|
| Bilinmeyen Veda Öncesi Son Konuşma | |
| | Yazar | Mesaj |
---|
Charlie von Diederich Seherbaz Karargahı & UBBP Genel Başkanı
Ruh hali : Mesaj Sayısı : 2101 Yaş : 29 Kan statüsü : Safkan Galleon : 12549 Ekspresso Puanı : 49 Kayıt tarihi : 05/05/08
| Konu: Bilinmeyen Veda Öncesi Son Konuşma Çarş. 01 Ekim 2008, 21:50 | |
| Tarih: 1950 Mevsim: İlkbahar Hava Durumu: Güneşli birkaç günün ardından bulutlu ve soğuk.
Charlie, Anna ve John. | |
| | | Charlie von Diederich Seherbaz Karargahı & UBBP Genel Başkanı
Ruh hali : Mesaj Sayısı : 2101 Yaş : 29 Kan statüsü : Safkan Galleon : 12549 Ekspresso Puanı : 49 Kayıt tarihi : 05/05/08
| Konu: Geri: Bilinmeyen Veda Öncesi Son Konuşma Perş. 02 Ekim 2008, 18:13 | |
| Ne şanslıydı ki birkaç gündür edinmiş olduğu sabahın erken saatlerinde kalkma alışkanlığı, ona ferah bir banyo yapma hakkı tanımıştı. Az sonra kendisini soğuk suya teslim edecek Charlie gerçekten ter içinde kalmıştı. Akabinde henüz sabahtı. Güneş yeni doğmuş olmasına rağmen her zamanki gibi ortalığı yakıyordu ve daha yaz gelmemişti. İki gün öncesinden başlayan bunaltıcı hava, etkisini sürdüyordu hâlen. Kimse uyanmadan işini halletmesi gerektiğini bilen Charlie ise, elini çabuk tutmaya çalışarak soğuk suyu ardına kadar açtı. Birden vücuduna şimşek gibi çarpan suyun bedenine işleyişini hissetti. Uzamış sarı saçlarının, su yüzünden gözlerine doğru yapışmasına müsaade etti. Birkaç saniyede içi geçen Charlie diğerleri uyanmadan çıkmak zorunda olduğunu hatırlattı kendine. Tatilde zaten fazla yüzememiş olan Charlie her banyoya girdiğinde tadını çıkarmak için en az onbeş dakika duruyordu ama kendini kaptırmamalıydı. Bu sadece bir duştu ve soğuk suyun kandırıcı duygularıyla bütünleşmemeliydi ruhu. Son olarak saçlarını yıkayan Charlie, fazlasıyla isteksiz bir halde suyu kapadı.
Yarı çıplak olarak atletini giymeye yönelen Charlie, halen herkesin mışıl mışıl uyuduğunu görünce sevindi. Çünkü tüm sesler çok çabuk işitiliyordu, zira su sesi Charlie'yi en çok uyandıran etken olmuştu. Birkaç saniye su altında durmak bile yetiyordu bu 'foşurr foşurr fışşş fışşş' gürültüsüne. Yanına vardığı yatağının üstünde duran beyaz atletini üstüne geçirdikten sonra ahşap dolabından çıkardığı gömleğini giydi. Bir yere yetişmesi gerekmediği için yavaşça düğmeleri ilikleyen Charlie birkaç dakika sonra kurulanma, giyinme işini halletti. Hemen ardından yatağının yanı başındaki küçük, açık kırmızı dolabın çekmecesini açtı yavaşça. Yatağına oturarak çekmecenin içindeki ojeyi eline aldı ve ona doğru bakarak iki parmağının arasında döndürmeye başladı. Birisi görse ne derdi? Değişik görünmek uğruna verdiği bu savaştan yenik çıkarsa n'olacaktı? Hoş, yüzük parmağının tırnağındaki ojeyi çok gören olmuştu ama bir şey diyen, karışan olmamıştı. Yine de başkalarının kendisini yanlış anlayabilme olasılığı muammaydı işte. Çünkü bir erkeğin tırnağını boyaması kadar saçma bir şey olamazdı. En azından Charlie için... Fakat yine de boyuyordu ve boyamaya devam etmeye de kararlıydı. Yine de Hogwarts içinde o kadar olay dönüyordu ki kimsenin bir tırnağı dert edeceği düşünülemezdi.
