|
| Ravenclaw Binası Kızlar Yatakhanesi | |
|
+4Noémie Ophasis Boleyn Madeleine Violet Miller Stefania Valérie Bécaud Amortentia Cécile Derwent 8 posters | Yazar | Mesaj |
---|
Amortentia Cécile Derwent Emekli Cadı
Ruh hali : Mesaj Sayısı : 1343 Yaş : 32 Kan statüsü : Safkan Galleon : 13572 Ekspresso Puanı : 24 Kayıt tarihi : 26/08/06
| Konu: Ravenclaw Binası Kızlar Yatakhanesi Paz 22 Haz. 2008, 11:56 | |
| | |
| | | Stefania Valérie Bécaud Seherbaz
Ruh hali : Mesaj Sayısı : 684 Yaş : 30 Kan statüsü : Safkan Galleon : 12071 Ekspresso Puanı : 3 Kayıt tarihi : 28/05/08
| Konu: Geri: Ravenclaw Binası Kızlar Yatakhanesi Salı 24 Haz. 2008, 23:48 | |
| ~ Geçmiş Geri Gelmez… ~
Hızlı adımlarla yatakhaneye girdiğinde, içeride sadece birkaç kız vardı. Ama hararetli sohbetlerine öylesine dalmışlardı ki, Stef’in içeri girdiğini fark etmemişlerdi. Stef için hiç önemli değil bu. Zaten halletmesi gereken birtakım işleri vardı. Aceleyle yatağının olduğu yere geldi. Parşömenleri, yatağıyla bitişik küçük dolabına yerleştirdi. İlk çekmece oldukça dolmuştu. İkinci çekmeceyi doldurma zamanı gelmiş de geçiyordu. Hemen ikinci çekmeceyi çekti ve çeker çekmez gördüğü kitap onu epey eskilere götürmüştü.
‘Şirin Ördek Osto’ Kendisine ilk hediye edilen kitaptı. Üstelik kitabı hediye eden Johnny’den başkası değildi. Yavaşça kitabı eline aldı ve kapağını parmak uçlarıyla okşadı. Geçmiş canlandı gözünde, asla geri gelmeyecek olan o geçmiş…
O zamanlar çok mutluydu. Bir çocuktu eskiden, küçük bir çocuk. Kötü olaylara hiç anlamadan, şaşkın şaşkın bakmak. İyi olaylarda ise tüm içtenlik ile gülmek, mutlu olmak. Eskiden kötü diye bir kelime yoktu. Yani vardı; ama anlamı asla kavranmıyordu. Çocukların aklı hiç erer miydi kötü olaylara? Zorluklara göğüs germeye gerek var mıydı? Yoktu. Çünkü eskiden zorluk yoktu.
Kabus gördüğünde sığınacak bir aile hep yanındaydı. Topu patladığı ya da dondurması yere düştüğü için ağlayan çocuk artık başka şeylere ağlıyordu. Dertsiz tasasız çocuk neredeydi şimdi? Eskide, geçmişte… Mutlu olmak için gülen bir yüz görmekten daha fazlası gerekiyordu. Hayat verdiği mutlulukları, fazlasıyla geri alıyordu. Yaşamak için birden fazla neden gerekiyordu. Böyle bir dünyada kim büyümek isterdi.
“Keşke hep çocuk olarak kalsam…” Bu cümleyi kim bilir kaç kişi söylüyordu. Kim bilir kaç kişi…
Elindeki kitabın yere düşmesiyle ayıldı. Eğilerek kitabı tekrar eline aldı. Johnny, Stef’in kitaplara olan aşkını çok iyi biliyordu. Bu amaçla Stef’e bir sürü muggle kitabı almıştı. Küçük Prens, Pinokyo, Çizmeli Kedi, Uyuyan Güzel ve daha bir sürü muggle kitabını Johnny sayesinde okumuştu. Gülümseyerek elindeki kitabı yerine koydu. Baykuşhaneye hemen gitmesi gerekirken burada oyalanıyordu. Aceleyle parşömenleri ikinci çekmeceye yerleştirdi. Kafasını kaldırıp etrafına baktığında yatakhanede kimsenin kalmadığını fark etti. Ayaklandı ve koşar adımlarla yatakhaneden çıktı. | |
| | | Stefania Valérie Bécaud Seherbaz
Ruh hali : Mesaj Sayısı : 684 Yaş : 30 Kan statüsü : Safkan Galleon : 12071 Ekspresso Puanı : 3 Kayıt tarihi : 28/05/08
| Konu: Geri: Ravenclaw Binası Kızlar Yatakhanesi Cuma 27 Haz. 2008, 00:06 | |
| Yorgun ve ağırlaşmış bedenini bir nebzede yatağına bıraktı. Küçük kafasını yastığına, bedenini ise yorganın altına sakladı, başkaları görmesin bu güçsüzlüğünü diye. Kaldıramayacağı yükler bindirilmişti omuzlarına. Pes etmesini bekleyen, güçsüzlüğünü görüp zevk alan, maskeler takmış insanlar sarmıştı etrafını. Kâh gülerek, kâh korkutarak onu bekliyorlardı uçurumlarında. Acıyla, gözyaşıyla besleniyorlardı. İstedikleri şey de buydu zaten; acı, gözyaşı, ölüm… Onun ise yatağın içinde debelenmekten başka yapabileceği bir şey yoktu. Olsa dahi bilmiyordu, düştüğü bu kör kuyudan nasıl çıkacağını. İstediği tek şey sadece küçük bir mutluluktu. Küçücük yaşına bakmadan, aldırmadan hayatın attığı o tokatlar karşılığında sadece ve sadece küçük bir mutluluk. Belki de elinde kalanlar küçük bir mutluluktu. Ama ya elinde kalan? Elinde ne vardı ki mutluluğa sebebiyet veren? Elinde kalmış olan sadece lanet olasıca bir babaydı. O lanet olasıca babası, annesinin ölümüne sebep bile olabilirdi kim bilir. Annesinin hala yaşıyor olmasına şükredebilir, onu küçük bir mutluluk kaynağı yerine koyabilirdi.
