkli kız. Ne söylediklerini duyuyordu ne de kıvranışlarını görüyordu. Beyaz deri koltuğun üzerinde hissetti kendisini birden. Anlaşılan o ki Elena hızlıca kendisini bu koltuğa doğru atmıştı. Ve işte başlıyordu. Fırtına yavaş yavaş etkisini gösteriyordu. Dudaklarını oynatmasıyla birlikte o fırtınanın tam ortasındaydı savunmasız ve çaresiz bir biçimde. Suçluydu ve bu suçu izah edecek hiçbir kelime gelmiyordu aklına.
‘’Bunu nasıl yaparsın? Evden kaçmakta ne demek Yulia? Çocuk musun sen de ebeveyninden gizlice kaçar gibi uzaklaşıyorsun buradan. Söyle bana seni sokaklardan toplamak, o şiddetli nöbetlerine katlanmak zorunda mıyım ben? Uyuşturucu, alkol, bilmem ne. Her birine niçin ihtiyaç duyuyorsun. Ne kadar mutluyuz bir baksana. Eskisi gibi sokaklarda değilsin. İstediğimiz her şey oluyor. Ün, para, şöhret. Niçin kötüye yoruyorsun bunları? Beni bu kadar mı seviyorsun Yulia? Sende ki değerim bu mu yani. Ah evet bir hap kadar değerim yok bunu zaten biliyorum ama bari söz verme. Ve bundan sonra arkanı ben toplamayacağım Yulia, bir müddet tek başınasın. Artık bir şeylerin farkına var. Sen sadece kendini aldatıyorsun beni değil. Eğer beni gerçekten sevseydin bu durumda olmazdık. Sen karşımda uyuşturucudan kafayı bulmuş bir halde olmazdın. Biliyor musun o sokakta dolaşan fahi.elerden hiçbir farkın yok. Aslında onlar bile sözünde duruyor. Sen bundan bile acizsin.’’
Kapıyı çarpıp sert adımlarla ilerliyordu. Koridorlarda yankılanan ayak seslerinden anlaşılıyordu zaten her şey. Nasıl bu duruma gelmişlerdi böyle. Bütün aptallıkları birleşip tam da bu durumdayken karşısına dikilmişti. Kalkıp, özür dilemek yalvarmak istiyordu aslında. Ama bu kaçıncı aftı. Artık çocuk oyuncağına dönmüştü her şey. Yulia yapar, Elena temizler. Bir anneden farksızdı Elena. Eh böyle bir çocuğu olan bir anne elbet Bir gün bunu çocuğuna ağır ödetirdi. Sonuçlarına katlanmalıydı. Kendisi seçmişti bu hayatı. Hayatını yönlendirme de tek sorumlu kendisiydi zaten. -tak, tak, tak- Sert kapı vuruşlarıyla kendisine geldi. Birileri dış kapıyı kıracakçasına zorluyordu sanki. Sesler kesilir kesilmez bu sefer konuşmalar yükseldi uzun koridorlarda. Bir adam sesiydi bu. Kalınca bir ses hızlıca bir şeyler anlatıyordu sanki. Ayak sesleri yankılanıyordu bu sefer. Bulunduğu odaya doğru geliyordu evet, evet yaklaşıyordu sesler. Beyaz kapı hiç olmadığı kadar sert bir şekilde açıldı ve üniformalı bir adam dikildi karşısında. İri cüsseli belinde silahı olan kendisine aşırı güvenen bir görevli. Niçin rahatsız etmişti ki bu adam şimdi. Hem de baskına gelir gibi. ‘’Adam hırpalamaktan ve uyuşturucu bulundurmaktan tutuklusunuz. Lütfen zorluk çıkarmayın’’ Adam bu sözlerinde nazik olmaya çalışsa da ses tonunda bir otoriter hava seziliyordu. Kendisine doğru yaklaştı ve vücudunu hiçte nazik olmayan bir biçimde kavrayıp kaldırdı. Ayakları üzerine basar basmaz bir sarsıntı yaşadığını hissetti Yulia. Ellerine kelepçeler takılırken hiçbir şeyden habersiz sadece başının verdiği tepkiye odaklanmıştı. Sesler geliyordu. Yulia’nın bağırışları ve adamın hızlıca bir şeyler söylemesi. Nahoş bir şekilde sürüklüyordu kendisini dışarıya doğru. Açık havaya çıktığı anda kendisine gelmiş gibiydi. Beyni sanki bir koşunun ardından dinlenmeye geçmiş gibiydi. Ne tam dinlenmiş, ne tam karayabilen. ‘’Ne yaptın sen Yulia?’’ Elena’nın korkudan hissizleşmiş sesiydi bu. İşler sarpa sarmıştı iyice. Bunu nasıl açıklayacaktı şimdi? Her şey neden ters gidiyordu sanki. Hayat niçin bu kadar acımasız olmuştu bugün? ‘’Elena lütfen kurtar beni’’ acı bir şekilde yalvarmıştı. Biliyordu asla bu durumda arkasını dönmezdi Elena. Ne pahasına olursa olsun kurtaracaktı bu durumdan onu. Lakin sonunda çekeceği işkencenin haddi hesabı yoktu. Şu an için önemli olan tek şey kurtulmaktı. Bu cani muggleların elinden kurtulmak.
‘’Hapishaneyi çok seveceksin asi kız.’’ | |
| | | Julie Annwyl Lovett Biçim Değiştirme Profesörü
Ruh hali : Mesaj Sayısı : 900 Yaş : 29 Kan statüsü : Safkan Galleon : 12566 Ekspresso Puanı : 63 Kayıt tarihi : 13/02/08
| Konu: Geri: LM Müzik Festivali (3. Yıla Özel) Salı 01 Eyl. 2009, 02:00 | |
| Martin onu öperken gözlerini kapattı ve Ann de gözlerini kapatmayı denedi. Sonra bir yerden aklına bir söz takıldı. Çok önceleri saçmalıklar dizisi olarak düşünerek okuduğu birkaç metin. Seni öperken gözlerini kapatmayan sevgiline inanma. Ann hiç birine inanmış mıydı? Bugün burada oturuyor ve duygularıyla ya da teslimiyetiyle ilgili hiçbir tereddüt yaşamıyordu. Belli ki inanmıştı. İnanmak ile ilgili bu karmaşık sorgulamayı bir kenara bıraktı. İlk sanatçının sahnede yerini almasına az bir zaman kalmıştı. Bu süre zarfında ellerinde tepsilerle garsonlar da konser alanında gezmeye başlamışlardı. Ann başını masanın sahneye bakmayan tarafına çevirdi. Her yaştan büyücü konser alanına cisimleniyordu. Lord’un bu konsere bir saldırı düzenlememiş olması kötüydü; çünkü kendisinin ve birçok Ölüm Yiyen’in öldürmek isteyeceği bir sürü sima görmüştü. Hem o kadar kalabalıktı ki… Binlerce insan ve binlerce dehşet ifadesi. Ann’i kendine getirebilecek yegane şeydi belki de bu; ama hayal etmekle zaman harcamak gereksizdi. Planlanan bir saldırı yoktu, dolayısıyla burada gerçekten eğlence de yoktu. ‘Olabilirdi.’ diye düşünmenin kimseye bir faydası dokunmuyordu. Hele Ann gibi her istediğini almaya alışmış birine hiç dokunmuyordu. Bir süre daha oraya baktı ve bu sefer insanları farklı bir açıdan görmeye başladı. Üzerlerinde en şık kıyafetleri, kollarında kavalyeleri ya da damlarıyla gerçekten mutlu görünüyorlardı. En azından birçoğu böyle görünüyordu. Ann için ise mutluluk yalnızca yüzlerde gördüğü bir şeydi. Sahtesini ve gerçeğini birbirinden ayırt edemezdi. Gerçeği ya da sahtesi hiç fark etmez, mutluluk hakkında bir fikri yoktu onun. Tatmin olmak ya da olmamak, isteklerinin yerine gelmesi ya da gelmemesi hayat bunlardan ibaretti. Küçük ayrıntılardan, zevk almaktan ve güzel olan her şeyi batırmaktan. Biri onun mutluluk damarını almıştı belki de. Kısa süre öncesine kadar aşk damarının da alındığını düşünürdü. Ama şimdi orada olduğunu hissedebiliyordu. Nabzı orada atıyordu ve aşk, damarlarında kanla birlikte dolaşıyordu. Aynı şey mutluluk için de söz konusu olabilirdi belki ilerde. Nasıl bir şeye benzediğini bilmediği duyguları tatmak genelde korkutucu oluyordu Ann için. Ama o an kendisini o kadar çaresiz ve o kadar umarsız hissediyordu ki ‘Neden olmasın?’ diye düşündü. Gözleri tekrar Martin’e kaydığında o Ann’in saçları ile ilgileniyordu. Sonra bedenini biraz daha Ann’e doğru itti. “Aslına bakarsan her zaman iyi olursun fakat bu gece bir sorun var sanırım, tatlım. İstersen bu partide oturmak yerine başka bir şey yapabiliriz. Seni daha çok mutlu edecek bir şey varsa ‘hayır’ demem, biliyorsun.” Kendisini mutlu etmeye çalışan bu adamın sözleri öylesine canını yakmıştı ki. Sabah uyandığında bu partiye gelmek hoş bir fikir gibi geliyordu, hatta bunun için heyecanlanıyordu bile. Bu bir saat öncesine kadar da böyleydi. Hevesle hazırlanmış, hevesle bahçede beklemeye başlamıştı Martin’i. Sonra o çantayı almak için odasına çıktı ve bir an için kendini aynada gördü. Bir anlık bir şey ve puff. Dünyadaki tüm neşe uçup gitti. Ann aslında bu dünyada kendisini şu an iyi hissettirecek hiçbir şey bilmiyordu. Ki az önce üzerinde düşündüğü gibi mutlu hissetmek zaten sorunlarından biriydi. Önüne eğmiş olduğu başını havaya kaldırdı ve Martin’e baktı. Daha önce aşık olmamıştı; ama bu Martin’le değişmişti. Daha önce huzurlu hissetmemişti, bu da Martin’le değişmişti. Tam o sırada bir şeye öylesine yürekten inandı ki Ann. Eğer bir gün mutlu hissederse bu Martin sayesinde olacaktı. Ona aşık olduğunu kabulleneli çok zaman geçmişti. Onunla ilgili birçok şey -ki bunlar daha önce kimse için kabullenmediği şeylerdi- kabullenilmişti artık; ama onun hayatının büyük bir kısmı haline geldiğini bir türlü kabul edememişti. Ona baktı o anda bu değişti ve gözlerini yavaşça kıstı. ”Benimle ilgili hiçbir şey bilmiyorsun. Ama bir yandan da benimle ilgili hayatımdaki insanların yüzde doksan dokuzundan daha fazla şey biliyorsun. Bugün iyi olmayan yalnızca ben değilim. Sen de iyi değilsin; ama ikimiz de bunun nedeni hakkında fikir yürütemiyoruz. Şimdi burada sana her şeyi anlatmak istiyorum. Ama hem bunları dile getirmenin ağırlığından hem de bunları bilmenin ağırlığını taşıyamayacağından korkuyorum. Ağır gelirse gidersin. Gitmeni istemiyorum. | |
| | | Elena Larisa Sergeevna
Ruh hali : Mesaj Sayısı : 29 Yaş : 34 Galleon : 11273 Ekspresso Puanı : 1 Kayıt tarihi : 20/06/09
| Konu: Geri: LM Müzik Festivali (3. Yıla Özel) Salı 01 Eyl. 2009, 14:34 | |
| Seni istemediği biliyorsun daha ne uzattığını anlamış değilim. Ama ben.... Kapa çeneni, benim aramam gereken biri varken sen benim tüm zamanımı aldın. Özür dilerim, ama aşk... Aşk diye bir şey yok, benim tercihlerim farklı biliyorsun, yeter artık arama bir daha.
İnsanlar neden karşısındakinin tercihlerine saygı göstermiyordu. Gerçi o gün yaşadıklarından sonra bu kadar ısrar normaldi, ama o bir anlık sarhoşluğun ve Yulia'ya kızmışlığın sonucu ortaya çıkmıştı. O ortalıkta yokken, onu bulamamak ve başka işlerle uğraşmak hiç hoşuna gitmiyordu. Evin etrafında dört dönüp duruyordu. Neredeydi bu kız. Sevdiğinin kızın ve en yakın dostunun hatta şu sıralar ailesi olan kişinin gruplarını kurduğunda beri başına daha fazla iş alması hiç hoşuna gitmiyordu. Yapacağı başka bir şey yoktu, beklemek nefretlik bir şeydi. Saatte baktıkça tik takları hissetikçe zaman daha da geçmiyordu.Annesini aramayı düşündüğünde de onla şu yaşadığı karmaşık ilişki yüzünden kavga etmişti. Elena'nın üstüne apayrı biriyle birlikte olarak sabahlamış olması her şeyin dışındaydı.Yapacak bir şey yoktu. Bu sefer bütün sinirlerini tepesine topladığından ona karşı nazik davranmayacaktı. Belki de biraz yalnız kalması için onu da yalnız bırakmalıydı. Kendini anne gibi hissettiği şu son günlerde tek arkadaşı Fred olmuştu, ama onu da bir kenara attığına göre her şeyi bir kenara atarak, kendini ve etraftakilerini düşünmemeye itebilirdi. Her şeyi toparlayan ve düzenleyen kişi olmayı sevmiyordu, ama bir kaç beste yapmak gerektiğinden yalnızlık en hoş arkadaş olurdu.