Son olarak cüppesini geçirmeyi de başarmış olarak yatakhaneden hızla çıktı Charlie. Havayı en son banyoya girmeden önce görmüştü ve değişeceğini sanmadığı için de tekrardan bakmaya gerek görmemişti. Ama bahçe kapısından çıkmadan önce istemeden de olsa dışarıyı gören Charlie şok oldu birdenbire. Bulutların göğe hükmettiği, rüzgarların yeryüzünü uçurmaya çalışarak zorunlu yarattığı monarşi* sistemi akıl alınacak derecede değildi. Ve henüz bir saat bile geçmemişti, güneşli havadan da eser yoktu. Birkaç saniyelik şaşkınlığı üstünden atmaya çalışan Charlie, ardından kararından vazgeçmeyerek bahçeye çıktı. Önünü kapamadığı cüppesini iki eliyle de eş yönlerden ortaya doğru çekerek birleştirdi. Ellerini birbirine hızlıca sürterek ısıtmaya çalıştı. Ardından bir delilik yapmaya karar verdi. Bu soğukta göle gidecekti. Onu en çok üşütecek yer de orasıydı, en çok huzur verecek olan da... Kendisi değil de yine huzur arama bahanesiyle macera peşinde koşan beyni soğuktan üşütmüştü galiba?
Titremek istiyordu, üşümek... Gittikçe gaddarlaşan kalbinin donmasını istiyordu sonsuza dek. Göle doğru attığı her adımda daha da hüzünleniyordu Charlie. Nedense bu son dönem ona çok ağır gelmişti. Mezun olacak olmanın verdiği sevinç duygusu, isteksizliğinin içinde kayboluvermişti sanki. Benliğini git gide yitirmeye başlamıştı, elinden tutamıyordu ruhsuz ruhunun. Bir pamuk kadar yumuşak ve yufka yüreği, dalgalardan aşınmış bir kayaya dönmüştü resmen. En korkulu rüyası olan kişiliksiz olma özelliği, kendisini işgal ediyordu yavaş yavaş. Buna dur diyen bir general ya da komutan yoktu, olsa dahi bu ruhun içinde daha fazla yaşayamıyordu. Her şey onun için bitiyordu artık. İçinde ne bir heyecan kalmıştı, ne de bir heves. Duygusuz dünyasının kindar ve gaddar hükümdarı olup çıka gelmişti Charlie. Berlin'deki annesi ve babasından, Stuttgart'taki amcasından ya da en azından Köln'deki teyzesinden kendisine mektup gelmiyordu kaç gündür. Onu mutsuz eden, bu kadar kendisinden soğutan etkenlerden en önemlisi de buydu; büyüdükçe önemsiz bir genç haline gelmek. Ruhu daralıyordu artık.
Düşüncelerden arınamayan zihninde çıkmaz sokağa varmışken, irtibatını birkaç dakikadır kesmiş olduğu gerçek hayatta gölün yanına gelmişti bile. Bu kadar soğuk bir havanın dahi donduramadığı göle bakarken yürümeye devam etti. Kim bilir, belki bu ruh haliyle tüm gölün etrafını en az on kere dönerdi. Ama tek bilinen bir şey vardı ki o da eski Charlie'nin git gide yok olduğuydu. Belki artık değişik ve sıradışı görünmek uğruna verdiği savaştan çekilmeliydi. Fazla hırslı olmamalı, kendini üzmemeliydi. Bu yolun sonu var mıydı ki? Bir an için emellerine ulaşamamış bir Charlie geldi aklına, tüyleri diken diken oldu. Bunun zihni canlandırması bile çok irkitici ve gericiydi. O sırada gözlerini gölden çevirdi ve önüne doğru baktı. İlk gördüğü küçük taşa büyük bir tekme atarak onun göle doğru uçuşunu izledi. Rüzgardan dalgalanan sarı saçlarını bir hamleyle yana doğru itti ve yeniden kurtulamadığı düşüncelere daldı.