Başını yastığa her koyuşunda, kapatırken gözlerini, kulaklarında çınlayan annesinin çığlığı ile sıçrıyordu. Bedeninin her zerresine kadar işleyen acının varlığı, onu düşünmemesi gereken şeylere zorluyordu. Kan beynine sıçramıştı, bu şekilde, bu düşüncelerle uyuması mümkün görünmüyordu. Omuzlarındaki yükün ağırlığından, bedenini örten –saklayan- yorganı bile hissetmiyordu. Bir çırpıda devirdi üzerindeki somut ağırlıkları. Acılarından, korkularından kaçıp sığındığı rüyalar ve hayaller neredeydi şimdi?
“Yok oldular!”
Duvarlar üstüne üstüne geliyor, zihnindeki baskılı sese arka çıkıyordu. Ağlamak istiyordu, içindeki acının gözyaşlarıyla akıp gitmesini. Ama yapamıyordu, yüzü yoktu belki pes etmeye. İçinde yanan umut ışığını gözyaşlarıyla söndürüp, ölümünü izlemeye niyeti yoktu. Her şeyi bırakıp, çekip gitmek en büyük arzusu misali yem olmak maskeli insanlara… Böyle bir son ile karşı karşıya gelmek, bendini kendi ayakları altına almaktı en nihayetinde. Kendisine bunu yapamazdı, daha çok küçüktü. Ama yaşamak için birden fazla nedene ihtiyacı vardı. Daha birkaç cümleyi bir araya getiremezken, birkaç nedeni nasıl ortak bir çatı altında buluşturacaktı? Bu olay da imkânsızlıklar denizinin engin sularında boğulmaya yüz tutmuştu, aynı kendisi gibi… Nefes alamıyordu, etrafını göremiyordu, hiçbir şey hissedemiyordu. Korkudan titreyen bacakları birbirine çarpıyor, zihninde canlanan kendi ölümünün sahnesi için yorgun olduğunu bildiriyordu. Ve maskeli insanlar… Kahkahalar atarak seyrediyorlardı duvarlara yansımış somut görüntüleriyle. Dayanamadı, müstehcen laflar sarf etti maskelere –duvarlara-. Duvarlara çarpıp geri dönen cılız sesi zihninde yankılanmaya başladı. Bu maskeler somut değildi –ki gerçek ve sahteyi nasıl ayırabilirdi bu durumda?-. Gerçek veya sahte; artık ne önemi kalmıştı ki arasındaki farkın? Geçen her saniye eriyip tükenen bu kız için gerekli olan gerçek ve sahtenin arasındaki fark mıydı? Değildi, onun için gerekli olan diye bir şey yoktu, o acı çekmeye, ölümün ne olduğunu bilmeye mahkûmdu. Küçüktü daha, küçücüktü; yaşı sadece on birdi. Ama hayat onu yaşlandırmıştı, içi çürümeye çoktan başlamıştı.
“Kendine gel!”
Ne yaptığını sanıyordu bu küçük kız? Kendisini ölüme terk etmeyeceğini düşünen o değil miydi biraz önce? Beyninin verdiği emir bu değildi ki, hiçbir şey değildi. O yaşamayı seçmişti, gerçek veya sahte duygularıyla. Maskeli insanlar belirdi yine karşısında; ama bu sefer daha gerçekti –ki sanki gerçek olması bir şeyi değiştirecekmiş gibi-. Kendisine doğru yaklaşan bu maskeli insana nefretle baktı, yüzüne tükürmesi ise an meselesiydi. Yatağından aniden sıçradı ve maskeli insanın suratındaki maskeyi çıkarttı. Bu… Karşısındaki bu insan sözde(!) babasıydı. Peki ya arkasında beliren fahişeye benzeyen insani varlık kimdi? Aklına ilk gelen doğruydu kendisine göre, bu yüzden babasına daha sonra da fahişe kılıklı kadına attı tokat. Hayatın kendisine attığı tokatlar kadar acımasızdı umardı ki ve öyle olacaktı. Kanlar fışkırdı babasının gözlerinden, sonra da defolup gitti yanındaki kadın ile. Kendine hiç yakışmayan kahkahalar attı dört duvar arasında, arkalarından. Lanetler okudu binlerce kez, daha sonra da teşekkür etti kendisine, attığı tokatlar için. Hak etmişlerdi onlar; ama ne yüzle karşısına çıkmışlardı küçük kızın? Onlara sormak istediği sorular vardı, hepsi de aşağılayıcı vaziyetteydi. Niye sormamıştı ki, onları üzdüğü anda kendisi güçleniyordu adeta. Üzmeliydi onları ya da öldürmeli. Küçük kız öldürecekti onları; ama daha küçüktü. Büyüdüğünde hiç acımadan, işkence çektirerek öldürecekti. Yaşadığı her şeyin hesabını vereceklerdi.
