Kalabalık, insanlarla dolup taşan sokakta tek başına yürüyordu. Soğuktu; ama hava, besbelli ki Marguerite'e etki etmiyordu: Üzerinde incecik bir cüppe vardı ve hiçbir üşüme belirtisi göstermiyordu. İnsanlar belki bu soğukta dışarıya böyle çıktığından, belki de yüzünün bembayaz kesilmesinden ürkerek ona deli gibi bakıyorlardı... Ama bunları düşünecek hali yoktu. Niye kafasından geçiyorlardı ki? Her şeyi, herkesi bırakmak, gitmek istiyordu. Ağlasa belki içindeki tüm sıkıntı, tüm üzüntüleri akıp gidecekti gözlerinden. Ama eli kolu bağlıydı, ağlamayı bile beceremiyordu artık. Belki gözünde akıtacak yaş kalmadığından, belki kendinde ağlayacak gücü bulamadığından. Kendini yalnız hissediyordu, şu koskoca dünyada yapayalnızdı. Şimdi bakınca, hayatının anlamsızlığını görebiliyordu: Niye yaşamıştı bunca zaman? Hayatının amacı neydi? İnsanlar boş yere çalıştıklarının, boş yere sevindiklerinin niye farkına varamıyorlardı?Bütün bu çaba, bu çırpınış, bu endişe ve bu zavallılık niçindi?
Nereye gideceğini bilemiyordu. Neden Hogsmeade'de olduğunu da. Umurunda değildi zaten, aklına estiği yönde yürüyordu. "Zamanla her şey düzelecek kızım, merak etme..." demişti babası. Doğru muydu söyledikleri, düzelecek miydi? Eskisi gibi gülebilecek, eskisi gibi mutlu olabilecek miydi? Sevebilecek miydi, bağlanabilecek miydi birilerine? Hiç sanmıyordu... Bu yaşadıklarından sonra, sevmekten korkar hale gelmişti. Sonunda kaybetmek olduğunu görmüştü çünkü. Zaman her şeyin ilacı falan değildi... Sadece üzgün insanları avutmak için söylenen bir söz olsa gerekti. Kafasının içinde, küçükken bir kitapta gördüğü, beynine kazınan şu sözler yankılandı:
"Oysa yapacak hiçbir şey kalmamıştır artık
Mutluluk geçip gitmiştir yanınızdan
Her şeye iyi gelen zaman sizi kanatır..."
Ne kadar anlamsız görünmüştü bu sözler gözüne o zamanlar...Oysa şimdi... Her şeye farklı bakıyor, her şeyi farklı görüyordu. Bütün bu insanlar, saçma sesleri... Abuk subuk şeylere kahkahalar atmaları, gülmeleri, üzülmeleri, sinirlenmeleri... Marguerite'in içini bir öfke dalgası kapladı; belki de kıskançlık denmeliydi buna... O insanların yerinde olmak istiyordu şimdi, aptalca bir şeyler yapıp gülmek, olup bitenleri umursamamak... Ama mümkün değildi. İçinden bir şeyler kopup gitmişti, geri getiremeyecekti o parçayı.İnsanlardan değil, kendinden kaçıyordu belki de. Hayatından.
"Hatırlamakla değişse hatıralar... Bile bile değişmeyeceklerini; tek tek çıkarıyor hafızasının raflarından her birini. Sil baştan yaşıyor çoktan yaşanmış bitmiş şeyleri. Geçmiş, çiğneye çiğneye tadı çoktan acılaşmış bir sakız olmuş damağında. Çektikçe uzuyor. Kah bir gün evveline, kah on sene öncesine erişiyor. Tekrar tekrar aynı şeyleri hatırlamaktan sıkılmamış kadın. Sıkılmış kendisi olmaktan."