Düşüncelerin içinde çalan kapı, kimin geldiğini biliyordu, saatler sonra karşısına dikilip ona yardım etmesini içeri almasını dileyen Yulia, bu sefer bu kadar kolay kurtulamayacaktı. Kolunun altına girerek destek olmuyacaktı. Uyuşturucuya bağımlı hale gelmiş biri olmuş çıkmıştı, içkinin de haddi hesabı yoktu. Şimdi ne yapmalıydı? Onu yalnız bırakarak biraz iç muhasebesi yapması en doğrusuydu. Uzun bir nutuk konuşmasının ardından tek tük gelen cümleler, bunlara alıştığından kulak arkası yaparak çöpe atıyordu. Ne de olsa her şey tekerrür edip gene Elena'nın temizlemesine muhtaç kalıyordu. Yulia durumun az da olsa farkına varmıştı, ama ne yapacaktı onu düşünüyordu. Hayal meyal ayakta duruyor, bir pis pis sırıtıyor, bir durumun ciddiyetine varıp ne yapacağını ciddi gibi düşünür gibi bakıyordu. Elena, arkasını dönüp gittikten sonra oturup kendini rahatlatmaya çalışırken kapının çaldığını duydu. Fred olduğunu sanmmıştı, Yulia'nın bunu görmesini istemiyorken kapıyı açıp seslendiğinde kart sesli bir polisin buraya gelip Yulia'ya doğru "Adam hırpalamaktan ve uyuşturucu bulundurmaktan tutuklusunuz. Lütfen zorluk çıkarmayın" diye ciddi bir tavırla söylemişti. Yulia kas katı kesilerek arkada olayları Elena'nın görüp görmediğine bakıyordu. Elena bıkkın bir şekilde "Ne yaptın sen Yulia?" diyerek hafif bir feryat yakmıştı. Hepsine göz yumabilirdi, ama bir kişiye zarar vermek ne oluyordu. Hemde polisin ciddiliğine bakılırsa bu kişi bir Muggledı. İçten içe söylenme ve bir çözüm arama "Belalara bir bela daha eklendi. Ne zaman huzura kavuşmayı düşünüyorsun Yulia, söyle bana ne zaman kadar bu ergenlikte yapılan kavgalar ya da hataları yapmaya devam edeceksin. Tabi ki de kurtaracağım seni, ama annemi aramak zorunda olmaktan nefret ediyorum. Bunu biliyorsun, neyse hangi karokolda ki!" Elini telefona götürerek annesini aramaya koyuldu. Numarayı tuşlarken bile hakaretleri kulağında çınlıyor gibiydi. Çünkü annesine bu kızın değişeceğine ve tercihlerinin iyi olduğunu söyleyerek kandırıp duruyordu. Eee bu durumda her şey açığa çıkacak annesi de ona istediği kadar hakeretler dizinini sayabilecekti. Telefonun ardından bir "Alo"sesi ve ardından Elena'nın istemsiz açıklamasıyla gelen bağırışmalar... Elena keskin bir tavırla "Ben senden şu an sadece, bu olayı çözmeni istiyorum, anne bağırmalarını sona sakla, çünkü ne de olsa Yulia benim her şeyim" annesi bunu duyunca suskun bir şekilde her şeyi içine atarak sadece "Yanlış yapıyorsun, ama olsun" diyerek konuyu kapattı. "Ben şimdi oraya gidiyorum, bana bir avukat yolla. Parayı halledebileceğimi umuyorum, sonra konuşur muyuz bilmiyorum. Sağol ve bay bay." sert ve soğuk bir son ve ardından Muggle hapisanesinin orada kuytu bir yere ışınlanış. Yulia çoktan hapishane de olmalıydı. Yanında beliren avukat, bu kadar erken delilsiz ve kanıtsız hiçbir şey olamayacağıyla ilgili prosedürlerle kafasını şişiriyordu. Elena bir çözüm istediğinden "Sadede gelmeni tercih ediyorum, hadi ama girip bir an evvel çözelim" diyerek avukatı karakolun önüne doğru itti. İçeri girdikten sonra polisler etrafını bir duvar gibi sarmıştı. Elena bu duruma anlam veremeden, burada kanıtsız infaz var şeklinde bir şeyler söylendi. Kefaletini ödeyip çıkaracağız biz de onu, ve kanunen bir anda bunu yapmanız ve özel hayata taciz gibi eve gelmeniz hiç hoş değildi. Sıraladığı çiğnenen kurallar karşısında polisler şaşırmıştı. Avukat işinin yapılmasını sevmese de gözlerinin içi parıldıyordu. Tek yapması gereken adının Yulia olduğunu söylemesiydi. "Şimdi gece gece aldığınız kişiyi çıkartabilir miyiz? Adı Yulia" diyerek karakolu inletti. Bu otorite akan davranışının nedeni Yulia'ya olan sevgisiyle bütünleşen korkusuydu. Onsuz bir hayat düşünemediği gibi sinirden ne yaptığını da bilmeden çakma bir ün sayibi biri gibi davranıyordu. Adını söylemek istemese bile, küçük ince bir adamın haykırışları ve gizli gizli telefon edişinden sonra onların PureBlood'ın üyesi olduğunu anlamışlardı. Geçen saatler sonucu artık hava aydınlanmıştı. Herkesin üstünde olan bir adam Elena'yı odasına alarak Yulia'yı aldıkları gibi akşama kadar bekletmeleri gerektiğini söylemişti. Bu sırada gelen telefon sonrası akşam Lm Partisinde sahne alacaklarını duyması her şeyin tuzu biberi olmuştu. Bu olay sonra akşama kadar bekleyerek ardından ne halde olursa olsun, oraya gitmeleri gerekecekti. Zaten geçen saatlerce kapıda biriken kameralar ve hayranlar gittikçe artıyordu. Elena içinden "Ah Yulia ah bu sefer çok büyük iş açtın, bunu toparlaması ancak bugün akşam ki parti de olur." diyerek kendini sakinleştirmeye çalışıyordu. Amirin sessizce onu izlemesi hiç hoşuna gitmemişti. Yaptığı telefon görüşmesinin bir kısmını duymuş olması ve gazetelerde yazdığı o amansız makale, artık hepsi biliniyordu. Ne yapmıştı Yulia onlara... Ayrılmak sözcüğü kafasında geziniyor durumda olsa bile, bunu yapamayacağını adı gibi biliyordu. Amirin gür sesi düşüncelerini ve kendini karanlığın içine bırakan Yulia'yı düşünmesini kesmişti. "Şimdi bırakabiliriz aslında, sizin bugün bir konseriniz mi var, önde gazeteci ve haberciler olduğuna göre arkadan çıkabilirsiniz, yeni bir denemeç vermek isterseniz, arabanıza binerken yanınıza koruma verebilirim." Elena araba lafını duyar duymaz onla gelmediğini anladı. Bir kaç işim var diyerek tuvaleti sordu ve pantolunun cebinden çıkardığı asasıyla arabasını çağırdı. Doğru bir şey yapmıyordu, ama ışınlandığı o kuytu köşede kimse olmadığından bunu hemencecik yapabilmişti.