Midesinin bulandığını hissetti, kan kokusu olabilirdi nedeni. Ya da onların iğrenç suratlarını görmekten tiksinmişti. Dayanamadı ve içinde ne varsa dışarıya boşalttı, kustu. Hazmedemediği ne çok şey varmış içinde. Aptallığına şaşıyordu bir yandan da. Böyle bir babaya sahip olmanın nasıl bir duygu olduğunu şimdi anlıyordu, hissediyordu. Acının ne olduğunu anlayabiliyordu. Küçüktü daha, küçücüktü. Buna rağmen hissetti acıyı, kan kokusu ciğerlerine doldurdu. Bezmiş olsa da mücadele etmekten, asla vazgeçmeyecekti. Zafer ile taçlandırılacaktı en sonunda, isminin anlamını yaşamının son anına kadar taşıyacaktı.
Küçücük bir kız, karar anı, kan kokusu, istikrar, hırs, mücadele hissi, zonklayan şakaklar… Aynı anda, bir aradalar. Bir yıkımın ardından kör kuyuya düşüş ve en sonunda kurtuluş çabası…
Annesine çok benziyordu bu konularda. Hırsı, mücadele hissi, istikrarı, acı çekmesi, ihanet edilmiş ve içi çürüyen bir beden. Annesinde ve kendisindeydi bütün bunlar, sahiptiler arasında istemedikleri olsa da. Hayatı yavaş veya hızlı, bir şekilde kavrıyordu, tüm gerçek veya sahteleriyle. Karanlık veya aydınlık, hep var oluyordu hayatta. Sona ulaşabilmek için gerekli olan mücadele veya pes edişti. Mücadele edersen yaşarsın, pes edersen ölmeye mahkûm bir insansın. Bunu kavramıştı bugün o küçük kız, kavratmışlardı zor da olsa.
Yatağa uzandı tekrar; ama bu sefer saklanmadı başkalarından. Uzandı sadece, hiçbir şey yapmadı başka, yapsa da fark etmezdi zaten. İçinde alevlenen nefreti daha da büyütmeye baktı gözleri kapalıyken. Büyüyünce bu nefrete ihtiyacı olacaktı, babasının acı çekmesi için. Kim bilir hangi cehennemdeydi şuanda, kimlerle sürtüyordu. Lanetler okudu yine her seferinde olduğu gibi; bundan memnundu. Gözlerini aralarken görmek istediği sadece huzurdu. Gözlerini açtı ve büyük bir boşlukla karşı karşıya geldi. İşte, huzur buradaydı; bu sonsuz boşlukta. Derin nefes aldı, ciğerlerinin bu nefeslere ihtiyacı vardı; aynı kendisinin bu boşluğa ihtiyacı olduğu gibi. Ölmüş müydü yoksa, bu boşluk bu yüzden miydi? Kalbi biraz korku biraz da huzur doldu, ne yaşadığını bilmediği halde.
“Ben… Ben öldüm mü?”
“Tabiî ki hayır aptal!”
Kim ona aptal demeye cüret edebilirdi! Gözleri somut-soyut her şeyi görmesine rağmen sesin nereden kimden geldiğini göremedi. Bilmeye de çok niyetli görünmüyordu zaten. İstediği tek şey bu sonsuz boşlukta, sonsuz huzura erebilmekti. Gözlerini kapattı tekrar, bir daha açmamak niyetiyle. Uyudu, rüya gördü, mutlu oldu, huzura erdi. Gözlerini açmaya korkuyordu; ama yorulmuştu kapalı tutmaktan. Açılmaya meyilli olan gözlerini yavaşça açtı. Şimdi o dört duvar arasına yine gelmişti. Ölmeyi dilerken buldu kendini, daha sonra yaşın çok küçük diye azarladı. Kalbine giren ağrıyla yatakta debelenmeye başladı, ağrı zaman geçtikçe vücuduna yayılıyordu. Ölüyor olamazdı; çünkü biraz önce de ölmemişti. Ama ya eğer ölüyorsa?
“Vazgeçtim! Ölmeye hiç niyetim yok!”
“Yaşayacaksın, acı çekeceksin! Ben de bunu istiyorum zaten!”
“Sen de kimsin lanet ses!”
“Öğreneceksin; ama şimdi değil!”
Ölümü konuşuyordu kendisiyle, buğulaşmış sesini tanıyamamıştı. Artık daha fazla aksiyona dayanamazdı ve işi oluruna bırakmalıydı. Annesine mektuplar yazmalı, babasına olan nefretini alevlendirmeli, derslerine çalışmalı, dostlarıyla güzel vakit geçirmeliydi. Bunları yapmak içinde belirli bir güce ihtiyacı vardı. Bu güç ise içindeki umut ışığıydı, o sönmedikçe gücü de bitmeyecekti. Uyumalıydı, dinlenmeliydi, güç –umut- toplamalıydı. Kan kokusu zaman geçtikçe yerini temiz havaya bırakıyordu. Pencereden içeriye sızan güneş ışınları kanla beraber birçok şeyi temizlemişti. Yattığı yerden pencereye çevirdi küçük suratını. Gülümsedi ve gözlerini kapattı.