*Tek hükümdara bağlı yönetim sistemi | |
| | | Anna Luaná del Muñeco Yazar
Ruh hali : Mesaj Sayısı : 347 Yaş : 40 Kan statüsü : Safkan Galleon : 12114 Ekspresso Puanı : 18 Kayıt tarihi : 19/05/08
| Konu: Geri: Bilinmeyen Veda Öncesi Son Konuşma C.tesi 04 Ekim 2008, 16:43 | |
| ``Tam anlamıyla delilik bu Anna--´´ ``Geri dön Anna!´´
``Hayır! Ya ne bekliyordun anne. Yalnız kalmaya ihtiyacım var, izninle!´´
Rüya... Ne olabilirdi ki: kâbus mu? Annesiyle son geçirdiği günün bir kısmını rüyasında gören Anna, hiç olmadığı kadar vicdan azabı çekmişti. Çünkü bu, annesinin ölümünden önceki son konuşmasıydı. Yatakta sağına-soluna dönüp duran Anna´nın bu gördüğü rüya onu çok etkilemişti. Yatağında, yüzünü buruşturarak kendini sağa sola atıyordu resmen. Gözlerini bir anda açtığında şafağın yeni söktüğünü ve içeriye yavaşça gün ışının girerek, belki bir umuttur ki `bize yeni haberler getirecek´ diye beklediğimiz o, bazıları için iyi, bazıları içinse kötü olan gün... Anna içinse anlaşılmaz ve karamsar bir gün olacağa benziyordu. Üstündeki örtüyü sol eliyle, vücudundan kaydırarak ayaklarına kadar attı ve yatağının içinde oturarak, ayaklarına terliklerini giydi. Pencereye doğru bakışlarını çevirdi. Gözleri kızarırken, bir an bile unutamadığı annesini hatırlıyordu. Saçlarını iki eliyle ensesinde toplayarak, yavaşça ayağa kalktı, yatağının ucundaki yün ceketi omuzlarına geçirdi ve yavaş adımlarla pencerenin önüne yürüdü.
Pencerenin kenarına dayanarak, iki eliyle omuzlarına geçirdiği yün ceketi tutuyordu. Dışarıya bakmaya başladığında, yüzünü aydınlatan ışığın etkisiyle gözünden bir damla yaş yanağından yavaşça kaydı. Son senesiydi. Dönem bitince bir mesleğinin olmasını arzulayarak, hiçkimsenin olmadığı boş bir eve gitmek Anna için acı verici olmalıydı. Annesinin bilekliğini ve ondan kalan baykuşu Roseanne'a çok iyi bakmak zorundaydı. Babasını daha göremeden kaybetmiş, annesinide geçen yaz kaybetmişti ve kimsenin bundan haberi yoktu. Kimseyle konuşacak durumu bile yoktu. Kollarını göğüsünün hizasında kavuşturarak yatakhane kapısına doğru ilerledi. Yavaşça tahta kolu çevirdi ve merdivenlerden inen ve Anna'ya bakan çocukların önünden geçerek tuvalete doğru yürümeye başladı. Yüzünü yıkamaya ve biraz kafasını dağıtmaya ihtiyacı vardı.
Musluğu yavaşça çevirdi ve akan suyun içine iki elini soktu. Elinden kayıp giden su gibi annesinide kaybetmişti. Iki avcunu birleştirerek içine bir miktar su aldı ve yüzüne doğru çarptı. Ayılabilme umuduyla gözlerini bir miktar suyla ovdu. Saçlarını biraz ıslattı ve lavabonun üstündeki aynaya gözlerini dikerek kendini inceledi. Gözlerinin altı çökmüştü. Avcuna su alarak yüzüne çarptı. Kafasını kaldırıp aynaya baktığında tam arkasında annesinin olduğunu gördü. Gözleri kızarmıştı bir anda. Tedirgin bakışlarla yavaşça kafasını arkaya çevirdi: "Anne!.." Kimse Yoktu! Kafasını tekrar çevirerek ağlamaya başladı. Ondan bir kereliğine `beni affet!´ diyememiş, ızdırap çekiyordu. Tuvalette fazlasıyla kaldığını düşünen Anna, göz yaşlarını silerek dışarıya çıktı. Yatakhaneye tekrar döndü ve dolabına doğru ilerledi.