Sıkılmıştı evet... Kendisi olmaktan sıkılmıştı. Marguerite olmak zordu, Snape olmak zordu... Hayat zordu, hayatın gerçekleri zordu. Bütün bunların ağırlığını omuzlarında taşımak zordu. Daha fazla dayanamayacaktı, bu sorumluluğu alamayacaktı. Artık tek başınaydı, ona destek olacak kimse yoktu yanında. Yürümekten yorulmuştu, birkaç saniye boyunca gözlerini yumulu tuttu ve iki sokağın birleşme noktasındaki köşeye doğru yürüdü. Duvara yaslandı, tekrar o acı anlar üşüşüverdi kafasına:
Hogwarts'taki odasında oturuyor, kitap okuyordu her zamanki gibi. İçinde kötü bir his vardı, sanki kötü bir şeyler olacaktı... Kafasını toplayamıyordu, kitaba yoğunlaşamıyordu. İçi sıkıntıyla doluydu, bu sıkıntının nedenini de bilemiyordu... Gerçi öğrenmek istiyor muydu, istemiyor muydu, orası da meçhuldü, ama bu sıkıntıdan bir an önce kurtulmak istediği kesindi.O sırada babasının okula geldiğini haber verdi bir ev cini. Ne demekti bu? Babası, Hogwarts'ta öyle mi? Ne işi vardı ki burada, onca işinin arasında, kızını özleyipte göreceği tutmuş olamazdı.Endişe - merak karışımı duygularla odasından çıktı ve babasının onu beklediği, Müdür Yardımcısı Elwina Wren Malfoy'un odasına gitti. Elw ortalarda gözükmüyordu, Marguerite iyice endişelendi. Mr. Snape gelmişti, Elw'in odasındaydı ve Elw, belki de olacaklardan korktuğu için, o odada bulunmayı göze alamamıştı.
"Baba... Ne oluyor?" diye sordu Marguerite korku dolu bir bakışla. "Çabuk söyle lütfen, yüzünden bir şeyler olduğu anlaşılıyor... " Gerçekten de Mr. Snape'in yüzü, her zamankinden oldukça farklıydı; kırışıkları iyice belirginleşmişti, normalden çok daha yaşlı görünüyordu.
Mr. Snape karşısındakini delip geçen o gözleriyle baktı Marguerite'e: İlk defa, bir babanın şefkat dolu bakışını gördü Marguerite; çocukluğunda babasının yoğun işleri, çok yakınlaşmalarına engel olmuştu. Yine de çocukluğunda bu konuda babasını suçladığını, ona kızdığını pek hatırlamıyordu Marguerite. Sadece çok özlerdi, ama ona hep, babasının ondan uzak kalmayı istemediği, mecbur kaldığı için ayrı kaldıkları söylenmişti. O da bunları babasına açmaya korkardı, zaten birlikte geçirdikleri azıcık vakti de böyle sözlerle harcamaya niyeti yoktu.
"Margue... Lafı dolandırmayı sevmem, bilirsin... O yüzden senin için zor olduğunu bile bile, hemen söyleyeceğim. Annen... Annen öldü."
Marguerite donup kalmıştı: Hiçbir şey yapamıyordu. Kaskatı kesilmişti, gözleri boş bakıyordu. Onu tanımayan bir insan, bu haberi aldıktan sonra bu halini görse, ona kesinlikle duygusuz derdi.Ama ağlayamıyordu, akmıyordu gözünden yaşlar... Babası yanına yaklaştı: "Margue? İyi misin hayatım?" Cevap vermedi. İstemiyordu. Onun sesini daha fazla duymak istemiyordu, tavsiyelerine uymak, gelecek hakkındaki güzel vaatlerini dinlemek istemiyordu. "Bırak beni!" Farkında olmadan avazı çıktığı kadar bağırıvermişti, babası halden anlar bir tavırla kollarını ona dolamaya çalıştı. Marguerite'in dizleri titriyordu, kollarını sertçe babasından sıyırdı ve hızla kapıyı açıp koşmaya başladı. Hızlı, daha hızlı... Sınırlarını zorluyordu, kafası patlayacak gibiydi... Sonunda koşmayı bıraktığında, kendisini Hogsmeade'de bulmuştu.Oraya nasıl geldiğini bilmiyordu, babasının konuşmasıyla buraya gelişi arasında koskocaman bir boşluk vardı. "Her şey iyi olacak..." bu sözü unutamıyordu, ne demekti her şey iyi olacak? Annesi olmadan, her şey nasıl iyi olabilirdi?...