“Küçük kız şimdi uyumalı…” | |
| | | Madeleine Violet Miller
Ruh hali : Mesaj Sayısı : 96 Yaş : 30 Kan statüsü : Safkan Galleon : 11936 Ekspresso Puanı : 0 Kayıt tarihi : 22/07/08
| Konu: Geri: Ravenclaw Binası Kızlar Yatakhanesi Çarş. 23 Tem. 2008, 13:43 | |
| Gözleri yavaşça kapanırken; Yatakhanenin kapısının gıcırtısı onu ürkütmüştü. Tek gözünü kısık bir biçimde açarak yatağına doğru ilerledi. Oldukça yorgun bir akşam geçirmişti. Gece yarısında Gerçekten uykusunun geldiğini fark etmişti. Ağzı yırtılacakmış gibi esnemeyi bıraktığında yatağının başucundaki kıyafetini giyinip; sessizce yatağına oturdu. Malikanedeki ev cini Konggy’nin meyveli pastasını yemek için bütün galleonlarını verebilirdi. Çok açtı. Ağzına tıkıştırdığı birkaç şey onu doyurmuş sayılmazdı. Derin bir iç geçirerek, kafasını yastığına gömdü. Üzerine çarşafını çekiştirip bugünkü yükü kaldıramamış olan gözleri anında kapandığında yatakhanenin kaybolduğunu fark etti. Her taraf karanlıktı. Ama Lilian'a 2 saniye gelen kısa bir süre sonra; küçük bir ses ona sesleniyordu:. Gerçekten bilmiş bir ton
”Uyan istersen; Yoksa ödevlerini tamamlamayacaksın…”
Ama daha 2 saniyecik olmuştu. Ödevlerini tamamlamıştı üstelik. Yatakhane netleşirken tepesinden ona bakan kahverengi saçlı, yeşil gözlü bir kız ona bakıyordu. Kısacası Lilian’ın kaverengi saçlı ve 3 yıl küçük hali gibi bir şey. Uykusuzluktan kapanan gözlerni ovuşturup Yastığa gömülü başını hafifçe kaldırıp yatakhaneye göz gezdirdi. Herkes uyuyordu. Alışmıştı bu manzaraya homurdanarak ayağa kalktı. Sanki burada uyandırılmayı bekleyen sadece Lilian vardı. Daha dolu kız varken niye Lilian? Kız hala onu süzerken dört direkli yatağından kalkmaya hiç niyeti yoktu. Hızlı bir şekilde arkasını dönerek, çarşafını üzerine çekti. Omzunun üzerinde bütün gece yatmıştı anlaşılan; çok kötü bir şekilde uyuşmuştu
”Saat kaç?” ”Altı buçuk…” ”Altı buçuk mu? Offf.”
Yatağına uzanmak için hazırlanırken vazgeçip sıkkın bir tavırla sandığına yöneldi. Küçük kız uykusunu kaçırmıştı. Altı buçuk daha yarım saat daha uyuyabilirken. O kuzu kuzu Büyük Salon’a gidecekti. Amma da güzel bir başlangıçtı. Sırtına vurmak için hazırlandığı çantayı yatağa bırakıp yatağına çömeldi. İçinden çıkardığı notları okurken kendini biraz dinç hissediyordu. Erken uyandığı için miydi, yoksa uyumadığı mı? Lilian notu özenle kitabının arasına iliştirip, sırtına çantasını vurup yatakhaneden ayrıldı. | |
| | | Noémie Ophasis Boleyn
Ruh hali : Mesaj Sayısı : 17 Yaş : 34 Kan statüsü : melez Galleon : 11736 Ekspresso Puanı : 0 Kayıt tarihi : 28/10/08
| Konu: Geri: Ravenclaw Binası Kızlar Yatakhanesi Paz 02 Kas. 2008, 22:12 | |
|
En son Noémie Ophasis Boleyn tarafından Perş. 13 Mayıs 2010, 04:51 tarihinde değiştirildi, toplamda 1 kere değiştirildi | |
| | | Nylwen Jinelle Soulthen Şifacı ~ Yaratıkların Yol Açtığı Yaralanmalar
Ruh hali : Mesaj Sayısı : 137 Galleon : 11716 Ekspresso Puanı : 0 Kayıt tarihi : 04/12/08
| Konu: Geri: Ravenclaw Binası Kızlar Yatakhanesi Ptsi 08 Ara. 2008, 00:53 | |
| "İstemiyorum Lola. Bunu sana daha kaç kere söylemem gerekiyor? Senin sözlüğünde "hayır" veya "istemiyorum" kelimeleri olmayabilir ama alıcılarınla oynarsan beni anlayabilirsin belki. " "Tamam da birbirinize çok yakışırsınız. Bir daha düşün Nylwen." "Ben kendime yakıştırırım birilerini. O çocuğa ihtiyacım yok. Daha doğrusu bir sevgiliye ihtiyacım yok. "
Yarım saatten fazla bir süredir tartışıyorlardı. Herkesle çok yakın arkadaş olan ve de herkesi kendi gibi sanan kız, bir yanılgıya düşüp Nylwen'i de öyle sanmıştı. Samimi hareketler yetmezmiş gibi, -Lola'nın deyimiyle- çocuk "ayarlamaya" bile kalkışmıştı. Açık kestane rengi saçlarını savurup savurup "Ama çok tatlı çocuk bak!" deyip duruyordu. Ne diye anlamıyordu ki? Nylwen'in bir sevgiliye ihtiyacı yoktu. Uğraşacak zamanı da yoktu. Onun zamanı değerliydi. Sözde sevgiliyle başkaları "boş" zamanlar geçirebilirdi. Bir gün "boş" zamanlarını değerlendirmek istediğinde, çıkarlarına karşılık verecek birini kendi de bulabilirdi pekala.