Havanın görüntüsüne aldanarak üstüne askılı bir sarı ve beyazın çoğunlukta bulunduğu bir bluz ve altınada kısa bir şort giydi Anna. Saçlarının bakımını yapamayacak kadar yorgun ve cüppesini yanına almayacak kadar da unutkan biri olmuştu. Ayakkabı olarakta, dolabının altındaki hafif topuklu siyah ayakkabılarını ayağına geçirerek dolabın kapağını kapattı. Her ne kadar, üzgün ve çaresiz olan Anna'nın yanında onu seven dostları vardı; ya da o öyle biliyordu. Ailesi kadar severdi onları, bu yüzden onlardan dönem sonu ayrılmak çok kötü olacaktı onun için. Topuklu ayakkabıların çıkardığı seslerle yatakhane kapısından dışarı çıkrı Anna. Etrafına dikkatle baktı, keskinleşen gözbebeklerini bir tarafa yoğunlaştırarak. Kafasını merdivenlere çevirdi. Yavaşça adımlar atarak, merdiven basamaklarından aşağıya inmeye başladı.
Adımlarını büyüterek bahçe kapısına doğru ilerledi. Ayakkabılarıyla yavaş ve büyük adımlarla koridordan geçerken, gözleri hep etrafta yine annesinin hayalini görür diye dört dönüüyordu. Bahçe kapısını açınca serin hava iliklerine kadar tesir etmişti. Içine bir üşüme hissi gelmişti; düşündüklerinden önemli değildi. Çimlerin üzerinden ilerleyerek ağaçların bulunduğu kısma ilerledi. Bahçedeki öğrenciler ara sıra Anna'ya kafalarını çevirip bakıyorlardı. Anna ise kafasını yere eğmiş bir şekilde ilerliyordu. Ağaçların olduğu bölgeden biraz daha ileriye, kimsenin sıklıkla bulunmadığı göl kenarına doğru ilerlemeye karar vermişti. Her zaman gözleri etrafında bir şeyler arıyordu. Gölün serin havasını soluduğunda içine bir ferahlık dolmuştu. Adeta huzura ermiş gibiydi. Bir yandan üşüyor, bir yandan huzurlukla ilerliyordu ki, ilerde ağacın dibine çökmüş olan ve bir taşı göle fırlatan en iyi dostu Charlie'yi görmüştü. Anna için çok yakın birisiydi ve Anna´nında boş olduğu söylenemezdi; kimseye belli etmemişti şimdiye kadar. Yavaşça yüzüne getirdiği yapmacık gülüşle yanına ilerledi: "Charlie? Nasılsın? Seni burda bulmayı ummuyordum?" Yavaşça onun yüzüne baktı ve Anna yüzündeki yapmacık gülüşü biraz daha keskin hâle getirdi. | |
| | | John Stewen Peterson Seherbaz
Ruh hali : Mesaj Sayısı : 813 Yaş : 32 Kan statüsü : Safkan Galleon : 12198 Ekspresso Puanı : 6 Kayıt tarihi : 15/03/08
| Konu: Geri: Bilinmeyen Veda Öncesi Son Konuşma Ptsi 06 Ekim 2008, 23:24 | |
| Yavaş yavaş solarak sona eren günün sessizliğinde rüzgar başta sadece ufak bir esintiydi. Hogwarts’ın heybetli kalesinin duvarlarından yükselip geçti. Yemyeşil araziyi tıpkı yeşil bir deniz gibi dalgalandırdı. Sonunda da John’un ağır adımlarını atmakta olduğu yere göl kenarına geldi. İlerlerken bir şarkı mırıldanıyordu adeta. Kulağa hem çok tanıdık gelen hem de hiçbir yerde duyulmamış bir melodi ile ıslık çalıyordu. Hareketlenen kurumuş yaprakların hışırtısı ve hemen yanındaki gölün titrek dalgalarının kayaya vuruş sesi de şarkıya eşlik ediyordu. Ancak bu seremoninin John için tüyleri ürperten bir yanı