Nasıl öldüğünü bile öğrenememişti. Acaba acı çekmiş miydi? Son anlarında, Marguerite'i, iki kızından birini düşünmüştü belki de. Margue içini çekti, annesini düşünmek ona garip bir burukluk veriyordu. Vittoria'yı düşününce bir titreme geçti bedeninden. Küçük kardeşi bunu kaldırabiliecek miydi?.. Derin derin soluyarak bu düşünceyi kafasından atmaya çalıştı. Ağlamıyordu, ağlamayacaktı. Bu kadar zayıf olamazdı, hiçbir zaman olmamıştı. Güçlüydü, sağlam bir kişiliği vardı. Belki eskisi gibi olamayacaktı hiçbir zaman ama bunları atlatması gerekiyordu. Yaşamaya mecburdu, dışarıda onu bekleyen bir hayat vardı çünkü; sorumlulukları, işi, öğrencileri, arkadaşları, sevgilisi... İnanamıyordu, annesi ölmüştü ve o hala bunları düşünüyordu. Bu çok saçmaydı, hala hayatında olan biten her şeye karşı niye bu kadar duyarlılık gösteriyordu ki? Artık hiçbir şeyin umurunda olmaması gerekiyordu, hiçbir şeye aldırış etmemesi gerekiyordu... Ama yapamıyordu işte. Bırakıp uzaklaşamıyordu alıştığı şeyleri. Neden olduğunu da anlayamıyordu... "Yeter artık! Bırak kendine eziyet etmeyi..." diye söylendi içten içe.
Ayakları onu nereye götürürse oraya gidiyordu, sonunda kendini Madam Puddifoot'un Çay Dükkanı adında bir çayhanede buldu. Daha önce buraya hiç gelmemişti, tahminince oraya gitmesinin sebebi de tanıdık bir yüz görme ihtimalinin çok az olmasıydı. Zaten tek kelimeyle iğrenç bir yerdi, pembe fırfırlar, kalpler her yeri doldurmuştu.
"Ah birtanem, çok solgun gözüküyorsun. Sana ne ikram edebilirim acaba?" Ses yaşlı bir kadından geliyordu; Marguerite kafasını çevirip baktı. Beyazlamış saçlarını sıkı bir topuzla ensesinde toplamıştı, tek bir tel bile çıkmamıştı kafasından. Birkaç saniye ona boş boş baktı Marguerite, sonra kalktı. "Hiçbir şey, hiçbir şey ikram etmeyin..."
Hafifçe öksürerek, baygın bir halde dükkandan çıktı.Sokak hala dopdoluydu, insanlar hala gülüşüyorlardı, mutlulardı. Her ne kadar imkansız gibi görünse de, mutlulardı. "Acaba bende böyle mutlu olabilecek miyim? Eski halime dönebilecek miyim?" diye düşündü. Pek emin değildi bundan. Annesinin ölümü, ondan çok şey götürmüştü. "Bir haber, sadece bir haber insanı nasıl da yıkabiliyor..." dedi içinden. Halbuki daha birkaç saat öncesine kadar o da şimdi gözlemlediği insanlar gibi, abuk şeylere kahkahalar atma yeteneğine sahipti... Oysa şimdi? Şimdi her şey değişmişti. İç geçirdi ve insanlara dik dik bakmaktan vazgeçti. Yağmur çiselemeye başlamıştı. Severdi yağmuru, yağmurun altında yürümeyi... Babasının aptal adamlarını göndereceğini biliyordu, onu bulmaları için.O zamana kadar yağmurun tadını çıkarmak istiyordu, sanki yağmurla birlikte, yaşanmışlıkları da akıp gidecekti bedeninden, ruhundan...