Hoşlanmadığı, hiçbir zaman da hoşlanmayacağı genç cadıyı atlatmalıydı. Onu tersleyebilirdi. Böylece o çıt kırıldım psikolojisi bunu kaldıramaz, kolaylıkla alınıp toz olabilirdi. Yine de bunu yapmayacaktı. Bir gün işinin düşebileceği biriydi. Kendisinden çok da uzun olmayan kızı omuzlarından kavrayıp hafifçe salladı. “Yeter artık! Seni bir sallayayım da kendine gel.”den çok, “Lütfen bana anlayış göster.” demeye çalışan dostane bir davranış gibiydi.
“Ne düşünüyorum, biliyor musun? O çocuğu kendine “ayarlamalısın.” Şayet senden oldukça hoşlandığını hissediyorum. Beni bilirsin(!), kargalaaaarrr!”
Lola’nın yüzünde beliren çarpık gülümseme ve istekli olduğunu belli eden nidalarını umursamadan arkasını dönüp dört direkli karyolasına ulaştı. Okul formasını çıkaramayacak kadar yorgun hissediyordu. Kravatını gevşetmekle yetindi. Buz gibi yatağına uzandığında yorgunluğunu eliyle tutacak kadar hisseder olmuştu. Rahatlamanın bir yolunu bulmalıydı. Uyumak istiyordu ve ayakları öylesine ağrıyordu ki o ağrıyla uyumasına imkan yoktu. Belki biraz meditasyon yapabilirdi. Daha önce denememişti ama şans eseri biraz göz attığı bir muggle kitabından nasıl yapıldığı hakkında biraz bilgi edinmişti. Nasıl diyordu? "Vücudunun her bölgesini duyumsa ve onları sev. Sevgini belli et, onlarla konuş." Böyle miydi? Mum ışığı falan hayal etmeyecek miydi?
Gözlerini kapatıp derin ama yavaşça nefes almaya başladı. Zihnini boşaltmaya çalışıyordu. Ne diyordu? "Vücudunun her bölgesini duyumsa." Ayak parmaklarını oynattı. "...Ve onlarla konuş." Bu çok aptalca olmaz mıydı? Tek gözünü açıp yatakhanedeki insan sayısına göz attı. Çok da kalabalık sayılmazdı. Birkaç kız vardı; onlar da dalga geçecek, bu durumu önemseyecek tipler değildi. Gözünü kapatıp nefesini düzenlemeye çalıştı. Bir yandan da ayak parmaklarını oynatıyordu.
"Sizi minik, sevimli şeyler. Çok yorgunsunuz. Biraz rahatlamaya çalışın. Haydi ama çocuklar, biraz rahatlayın."
Buna katlanamayacaktı. "Bu tam bir saçmalık!" diye mırıldanarak derin bir nefes aldı. Bira şişesi yeşili gözlerini tavana dikti. Bedenini dinlendiremiyordu, ruhunu da öyle. Konuşmaya ihtiyacı vardı. Belki de saçmalamaya... Gözlerini tavandan ayırmadan öylece yatmaya devam etti.
Out: * Lola, Npc karakterdir. ** Beklenenler var. Başkası da yazabilir, burası özgür bir mekan ama Nylwen'i katmasın rp'ye, yazan kişi.
En son Nylwen Jinelle Soulthen tarafından Ptsi 08 Ara. 2008, 02:20 tarihinde değiştirildi, toplamda 1 kere değiştirildi | |
| | | Lycia Sonia Lonyttå
Ruh hali : Mesaj Sayısı : 69 Yaş : 30 Kan statüsü : Safkan Galleon : 11768 Ekspresso Puanı : 0 Kayıt tarihi : 14/10/08
| Konu: Geri: Ravenclaw Binası Kızlar Yatakhanesi Ptsi 08 Ara. 2008, 01:54 | |
| Güneşte ısınmaya çalışan İspanyol kedisi gibi öylece dikilirken taşlarda mahmuz sesleri uydum. Hemen gözlerimi açıp dikkat kesildim. Önümde uzun gölgesiyle genç bir adam duruyordu. Zengin giyimli, başında uzun bir şapka, omuzlarında salınan bir pelerin, yan tarafında ince, gümüş bir kılıç vardı. Şimdiye kadar ögrdüğün en ytakışıklı, en nefes kesen erkekti.
Bütün bunlar beni irkiltmeye yetmişti., ona gökten inen bir meleğe bakar gibi baktığımın farkındaydım. Arkasında ikinci bir adam dikiliyordu...*
Tam devam edeekti ki kitabın sayfasına düşen damla bütün dikkatini dağıtmıştı. Siyah ve iri gözlerini dikkatlice havaya kaldırdı. Sabah bulutlarını, şeker gibi duran beyaz bulurların yerini şimdi koyu lacivert ve gri tonlarında bulutlar alıyordu. Sabahtan beri esen rüzgar yağmur bulutlarını beraberinde getirmişti. Güneşin o eşsiz ışınları bulutların boşluk yerlerinden hala yere doğru sızsada gittikçe azalıyordu. En sonunda güneşin kara bulutların arasında kaybolmasıyla yağmur damlaları yere doğru düşmeye başlamıştı. Ne kadar ince ve az yağıyorsa şiddeti o kadar fazlaydı. Bir taş gibi insanın yüzüne iniyordu.