Amirin yanına geldiğinde yüzü solmuş bir şekilde Yulia'yı görmesi onu sevindirmişti. Amire teşekkür ettikten sonra ön kapıya doğru yöneldi. Yulia'ya doğru "Sakın bir rezillik daha çıkarayım deme?"diyerek uyardıktan sonra kendini habercilerin ve kameraların ışığı içinde buldu. Gelen soruların hepsini duymasa bile, sadece küçük bir yanlış anlaşılma oldu diyerek kestirip attığını varsaymıştı. Tabi bu sorunun devamı neden nezerathanede kaldığıydı. Elena bir şey demeden çok işi olduğunu ve birazdan bir partiye yetişeceklerini söylemek zorunda kalmıştı. Yulia ise kendini tutmak için zor dayanıyordu. Onun koluna yapışıp yöneten Elena olmasa, çoktan yerle bir olarak her yeri dağıtmıştı bile, arabanın yanına geldiklerinde gazetecilerin onu takip edip fotoğraf çekmeye çalıştığını görmüştü. Hızlı bir şekilde eve gitmelilerdi. Asasıyla herkesin ortasında bunu yapamayacağından, boş bir sokağa sanki evine gidermiş gibi hızlı bir şekilde sürmeye başladı. "Neler açtın başımıza, annem olmasaydı ve gizliden gizliye konuşmasaydı bunu yapamazdım, seni kurtaramazdım Yulia. Her düştüğünde tutuyorum; ama cidden artık bu anne rolünü üstlenmekten ve herkesle sırf seni koruduğum için kavga etmekten sıkıldım beni anlıyor musun? Saatte bak, erkenden Hogsmeade olup provaya katılmalıydık. Ama napıyoruz, senin istediklerin ve aniden kendini kaybetmenle yaptıkların yüzünden yollarda eve yetişmeye çalışıyoruz. Daha bitmedi Yulia ve eve gidince de devam edicek. Senin sessizliğinin ardından bir patlama daha kaldıramam biliyorsun. Büyü artık, seni sevmemin maskarılık olduğunu düşünüyorlar artık. Herkes bunu söylemekten bıktı, ama ben seni sevdiğimi ve her an yanımda olacağından bıkmadım. Sınırlarımı zorluyorsun. İşte burada ışınlanabiliriz." Sihirli kelimeler ve ardından eve varış. Akşam saatleri içerisinde kapının önüne giriş sonucu Yulia'nın boynu bükük ve küskün tavırları. Elena bundan sıkılmış olucak ki! Yulia'nın gözünün içine bakarak ona hiç unutamayacağı bir tokat atmıştı. Yere serilen Yulia, hiçbir şey demiyordu. Elena, az da olsa üzülse de bugün karşılaştığı hakaretlerin karşılığını ödetmişti. Onun başına açığ bir anne gibi toparlayıp durması daha nereye kadar devam edebilirdi ki! "Yulia, şimdi hazırlanmalıyız, en güzel maskeni tak ve asi tavırlarını bir kenara at. Çünkü asi olmak isteyen bugün benim, ki görüyorsun, gözüm kamera ya da tanıdık da görmeyebilir. Beni sen alıştırdın buna, belki de tek bundan anlıyorsun. Sevgi kanıt gerektiren bir şey sömürülüp sündürülen değil." Asayla beş dakikada yalap şalap hazırlanan ikili, şimdi Hogsmeade gitmeye hazırdı. Salonda bulunan şöminenin içine girerek bir anda Hogsmeade olabilmeleri mükemmeldi. Onca kişi ve sahnenin doluluğu, arasında söyleyen bir şarkıcı. Elena sonunda burada olmanın mutluğunu yüzüne kazıyabiliyordu. Yulia hala biraz kırgın görünse de Elena'nın onun koluna girerek oturalım demesiyle maskesini takarak kendini sabahtan akşama kadar olan şeyleri silerek bu anı yaşaması gerektiğini anladı. Parti her türlü kişilerin havasını değiştiriyordu. Arkadan gelen program hazırlayacılarına laf anlatmaya ve başlarına bir şeyler geldiğini söylemeye çalışan Elena, Yulia'nın şu anlık onlara ayrılan masaya oturmasını söyledi. Açıkladıktan sonra da eline bir viski alarak oraya doğru yürümeye başladı. Yulia'nın da bir şey isteyip istemediğini soracakken kendi kararlarını verebileceğini düşünüp onu kendi haline bıraktı. Bir kabus gibi geçen dünü bugüne bağlayan saatlerin ardından gece yarısı rüya gibiydi... | |
| | | Martin Thomas Wolfiex Fontjoncouse Otel Koordinatörü
Ruh hali : Mesaj Sayısı : 344 Yaş : 33 Kan statüsü : Safkan Galleon : 11731 Ekspresso Puanı : 11 Kayıt tarihi : 26/11/08
| Konu: Geri: LM Müzik Festivali (3. Yıla Özel) Çarş. 02 Eyl. 2009, 20:35 | |
| Kaderle yüzleşmek bu aralar Martin’e en zor gelen şeydi. Başlarda bir su kadar berrak ve temiz olan yaşamı, çevre etkenleri nedeniyle kararmış ve kötü duruma gelmişti. Daha sonra bir kâğıt gibi pürüzsüz ve beyaz kişiliği, parçalanıp yok olmuştu. Uzun bir süre pisliğin teki olarak hayatını yaşamıştı. Fakat kaderin ne getireceği bilinmezdi. O da, muhteşem bir otelin, muhteşem bir mevkisinde iş bulacağını bilmiyordu. O muhteşem otelin, muhteşem açılışında geçecekler de bir sırdı. Hayatı bu kadar muhteşem olmuşken daha iyisini hayal bile edemiyordu. Fakat açılış gecesi karşısına çıkan kişiyi anlatacak bir sıfat bile bulamıyordu şimdi. Geçmişi, Fonjoncause Oteli’nin büyülü hikâyesi ardında kaybolmuştu. Yeni bir başlangıç yapmıştı hayatına. Şimdi ise pekiyi olduğunu düşünmediği bir durum içersindeydi. Üvey annesinin ölmesi gerçekten kötüydü, fakat Martin bu tür dramatik olaylarda duygularını umursamazdı. Bu konu hakkında sadece şunu söylerdi: ‘Öldüyse, ölmüştür!’ Bu sefer de öyle demek istercesine gözlerini sımsıkı kapattı ve zihnine emir verdi: “On yedi yaşımdan beri benim annem yok! Bir de on üç yaşından beri üzülmekte yok! Bunları hiçe sayarsan, zihin, hiç iyi olacağını sanmıyorum!” Giderek delirmeye başladığını hissediyordu, kendi zihnini tehdit edecek kadar aptallaşmıştı. Kendisiyle alay edercesine çarpık gülümsemesi yüzünde belirdi. Kendini o kadar kasmıştı ki sol omzunun arkası seğirmeye başlamıştı. Açık ve ferah havanın tadını çıkartmak istercesine derin bir nefes alıp ciğerini temiz havayla doldurdu. Şimdi eski Martin’di, telaşsız, umursamaz, sakin ve alaycı. İşte bu duygu onun için güzeldi.”Benimle ilgili hiçbir şey bilmiyorsun. Ama bir yandan da benimle ilgili hayatımdaki insanların yüzde doksan dokuzundan daha fazla şey biliyorsun. Bugün iyi olmayan yalnızca ben değilim. Sen de iyi değilsin; ama ikimiz de bunun nedeni hakkında fikir yürütemiyoruz. Şimdi burada sana her şeyi anlatmak istiyorum. Ama hem bunları dile getirmenin ağırlığından hem de bunları bilmenin ağırlığını taşıyamayacağından korkuyorum. Ağır gelirse gidersin. Gitmeni istemiyorum.” Bundan iki şey çıkabilirdi. Bir, Martin, Jules’in hayatında