Gözlerini sakin bir şekilde yere indirdi. Kitabı sırılsıklam olmuştu; kendiside öyle. Üstündeki siyah cübbe örümcek ağı gibi yapışmıştı. Mavi - beyaz renkteki arması yağmurdan dolayı gri - lavicert renklerine boyanmıştı. Elinde duran kitabını dertçe kapatıp iki eliyle göğsüne bastırdı. Yatakhaneye gidip saçlarını kurutması gerekiyordu; yoksa hasta olma ihtimali artacaktı. Siyah gözlerini endişeyle kendini çamura bırakan çimlere indirdi. Aslında aralarında kumda vardı ama fazla gözükmüyordu. Adımlarını görkemli şatoya doğru çevirdi. Etrafındakilere karşı yavaş adım atıyordu. Yağmurdan neden kaçarlardı hiç anlamazdı zaten.
Başını önüne eğmiş bir şekilde adımlarını takip ediyordu. Bunu yapmayı seviyordu, ayrıca kaç adım attığını içinden sayıyordu. *yirmi beş, yirmi altı, yirmi yedi...* Bu düşüncelerinin içine bir ok gibi saplanan yağmur damlalarının toprağa ulaştığındaki sesi ve göle düştüğünde çıkardığı boğuk ses saplanıyordu. Islanmış yüzünde burnunun ucu buz gibi olmuştu. Üşümeyi bu yüzden sevmiyordu. Tirtir titriyor ve ısıması zor oluyordu. Evet, iğrenç bir duygu olduğu kesindi. Kim sıcacık şöminenin karşısında oturmak yerine karlı bir havada yürümeyi isterdi ki? Bunları düşünürken şatoya girdiğini fark etti. Şimdi tek işi ortak salona gitmekti. Kitabına iyice sarılarak merdivenlerden ne yavaş nede hızlı bir şekilde çıkmaya başladı...
Yatakhaneye vardığında derin bir nefes alıp yüzüne yapışan saçlarını geriye doğru ittirdi. Bu işlemi yapmasıyla arkaya doğru neredeyse on - onbeş tane damla gitmişti. Ama bu umrunda bile değildi. Nasılsa arkasında kimse yoktu ve bütün damlalar yere düşmüştü. Hızlıca ranzasının olduğu yere doğru ilerledi. En sevdiği yerdi; hem cam kenarı, hem de üst yatakta yatıyordu. Altındada Nylwen yatıyordu. Hızlıca dolabından havlusunu ve tarağını alıp yatağına çıktı. Her ikisinie yorganının üstüne bırakıp gözlerini camdan dışarı dikti. Çok yüksektelerdi, birde Lycşa'nın yükseklik korkusu vardı. Evet, iğrenç bir şey olduğu kesindi.
Hızlıca saçlarını havluyla kurutmaya çalıştı ama her zaman ki gibi sadece nemini almıştı. Sinirle havluyu yorganının üstüne koyarak birbirine dolaşmış ve kabarmış saçlarını taramaya başladı. Tam Nylweb'e bir şey söylecekti ki hapşurmuştu. *Evet Lycia, yakında seni Hastane kanadında görmeyi umuyorum.* Bunları kendi kendine söylerken bir yandan da burnunu çekiyordu. Tarağı son bir kez daha yumuşamış ve kurumuş saçlarında gezdirip onuda yavaşça yorganının üstüne koydu. Yüz üstü yatağında uzanıp kafasını aşağıya doğru sarkıtıp br kez daha burnunu çekti. "Selam Nylwen. Nasılsın?" Sözlerini tam bitirmişti ve bu işlemi yaptıktan hemen sonra iki kez üst üste hapşurması bir olmuştu. *Kraliçenin Soytarısı syf,13 | |
| | | Phaédra Emilié Meraud
Ruh hali : Mesaj Sayısı : 24 Yaş : 30 Kan statüsü : Safkan Galleon : 11766 Ekspresso Puanı : 0 Kayıt tarihi : 15/10/08
| Konu: Geri: Ravenclaw Binası Kızlar Yatakhanesi Ptsi 08 Ara. 2008, 20:01 | |
| 'Rowena Ravenclaw çıktığı seyahatlerden birinde düştüğü çukurdan onu kurtaran hayvan kartaldır küçük Glue. İçeride kalan asasını da aynı kartal kurtarmıştır. Efsaneye göre amblemimizin doğuş şekli böyle. Bayan Winsténd'in kabul edeceğini sanıyorum, yine de Madam Pince'den yardım istemelisin.'
Her seferinde olduğu gibi o gece de ödevlerini yetiştirmeye çalışan küçük sınıflara yardım etmeye çalışıyordu. Bencilliği bilgi konusunda kayıtsız kalıyor, içine doğan paylaşma arzusu gözünü kör ediyordu. Ravenclaw'ın kupa kazanmasının umrunda olup olmadığını düşünmemişti şimdiye kadar. Düşündüğü tek şey etrafındakilere ve en çok da kendisine ne çok şey bildiğini kanıtlamaktı. Bir az önce söylediklerinin tamamı Madam Pince ile olan sıkı ilişkileri vasıtasıyla okuduğu tarih kitabından alıntıydı. Elbette orada daha ayrıntılı anlatılıyordu fakat zihninde biriktirdiği bilgiler düşünülürse ayrıntıları hatırlaması oldukça zor olacaktı. Her konu hakkında bir fikri vardı. Belki de bünyesinde barındırdığı en harikulâde şey de buydu. Bilgisinin olmadığı, meraklanmadığı şey oldukça azdı. Olayların sonuçlarına varmak yerine nedenlerini irdelemeyi, sebepleriyle cebelleşmeyi ve kendini olayın içinde hissetmeyi seviyordu. Sıkıcı tarih derslerinin en güzel yanı da tatlı profesörün ince ses tınısıyla anlattığı şeylerin Phaédra'da bıraktığı tesirdi. Hayal dünyası geniş bir kız çocuğu için iyi malzeme verdiği doğruydu. Diğerleri gibi uyumak yerine dirseğini masaya yaslayıp, yanağını da avcunun içine koyarak öylece duruyordu. Tüy kalemiyle oynuyor, dersliğin tavanındaki çatlakları takip etmeye çalışıyordu. Ve ilginç bir şekilde bir kulağı hep profesörde oluyor, sorulan her soruya gerekli cevap vermesi zor olmuyordu. Onun hakkında kesin olan şey çok garip olduğuydu. Kendisinin bile çözümleyemediği kadar ilginç bir kızdı.
Parşomenin tüm boşluklarını doldurarak yazmaya çalışan Glue'ye kaydı gözleri. İstekli, öğrenme hevesli bir kızdı. Bu sene gelmiş olmasına rağmen herkese aynı sevecenlikle yaklaşıyor olması onun için bir artıydı. Öyle ki tarih konusunda yardımını Phaédra'dan alırken aritmansiyle ilgili tüyoları Jinelle'den alıyordu. İri gözlerinin içi koyu yeşile boyanmıştı. Elmacık kemiklerinin üzerini kahverengi lekeler kaplayan kızın sarı, örgülü saçları iki omzundan aşağı dökülüyordu. Küçük elleri hayli büyük kalemi öyle sıkı tutuyordu ki arada bir titriyor, mürekkebi önceki harflere bulaştırıyordu. Yine de lanet okumak yerine devam ediyor, gerekirse farklı bir üslupla cümlelerini tekrarlıyordu. Romanya'dan, Bükreş'ten geliyordu kız. Avrupa'nın en eski insan fosillerinin bulunduğu ülkeyi görme şansı olmayan Phaédra'yla konuşmalarında mutlaka ülkesinden bahsediyordu. Kızın annesi Muggle olduğundan, ülkesine bakış açısı da farklı oluyordu. Phaédra ise doğduğu ülkeye bağlı hissetmezdi çoğu zaman kendini. Hatta genelde kendini bir yere ait hissettiği olmuyordu. Kızın anlamaz bakışlarıyla kendine geldiğinde zihninin önlerine hucüm eden lüzumsuz düşünceler hızla kaçıştı. Phaédra nazikçe gülümsedi ve kızıl saçlarını geriye doğru savurup
'Ben uyusam iyi olacak Glue. Görüşürüz.'
Gömüldüğü puftan zar zor doğrularak ayaklandı. Eliyle sol omzuna topladığı saçlarıyla oynaşırken yıldızlarla dolu tavanı süzüyordu. Muhtemelen büyük salonununkiyle aynı büyüye maruz kalan tavanlarının her seferinde aynı manzarayı sergiliyor olması can sıkıcıydı. Yaklaşık dört senedir kafasını her kaldırdığında yıldız görmekten bıkmıştı. Aslına bakılırsa salonun maviye boğulmuş hali de çok sıradandı. Uzun süre içeride kalan biri dışarı çıktığında mavi dışındaki renkleri yadırgıyor, gözleri yoruluyordu. Huzur verdiği bir gerçekti fakat fazla huzur da can sıkıcı oluyordu. Adımları yatakhaneye çıkan merdivenlerle buluştu. Merdivenler ayaklarının altında hızla kayarken annesinin son yolladığı mektup aklını meşgul etmeyi başarmıştı. Sabahtan beri zihnini sürekli meşgul ediyor, cevap yazmamak, annesini merakta bırakmak için kendni tutmaya çalışıyordu. Her sene yollanan kağıtlardan biriydi. Aritmansi dersine iyi çalışmalıydı, Quidditch takımına girmeliydi ve annesini çığırtkan yollamaya zorlayacak bir şey yapmamalıydı. Genç kadının tüm bunları trene binmeden önce öğütlememesinin tek sebebi Phaédra'nın hazır cevaplığını önlemekti. Ve elbette kızının arkadaşları tarafından dalga geçilmesine zemin hazırlamak...
Kapının pirinç tokmağını yavaşça çevirdi. İçeridekileri rahatsız edecek bir ses çıkarmamaya özen göstererek kapıdan içeri sıvıştı. Ardından kapadığı kapıya sırtını yasladı ve bir süre içeridekileri süzdü. Kapıyla ilişkisini kesip hızla yatağına doğru yürümeye başladı. Odaya hakim olan sessizliği bozan tek şey yağmurun ısrarcı damlalarıydı. Camları hızla ve hiç durmadan dövüyorlardı. Yatağının biraz ilerisindeki cama yaklaştı ve perdeyi yavaşça araladı. Görünüşe göre gece sabah gün tarafından uğratıldığı bozgunun intikamını kötü alıyordu. Yıldızları koymayı unutan kalemler, göğü her zamankinden daha da koyu bir laciverte boyamıştı. Ay, küskünlüğünü belli ediyor, bulutların arkasına gizlenerek kendisini özletmeye çalışıyordu. Yağmurun rahatsız edici kokusu pencerenin yıpranan çerçevelerinden içeri giriyordu. Phaédra yaslanmak için elini koymaya çalıştığı denizliğin de ıslak olduğunu fark edince endişeyle perdeyi kapatarak yataklarında birbirleriyle sohbet eden kızlara döndü.