hem en yakın, hem en uzak kişiydi. İki, Jules’in kaderi de o kadar başarılı bir düzen üzerine kurulmamıştı. Çelişkili sözlerin altında yatan anlam çok derin olsa da Martin, Jules ne anlatırsa anlatsın, oradan kalkıp gitmeyecekti. Hayat düzenleme konusunda başarılı olmaya başlamıştı. Kendi hayatını ondan beklenmeyecek bir düzen üzerine kurmuştu. Hayatında artık düzenli bir ilişki vardı. Peki, bu düzeni ve mutluluğu neden Jules’le paylaşmıyordu? Ufak bir meltem üzerinden geçerken, vücudu kadar içi de ferahlamıştı sanki. Eliyle saçlarını geriye attı ve kollarını göğsünde bağlayıp gözlerini Jules’e dikti. “Peki, tatlım. Anlat o zaman.” Sözleri biraz olsun az kullanmayı amaçlamıştı. Ne kadar çok konuşursa o kadar çok gaf yapardı. Böylesi daha iyiydi, en azından Jules konuşmasını bitirene kadar böyle gidebilirdi. Dudaklarını kurulamak için elini masaya uzattı ve eline ilk geçen içkiyi ağzına götürdü. Merak, şu durumda içinde bulunmasını isteyeceği son duyguydu. Elini yumruk yaptı ve ağzına götürdü. Boğazını temizledikten sonra ince bardaktan bir yudum daha aldı. İlk sanatçının çıkması için yapılan hazırlıklar tamamlanırken biraz eğlencenin ortama salınmasını çok istiyordu. Biraz önce kendini ikna ederkenki alaycı halinin, şimdi ciddiyete dönüşmesi canını sıkıyordu bir nebze. Dudağını zorlayarak araladı ve gülümsemeye çalıştı. Aslında o kadar da başarılı değildi, nasıl olsa Jules’i yapmacık bir gülümsemeyle kandıracak kadar başarılı değildi. Dudaklarını diliyle ıslattı. Elleri tahta sandalyenin altına götürdü ve yerden kaldırarak Jules’in sandalyesine biraz daha yaklaştırdı ve elini saçlarına götürdü. Bir şey anlatırken Martin’in saçlarıyla oynaması Jules’i kızdırır mıydı emin değildi ama kendine hâkim olamıyordu. O siyah saçlara bayılıyordu. | |
| | | Julie Annwyl Lovett Biçim Değiştirme Profesörü
Ruh hali : Mesaj Sayısı : 900 Yaş : 29 Kan statüsü : Safkan Galleon : 12566 Ekspresso Puanı : 63 Kayıt tarihi : 13/02/08
| Konu: Geri: LM Müzik Festivali (3. Yıla Özel) Çarş. 02 Eyl. 2009, 21:35 | |
| Göz bebekleri bir atın toynakları gibi büyümüştü. Çevresindeki insanlar kendilerini sıradan bir partide zannederken şu anda Ann tüm hayatını ve kaderini değiştirecek bir şey yapmak üzereydi. Daha bugün kendi rüzgarıyla ilgili düşündüğü hiçbir şey doğru değildi aslında. O gün o açılışta Martin’in hayatının bir parçası olmasını istemişti. Bir şekilde onun yanında bulunduğu an bunun öncekilere benzemediğini fark etmişti. Durmadı, durabilirdi. Vazgeçmedi, vazgeçebilirdi. Bu iradesi ile ilgili bir durum değildi; çünkü o anda orada bırakmayı bir an için bile denememişti. Deneyip de yapamamış olsaydı bunun kaderin işi olduğuna inanabilirdi; ama değildi. Ann bunu kendisi seçmişti. Tıpkı az önce dudaklarından dökülenlerin kendisini götüreceği yere gitmeyi kabul etmesi gibi, bu da tercihlerinin bir sonucuydu, kaderinin değil. Ve Ann bu sonuçtan uzun süredir olmadığı kadar memnundu. Belki şimdi de aynı etkiyi görecekti. Az sonra söyleyeceklerinin sonucunda iki şeyin olma ihtimali vardı. Yalnızca iki şey. Ya Ann gerçek güveninin ne demek olduğunu yaşamını ve mahremiyetini riske atarak öğrenip ömrünün sonuna kadar sevebileceği birini edinmiş olacaktı ya da bu ilişki bir cinayetle bitecekti. Sonunun bir cinayet olduğunu ön gördüğü birçok ilişki yaşamıştı. Birçok kere ahbaplık etmişti insanlara, sonunda bir cinayetin işleneceğini bile bile. Her seferinde ölecek kişinin kendisi olmadığından emin olurdu; ama bu sefer değildi. Bu sefer her şey farklıydı. Kendi kendini yakıyordu bu sefer. Risk alıyordu ve bu riskin sonucunu bilmiyordu. Hem de hiç bilmiyordu. Yarın sabah kalktığında Martin’in göğsünde yatıyor mu olacaktı, yoksa bir cinayet işlemiş ya da bir cinayete kurban gitmiş mi olacaktı? Bunlar cevabını hiç bilemeyeceği sorulardı. Şu an cevabını bildiği bir soru vardı. Eğer hayatında olan her şey gibi bu da yolunda gitmezse, eğer güzel şeylere değil de karanlık şeylere doğru atılan bir adımsa bu Ann her zamankinden farklı bakacaktı bu işe. Aynı şu anda düşündüğü gibi her şeyi anlattıktan sonra da ölmesi gereken konusunda farklı bir görüşe sahip olacaktı. Bu iş bir cinayetle sonuçlanacaksa eğer öldürmek değil, ölmek istiyordu. Bu sefer öldürmenin vereceği acıdansa, ölümün vereceği acıyı tercih ediyordu. Ok yaydan çıkmıştı bir kere. Martin gözlerini ona diktiğinde kararından bir an olsun tereddüt etmedi. “Peki, tatlım. Anlat o zaman.” Martin sandalyesini ona yaklaştırıp saçlarıyla oynamaya başlayınca bir an için tereddüt etti. Ama bu tereddüdünün nedeni kendisi ya da anlatacakları değildi. Martin’di. Acaba az sonra duyacakları bilse ya da en azından bu duyacaklarının kendisini nasıl bir tehlikenin içine attığını bilse yine de böyle içten bakabilir miydi Ann’e. Bu iş tehlikeliydi. Eğer durum Ann’in umduğu gibi giderse ve en kötü ihtimalle ölen Ann olursa bu durumda bile Martin tehlikedeydi. JD işleri tamamlamak bu tehlikeden kurtulmak isteyecekti ve Ann onun aklına koyup da yapmadığı bir şey bilmiyordu. Onu böyle tehlikeye atıp da bir yandan da onu sevdiğini söylemenin ikiyüzlülüğünü düşündü Ann. İkiyüzlülükle hiç sorunu olmamıştı; ama şimdi vardı işte. Söz konusu ikiyüzlülük Martin’e yapıldığında sorun oluyordu. Yanağını Martin’in avucundaki eline yasladı ve onun gözlerine son bir defa baktı. Bunu kaldırabilirdi. Kaldırmalıydı. Bu tehlike onun için sorun olmazdı. Olmamalıydı. Derin bir nefes aldığında bunun aldığı son nefes olmamasını diledi. Asasını cüppesinin cebinden çıkardı ve Madam Lovett’ın eski bir büyüsü ile Ann ve Martin’in konuşmalarının duyulmamasını sağladı. Bu gürültüde zaten kimse bir şey duyamazdı; ama rasgele kulağa gelecek tek bir kelime bile önemli olabilirdi. Martin’in elini sağ eliyle kavrayıp nazikçe aşağı indirirken gözleri önündeki kadehe kaydı. ”Seni Hogwarts’taki yıllardan hatırlamıyorum, biliyorsun. Ama eğer sen LS’i biliyorsan beni hatırlıyorsun demektir ve Hogwarts’ta Julie Annwyl