'Lycia, içeri su giriyor. Sanırım bir kaç ufak büyü yapmamız gerekecek.' | |
| | | Andreã Cymone Zcfieldern
Ruh hali : Mesaj Sayısı : 79 Yaş : 30 Kan statüsü : H.B Galleon : 11706 Ekspresso Puanı : 0 Kayıt tarihi : 14/11/08
| Konu: Geri: Ravenclaw Binası Kızlar Yatakhanesi Cuma 23 Ocak 2009, 23:01 | |
| Karmaşık duyguların çevrelediği, kendini bir uçurumun kenarında hissediyordu Andreã. Önünü göremiyordU, geriye de dönemiyordu. Cam bi fanusun içindeymiş gibi sadece dışarıyı gözlemleyebiliyordu. Olaylara müdahale edememek canını sıktığı gibi sinirlerinin de bozulmasına sebebiyet veriyordu. Etrafa müdahale edememesi, zayıf bir kişiliğe sahip olduğunun bariz bir kanıtıydı. Bunu bildiği hâlde, bilmemezlikten geliyordu - en azından gelmeye çalışıyordu- Bir kez zayıf olduğunu kabullenirse, artık geri dönüşü olmayacak bir yola girmiş olacağının farkındaydı Andreã.
Yatakhane her zamanki gibi oldukça ıssızdı. Bu ıssızlık zaman zaman insanı rahatlatsa da, çoğu kez can sıkıyordu. İnsan, bazen duygularını paylaşma ihtica duyuyordu. Bir omza yaslanıp dakikalarca ağlamak yahut uzun kahkahalar atmak... Bu ıssızlık, insanın içindeki tüm duyguları yavaşça kemirip, çürütüyordu adeta. Sûkûnet güzeldi belki ama abartıya kaçtığı taktirde, ölüm sessizliği oluşuyor bu da hüzünlerin dışarıya savrulmasına insanın yalnız olduğunun bir kez daha farkına varmasına neden oluyordu. Yalnızlığın farkına varmak da insanın canını yakıyordu. Karşı konulmaz bir acıydı bu. Yüreği sızlatan, insanın içinden söküp atamadığı, bastıramadığı bir acı...
Köşedeki yatağına doğru yavaşça ilerledi Andreã. Cübbesini çıkarma gereksinimi duymadan kendini yatağa attı. Kızıl saçlarının önüne gelen kısımları yavaşça geriye çekip, masmavi gözlerini tavana yöneltti Andreã. Bu biçimli, yalnız kalınca düşünme fırsatı buluyordu. Geçmişini tetkik etme, geleceği hakkında plânlar yapma fırsatı buluyordu. Hayatındaki yanlışları gözden geçirerek, narsist duygularını tatmin etmeye çalışıyordu çoğu kez. Tanrı'nın kendine neden hep acımazsızca davrandığını sorguluyordu bazen. Bu yaşta, bu denli içine kapanık ve soğuk olmasının temelinde zaten bu vardı: Acımasız bir yaşam.. Zihni bir an bile boş kalmıyordu Andreã'nın. Düşünce silsilesi boş kaldığı her an, zihnine hücum ediyor içini kemiriyordu. Zaman zaman pişmanlıkları aklına geliyor ve büsbütün kahroluyordu. Kendi kendine zarar veriyordu Andreã. Acı çekmek hoşuna gitmeye mi başlamıştı yoksa? Bu denli sadist bir ruha sahip olmamamayı umut etti. Çünkü böyle yaralanmış bir ruhu sarmak imkansızlık, olasılıksızlık demekti.
Ruhu dört duvar arasında günden güne sıkışıyordu. Yatağında uzandığında ve mavi gözleri kapandığında özlediği insanlar geliyordu aklına. Ailesi.. Melez olduğu için lanetler savurduğu, fakat her gece rüyalarına giren ailesi. Onlara hem bu kadar uzak, hem de bir o kadar nasıl yakın olduğu hakkında en ufak bir bilgisi yoktu. Zaten bilmekte istemiyordu. Çünkü tüm bunları sorgulayacak gücü kendinde henüz bulamamıştı. Anlaşılan oydu ki daha uzun bir süre bulamaycaktı da. Her gece saçını okşayan annesinin, yumuşak sesiyle bölünüyordu uykusu. Özlüyordu onu hemde delicesine.. Ancak duygularını her zaman bastırmayı başarmış biri olarak bunu da kimse bilmiyordu ve bilmeyecekti. Annesine her ne kadar özlemiş olsa da, ona sarılamasada bu şekilde yaşamayı öğrenmişti.
Tüm bunları düşünürken mavi gözlerinin arasından ince bir damla gözyaşı döküldü Andreã'nın. Yanağından aşağı dökülen damla içini sıcaklıkla dolduruvermişti. Bir damla da olsa döktüğü bu yaş; uzun süredir bastırdığı duygularının bir çeşit dışa vurumuydu. Zaen fazlasını da yapamazdı. İnce bir çizgi biçiminde çenesine ilerleyen yaşı, elinin tersiyle sildi Andreã. Yüzünün sol tarafında yaşın bıraktığı nem hala asılıydı. Andreã, yavaşça yaşın aktığı yanağına doğru elini götürdü ve içinden gelen cümleyi istemsizce savurdu: "Nerdesin annceğim?"
İyice çöken yorgunluk mavi gözlerinin yavaşça kapanmasına neden oluyordu. Andreã karşı koymaya çalışmadı. Yavaşça gözlerini kapatırken içindeki umutlar filizlenmeye başladı. Bu gecede anneine ve onun narin sesini duymayı hayal ederek uykuya daldı.. | |
| | | | Ravenclaw Binası Kızlar Yatakhanesi | |
|
Similar topics | |
|
Similar topics | |
| |
| Bu forumun müsaadesi var: | Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
| |
| |
| |