Lovett’ı hatırlamanın aynı zamanda ailesi ile esrarengiz bir şekilde ortadan kaybolmasını da hatırlamak anlamına da geldiğini bilirim. O gizemli ortadan kaybolmanın nedenini bilen yedi kişi var. Üçü ölü, ikisi bir odaya kapatılmış, biri kardeşim, diğeri evrendeki en iyi sırdaş. “ Bunun ne demek olduğunu tam olarak anladığından emin değildi. Bu yüzden anlamasını bekledi. Bu süre zarfında az önce masalarına bırakılmış olan kadehlerden birini aldı ve kafasına dikti. Ateş viskisinin mayhoş tadıyla birlikte konuşmaya devam etti. ”Hogwarts’taki ikinci yılımızın yazında annem asla yapmaması gereken bir şey yaptı. Malikanedeki tutsak Muggle’ları serbest bırakmayı denedi. Babam onu parçalara ayırmasaydı başarılı olabilirdi; ama insanın başı gövdesinden ayrıldığında birilerine yardım etmesi zor oluyor.” Alaycı bir kahkaha attı. Bu kahkaha ardından gelecek histeri krizini engellemek için atılmıştı. ”Büyükannem babamı malikanedeki bir odaya kapattı ve bizi alıp Durmstrang’a götürdü. Londra’a babamın oraya iş için gittiğini düşünürken, babam penceresiz bir odada akıl sağlığını yitiriyordu. Almanya’da lanet çenemi kapalı tutamadım ve öz büyükannem de beni işaretledi. Bunlarla!” Asasını koluna tuttu ve eski yara ve kırbaç izlerini, derisi tamamen yok olmuş bölgeleri kapatan büyü ortadan kalktı. Ann o sırada yanlarından birinin geçtiğini fark edince hemen asayı tekrar salladı ve konuşmaya devam etti. ”Ama Almanya’dan döndüğümüzden beri bana elini bile süremiyor. Niye biliyor musun? Çünkü sıra bende. Yara kabukları ve soyulmuş derilerle uğraşma sırası ise onda. Muhtemelen son iki yılda bunlarla oldukça uğraşmıştır; ama ölene kadar bununla uğraşmaya devam edecek. Onu tıktığım o zindandan ancak cansız bedeni çıkabilecek.” Sinirden hızla inip kalkan göğsünü kontrol etmeye çalıştı ama başarılı olamadı. | |
| | | Martin Thomas Wolfiex Fontjoncouse Otel Koordinatörü
Ruh hali : Mesaj Sayısı : 344 Yaş : 33 Kan statüsü : Safkan Galleon : 11731 Ekspresso Puanı : 11 Kayıt tarihi : 26/11/08
| Konu: Geri: LM Müzik Festivali (3. Yıla Özel) Çarş. 02 Eyl. 2009, 22:30 | |
| Kader, tercihlerle yürüyen karanlık bir işti. Her zaman iki seçeneğin olurdu ve sen birini seçmek zorunda kalırdın. Bu seçenekleri seçeceğimiz kaderimizde var mıdır, yoksa seçeneklerimizi değerlendirerek kaderimizi kendimiz mi çizeriz tartışılan bir konuydu. Fakat Martin’in inancına göre her birey kendi seçeneğini çizer ve kaderini çizerdi. Örneğin Martin küçük yaşta çalışkan olmayı seçmese Ravenclaw’a seçilemezdi. Ya da Fontjoncouse’a girmeyi seçmeseydi, Jules ile tanışamamış bir pisik olabilirdi. Kader buydu! Seçimini yapar, yoluna devam edersin. Fakat her zaman kolay verilebilecek iki karar karşınıza çıkmayabiliyordu. Jules’in gözlerinden okunan tereddüt, anlatsam mı, anlatmasam mı üzerine kurulu olabilirdi. Martin bunu bilemezdi. Aslında Martin şu durumda pek çoğu şeyi bilemezdi. Kader bir zamandan sonra ismini değiştiriyordu, buna aşk deniliyordu. Bir insan âşık olduğunda birçok tehlikeli karar vermesi gerekiyordu. Aşk, tehlikenin ilk adımı gibiydi. Bir kere geçtiğinizde, tüm tehlikeler sizin peşinize takılırdı ve öyle kolay kolay da bırakmazlardı. Martin kim bilir nasıl tehlikeli bir durum içindeydi? Aslında bu onun için önemli değildi. Şu anda, Jules’in yanında, oturmak bile paha biçilemez bir duyguyken bile ölüm bile onu korkutmuyordu. Bir keresinde çok endişe verici bir rüya görmüştü. Daha dördüncü sınıfa gidiyordu, yani şimdiki haline göre epey küçüktü. Rüyasından –seneler geçtiği için- hatırladığı tek kısım öldüğüydü. Ama bir anda gerçekleşmiyordu bu. Zihnindeki görüntüde, yerde, kanlar içinde Martin yatıyordu ve gülümsüyordu. Hissettiği içinden bir şeyin koparılıp başka bir yere koyulması hissi olmuştu. O yaşına kadar ölümden hiç korkmasa da, bu rüyadan sonra bir süre sarsıntı da kalmıştı. Ölüm korkusu sarmıştı her yanını. Şimdi de ölümden korkuyordu, korku tekrardan belirmişti içinde. Jules’in gerçekten onu sevdiğine inanıyordu, inanmak istiyordu. Eskiden öldüğünce üvey annesinin çaresiz ve yalnız kalacağını düşünürdü. Onunla ilgilenmese de onun bu dünya üzerinde yalnız kalması düşüncesine dayanamıyordu. Elbette bir de ufak kız kardeşi vardı sorun yaratan. Daha yeni Hogwarts’a başlamıştı ve annesinin maddi gücü bunu karşılamak için o kadar parlak değildi. O zamanlar bir meslek olarak gördüğü Ölüm Yiyen’likle güzel para kazanan Martin onların yükünü hafifletiyordu. Fakat kız kardeşi kendi hayatını kurtarınca artık ölüm konusunda korkusu kalmamıştı. Şimdiki korkusu ise Jules içindi. Eğer gerçekten bu kadar Martin’i seviyorsa, o öldüğünde bu acıya dayanamazdı. Onun bu kadar büyük bir acıyla karşılaşmaması için Martin ölmemeliydi. En azından birlikteliklerinden daha bu kadar az zevk almışken bu olmazdı. Her onsuz olduğu dakika Jules’e özlem duyuyordu. Eğer ölürse buna dayanamazdı. O büyük özleme yani. Aslında tam anlamıyla Jules’e doyacağını sanmıyordu. Belki birlikte ölebilirlerdi. Bu güzel bir karar gibi gözüküyordu. ”Seni Hogwarts’taki yıllardan hatırlamıyorum, biliyorsun. Ama eğer sen LS’i biliyorsan beni hatırlıyorsun demektir ve Hogwarts’ta Julie Annwyl Lovett’ı hatırlamanın aynı zamanda ailesi ile esrarengiz bir şekilde ortadan kaybolmasını da hatırlamak anlamına da geldiğini bilirim. O gizemli ortadan kaybolmanın nedenini bilen yedi kişi var. Üçü ölü, ikisi bir odaya kapatılmış, biri kardeşim, diğeri evrendeki en iyi sırdaş.“ Bu konuşmayla nerede olduğunu ve ne ile uğraştığını hatırladı. Evet, o esrarengiz gidişi hatırlıyordu, az çok. Ama pek bilgisi yoktu, sadece Durmstrang’a gittiklerini biliyordu, hepsi buydu. Devamını dinlemek için bakışlarını koyu saçlardan Jules’in porselen gibi kusursuz yüzüne çevirdi. ”Hogwarts’taki ikinci yılımızın yazında annem asla yapmaması gereken bir şey yaptı. Malikânedeki tutsak Muggle’ları serbest bırakmayı denedi. Babam onu parçalara ayırmasaydı başarılı olabilirdi; ama insanın başı gövdesinden ayrıldığında birilerine yardım etmesi zor oluyor.” Evet, bu kötüydü, çok kötüydü. Bu sabah gelen baykuş canlandı ilk olarak aklında, annesinin öldürüldüğü yazılıydı. Fakat onu babası öldürmemişti, değil mi? Böyle bir şeyin büyük bir psikolojik bunalıma sürükleyeceği kişilikler Jules’in ve kardeşi JD’nin kişilikleri olmuştu. Jules’in attığı kahkahanın pek sağlıklı olduğunu düşünmese de sözünü kesmedi. Sessiz bekleyişi sürerken eli hâlâ Jules’in saçlarındaydı. ”Büyükannem babamı malikânedeki bir odaya kapattı ve bizi alıp Durmstrang’a götürdü. Londra’a babamın oraya iş için gittiğini düşünürken, babam penceresiz bir odada akıl sağlığını yitiriyordu. Almanya’da lanet çenemi kapalı tutamadım ve öz büyükannem de beni işaretledi. Bunlarla!” Ne büyükanneymiş ama?! Küçük iki kızın babasına bunu yapmak çok caniceydi. Fakat asıl önemli olan Jules’in kolundaki izlerdi. Martin unu kaldıramazdı, birinin Jules’e zarar vermiş olması gerçekten katlanılması zor bir şeydi. Dişlerini sıktı ve gözlerini kolundan çekip hazırlanmakta olan sahneye çevirdi. Bu görüntüye tahammül edemiyordu. ”Ama Almanya’dan döndüğümüzden beri bana elini bile süremiyor. Niye biliyor musun? Çünkü sıra bende. Yara kabukları ve soyulmuş derilerle uğraşma sırası ise onda. Muhtemelen son iki yılda bunlarla oldukça uğraşmıştır; ama ölene kadar bununla uğraşmaya devam edecek. Onu tıktığım o zindandan ancak cansız bedeni çıkabilecek.” Bu tepki hakkındaki düşüncelerini Martin’e sorsan ‘Normal.’ derdi. İntikam çok karşılaştığı ve hiç engel olmadığı bir şeydi. İntikam almak isteyen kişinin geçerli bir nedeni olurdu. Örneğin, bir erkek karısını aldatır ve onu defederse, kadının onu öldürmeye hakkı olurdu. Bilmiyordu, belki Karanlık Taraf’a olan eğilimi yüzünden böyle düşünüyordu. Gözlerini, gece karası saçlara tekrar çevirdi, tüm hikâyeyi kafasında derleyecekti. Babası annesini öldürmüştü, büyükannesi de bu yüzden babasını bir odaya hapsetmişti. Küçükken çok geveze olan Jules, büyükannesini bu denli kızdıracak bir şey söylemişti ve işkenceye maruz kalmıştı. Fakat şimdi roller değişmişti ve işkence uygulanan büyük anneydi. Gerçekten bir trajediydi. Sanki Lovett ailesi birbirini katlediyordu. Bu ailede birbirine sadık sadece iki kardeş vardı. Bu anlatılanları duymak Martin’in ne kadar işine gelirdi bilmiyordu, gerçekten tehlikeli ve duyulması istenilmeyecek bir geçmişti. Gözlerini yere devirdir. Sonra çarpık gülümsemesi yüzünde belirdi. Bir alışkanlık gibi olmuştu o gülümseme. Bastırmaya çalışsa da pek beceremedi ve gözlerini Jules’in suratına çevirdi. “Biliyor musun, Jules, lanet bir iblis bile olsan sana âşığım. Moralinin bozuk olmasını anlıyorum, gerçekten psikolojinin bu kadar iyi olduğuna bile sevinmeliyiz. Aslında kimsenin geçmişi iyi değil sanırım. Fakat senin bu koşullarda kimseyle kıyaslanmaman gerekli, gerçek bir ‘Lovett Katliamı’ geçirmişsin. Yine de bundan sonra mutlu olma zamanı, çünkü ben yanındayım. İstersen büyükanneni öldürelim ve hayatımıza devam edelim. Sanki dünya üzerine iki Lovett gelmiş gibi. Sen ve JD’den başka Lovett hiç olmamış gibi düşünelim. Jules, mutlu olalım!” Gerçek duyguları içinden çıkarken huzura ermişti. | |
| | | Julie Annwyl Lovett Biçim Değiştirme Profesörü
Ruh hali : Mesaj Sayısı : 900 Yaş : 29 Kan statüsü : Safkan Galleon : 12566 Ekspresso Puanı : 63 Kayıt tarihi : 13/02/08
| Konu: Geri: LM Müzik Festivali (3. Yıla Özel) C.tesi 05 Eyl. 2009, 01:30 | |
| Bazı şeyler dinlerken insana mantıklı gelebilir. Bir nedeninin olduğunu düşünebilirsiniz olanların. Herkesin mantıklı davrandığına kanaat getirebilirsiniz. Olanlar, yaşanan acılar yalnızca olmuştur işte. Herkes mantıklı davrandığı halde, herkesin yaptıklarına akla yatkın bir açıklaması olduğu halde kötü sonuçlar vermiştir hareketler. Ann’in hayatı ile ilgili birçok olay böyledir. Kendisinin ve hayatındaki insanların yanlış tercihleri ve talihsiz kararları sonucunda yaşamıştır yaşadığı birçok şeyi. Mantıklıdır, akılcıdır. Lovett ailesi için. Bir Lovett için yaşanan her şey talihsizlikten ibarettir. Herkes davranması gerektiği gibi davranmıştır; ama bunu normal bir insana anlattığınızda tüm bunların nedeninin insanların çılgınca ve kontrolsüz davranışları olduğunu söyler. Çünkü bir Lovett’ın mantığı damarlarında dolaşan lanet ile gölgelenmiştir. Lovett hükmeder, intikam alır, yaralar ve sonra düşünmeye başlar. Ann şimdi her şeyi kelimelere dökünce bunu daha net görmeye başlamıştı. Almanya’ya gittiklerinde büyükannesinin nasıl biri olduğunu gösterdiği ilk geceden sonra sarf etmişti Ann bu sözleri ”Kanımızda lanet var.” O buna inanmak istiyordu ve inandı. Sorgulamadan böyle olduğunu varsaydı. Hiçbir mantığı yoktu; ama şimdi bunu görebiliyordu. Her şeyi kelimelere dökünce fark etmişti bunu. Gerçekten lanetlenmişlerdi. Herhangi bir şekilde, lanetli bir soydu onlarınki. Kimsenin sürdürmek istemeyeceği bir soy. Anneleri cesur ve Muggle aşığı biri olunca JD ve Ann için bu lanetin azalması beklenebilirdi belki; ama hayır böyle olmamıştı. Çünkü böylesi mantıklıydı. Lorelle ailesi ve kocasından çok farklı görüşlere sahip olsa da o da hırslı bir kadındı, Lovett Malikanesi’nden bir esir salmayı deneyecek kadar hırslı. Bu yüzden bu lanet azalmamıştı. Ann o sırada başını yavaşça önündeki kadehte bıraktığı ruj izine çevirdi. Bundan rahatsızlık duyması gerekirdi. Duymuyordu. Böyle biri olduğu için suçluluk hissetmiyordu. Kanındaki lanetten nefret etmiyordu. Orada olmasaydı eğer geriye Ann’den hiçbir şey kalmazdı çünkü. Annwyl Lovett buydu. Kanındaki lanetin sonucunda ortaya çıkan bir kin ve nefret yumağı. Bu kadardı. Orada olmasaydı eğer bir hiçten başka bir şey olmazdı. Olmak da istemiyordu. Bu lanetin kendisini yaptığı kişiden başka birini tanımıyordu. Nasıl olunur bilmiyordu ve bu yetiyordu. Mutlu olamayacak olsa da, sevemese de, değer veremese de. Zevk aldığı şeyler vardı. Sevinçli olduğu anlar vardı. Onun da kendisine göre mutlulukları vardı. O da kendi kriterlerince mutlu olabilirdi. Martin ona bakıp gülümseyince başını ona çevirdi. “Biliyor musun, Jules, lanet bir iblis bile olsan sana âşığım. Moralinin bozuk olmasını anlıyorum, gerçekten psikolojinin bu kadar iyi olduğuna bile sevinmeliyiz. Aslında kimsenin geçmişi iyi değil sanırım. Fakat senin bu koşullarda kimseyle kıyaslanmaman gerekli, gerçek bir ‘Lovett Katliamı’ geçirmişsin. Yine de bundan sonra mutlu olma zamanı, çünkü ben yanındayım. İstersen büyükanneni öldürelim ve hayatımıza devam edelim. Sanki dünya üzerine iki Lovett gelmiş gibi. Sen ve JD’den başka Lovett hiç olmamış gibi düşünelim. Jules, mutlu olalım!” Ann de ona baktı ve o da gülümsedi. Evet, mutlu olabilirdi kendi kriterlerinde. Belki bir gün onları bile aşabilirdi; ama bir Lovett olmayı aşamazdı. Bu yüzden bir an için kendisini koşulsuzca seven bu adama acıdı. Martin ona öyle içli bakınca garip bir rahatsızlık duydu; ama sonra en başından beri sevdiği kadının bu olduğunu fark etti. Tüm lanetiyle sevmişti onu ve tüm lanetini kabul etmişti. Aynı Ann’in de kabul ettiği gibi. Martin’in çarpık gülüşüne karşılık verirken başını yana eğdi. ”Ben zaman lanet bir iblisim Martin; ama bununla bir sorunun yokmuş gibi görünüyor. E peki madem.” Gülümseyerek ona göz kırptı ve arkasına yaslandı. Konser hala başlamamıştı ve büyük bir parti olacağı beklenen bu şey oldukça sıkıcıydı. Aslında çevredeki kimse için böyle değilmiş gibi görünüyordu; çünkü kimsede bir sabırsızlık ya da can sıkıntısı ifadesi yoktu. Belki de gerçeklerin bir şekilde dile getirilmiş olmasının verdiği rahatlıktan Ann yapabilecekleri daha eğlenceli bir şeylerin olduğuna emindi. Önündeki kadehi kafaya dikerken bir yandan da sandalyesinin ucuna doğru ilerledi. ”Sence burası yeterince eğlenceli mi? Bence daha çok eğlenebileceğimiz yerler var. Mesela senin evdeki koridorun sonundaki odada son derece iyi zaman geçiyorum.” Başını yana eğdi ve sırıtarak Martin’e baktı. İtiraz etmesi durumunda onu kaçırmayı planlıyordu. | |
| | | Martin Thomas Wolfiex Fontjoncouse Otel Koordinatörü
Ruh hali : Mesaj Sayısı : 344 Yaş : 33 Kan statüsü : Safkan Galleon : 11731 Ekspresso Puanı : 11 Kayıt tarihi : 26/11/08
| Konu: Geri: LM Müzik Festivali (3. Yıla Özel) Cuma 11 Eyl. 2009, 01:49 | |
| “Üzgün olmaktan yoruldum.” Bunu kendi zihni mırıldanırken hiç olmadığı kadar içten katılmıştı. Son zamanlarda beyni onunla konuşuyormuş gibi hissediyordu kendini. Belki gerçekten beyni bir şeyler söylemeye çalışıyordu. Dinlemek bu denli zor olamazdı, fakat Martin beynine uzun bir zaman ayıracak türden insanlardan değildi. Arada bir yankılanan sözler kendisine getiriyordu onu. Gerçekten yorulmuştu, üzgün olmaktan. Tanıdığı herkes, şimdiye kadar, onu üzmüştü. Artık korkarak yaşamak istemiyordu, artık yorulmaktan, üzülmekten, yalnızlıktan korkmak istemiyordu. Biraz hayatın canını okumak istiyordu. Bu sefer korkan değil de korkutan taraf olmak istiyordu. Bunu engelleyen yoktu, bunun için ilk adımı kendisi atmalıydı. Tabii ki atmıştı ilk adımını işte, elleriyle, hayatını Jules’e emanet etmişti. Bu sefer korkmuyordu. Hiç duymadığı kadar güven duygusu vardı içinde. Fazla konuşmak istemiyordu, bu kadar konuşmuştu. Biraz susup bekleyebilirdi, birkaç ömür boyu kadar. Kısa hayatında birazcık özgürlüğü hak etmiş gibiydi. Bekleyecekti, zihni fazlasıyla özgür bir şekilde. Şimdi sonucunu bilmediği ve bilemeyeceği birçok şeyle karşı karşıya kalabilirdi. Bunları düşünmemek için gözlerini kapattı ve Jules’in bir şeyler söylemesini bekledi. Fakat yanlış yapıyordu, hep bekliyordu. Başka bir şey bilmiyor gibiydi. “Şimdi beklemenin tam sırası.” Gerçekten de öyleydi. Beklemek için uygun bir zaman arıyorsa şimdi onu elde etmişti. Dudaklarını diliyle biraz ıslattı ve üzerinden on bin kere geçilmiş çimlerin haline baktı. İsyan etmiyorlardı ezilmekten, bu onların kaderiydi. Onlar birer çimdi ve ezileceklerdi. Martin seçimini yapmıştı, Jules’i istemişti. Şimdi seçim sırası Jules de gibi gözüküyordu. Ne derse desin Martin hayatının en güzel kısımlarını onunla yaşamıştı. Elinin tersiyle alnındaki teri silerken gerildiğinin farkındaydı. ”Ben zaten lanet bir iblisim Martin; ama bununla bir sorunun yokmuş gibi görünüyor. E peki madem.” Bu kulağına yeterli bir cevap gibi gözükmüştü ki hemen bunu algıladı ve kabul etti. Her şey bu kadar kolay olacak deseler asla inanmazdı. Bu sıralar inanç konusunda biraz sorun yaşıyordu. Zaman şimdi işlemeye başlamıştı. O kadar hain bir yapısı vardı ki… Her şey kötü giderken zaman durur, seni düşünmeye ve daha kötü kararlar almaya zorlardı. Fakat ne zaman toparlasan, mutluluğun ucunu eline geçirsen hızla akardı. Akardı ki tüm güzellikler, mutluluklar elinden çabuk çıksın. Çok pislikçe bir hareketti bu zamanın yaptığı. Bencilceydi. Zamanın değeri bilinsin diye hızlı akmak zorundaydı. Bu kötüydü. ”Sence burası yeterince eğlenceli mi? Bence daha çok eğlenebileceğimiz yerler var. Mesela senin evdeki koridorun sonundaki odada son derece iyi zaman geçiriyorum.” Bu son zamanlarda duyduğu en güzel sözler arasında yer alabilirdi. İstekli ve çarpık gülümsemesi yüzüne düşerken dünyevi isteklerinin kurbanı olmak istemiyordu. Fakat konu Jules ve etkileyici cazibesi olunca hiçbir erkek hayır diyemezdi. Gülümsemesini daha fazla kasmadı, bıraktı. Özgürce yüzünde yayıldı ve tek bir gelime dudaklarını süsledi: “Olur.” Biraz kısa bir tepkiydi fakat sesinin çatlamasıyla ne kadar sabırsızlandığı ortaya çıkabilirdi. Eliyle saçlarını geriye attı ve sandalyesinden kalktı. Uzun parmaklarıyla Jules’in sandalyesini kavradı ve geriye doğru çekti. Jules ayağa kalktığında, onun elini, dirseğiyle vücudu arasına sıkıştırdı ve hızlıca partinin dışına çıkmaya başladı. Ne yazık olmuştu, daha parti başlamadan gidiyorlardı. Daha eğlenceli bir yere… | |
| | | | LM Müzik Festivali (3. Yıla Özel) | |
|
Similar topics | |
|
Similar topics | |
| |
| Bu forumun müsaadesi var: | Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
| |
| |
| |