da vardı ve bu sadece rüzgarın sırtını dövmesinden yada yüzünü üşütmesinden kaynaklanmıyordu. Gittikçe ağırlaşan adımlarını bir süre sonra durdurdu. Bir kayanın üzerine bir ayağını attı ve diğerini yerde bırakarak öylece durdu. Sol eli güç vermek istercesine dizini tutuyordu. Sağ eli ise bir taş gibi sıkılmıştı. Rüzgar bu sefer yanında esiyor ve siyah cüppesini sola doğru dalgalandırmaya başlıyordu. John’un ufka dönmüş bakışları bulutların beyazına karışmış belli belirsiz kızıl haleyi izlemeye dalmışken ağır ağır kuvvetlendi. Uğultulu seremoni şiddetlendi ve katıksız bir öfkeyle kükremeye başladı. Adeta simsiyah bir bayrak gibi dalgalanan cüppeyi söküp atmak istercesine şiddetle John’un gövdesini dövdü. Öyle ki John bir iki adım sendeledikten sonra dengesini zar zor sağlayabildi. Rüzgar sonra ağır ağır soldu ve geriye kalan birkaç hışırtıyla birlikte kayboldu. Geriye sadece kuru bir soğuk kalmıştı. Soğukla büzüşmüş ve katılaşmış kuru dudaklarını oynatarak sonunda bir mırıldanma çıkarabildi.
-Dede… Sen nasıl? Kapalı avuna doğru bakarak sonunda konuşurken ağzından buharlar çıkıyordu. Kapalı olan sağ avcunu hafif hafif açarak buruşturulmuş parşömeni ortaya çıkardı. Parşömeni diğer eliyle hafifçe açtığında yazı kırışıklar ve göz yaşları sayesinde neredeyse okunamaz halde olduğunu fark etti. Neredeyse buna memnun olacaktı. Ama bu hiçbir şeyi değiştirmezdi.Her ne kadar okunamaz hale gelse de orada yazan haber belliydi. Gözünden süzülen yaşlar yüzünün daha da üşümesine neden oluyordu. Ama onlara engel olmadı ilk defa. Kalbinde yükselen acıyı belki sadece bu şekilde biraz olsun dindirebilirdi. Yaşlar yanaklarında geçtiği yerleri soğutan damlalar halinde ilerleyerek ağır ağır toprağa düştü. Kara haberi aldığında soğuğu yada yapması gereken ödevleri bile düşünmeden koşmuş ve kendini buraya atmıştı. Ömründe her üzüldüğünde olduğu gibi yine buraya gelmiş huzur dileniyordu. İçine derin bir nefesle soğuk havayı ciğerlerine doldururken anılar da zihninde ardı sıra uçuşmaya başladı. Anlattığı binlerce hikayede bazen ejderhalarla savaştığından bazen trollere neredeyse yem olacağı anlardan bahsediyordu. Hepsini öyle ilgi çekici ve gizemli bir üslupla anlatıyordu ki binlerce kez dinleyebilirdi. Yalan da olsa zevkli olan o hikayeleri şimdi kim anlatacaktı? Onun yanında gülüp eğlenebiliyordu. Kimisi bir parça sinsice kimisi bilgece bir çok fikir edinebiliyordu. Şimdi kendisine kim rehber olacaktı? Peki ya kim birbirinden farklı tılsımlı eşyalar verecekti? Kimse… Kimse onun yerini dolduramazdı. Peki niye bu acıyı kendine vermişti ki? Kara haberi içinde taşıyan bir not ve bir madalyon… Ondan tek hatıra bu iki şey olmuştu. Gözlerini sanki tekrar okuduğunda bir şey değişecekmiş gibi mektuba yöneltti.
Sevgili oğlum…
Belki bu haber senin için oldukça kötü olacak ama sana bu mektubu dedenin son armağanını vermek için yazıyorum. Evet son armağan, çünkü o artık aramızda değil. Senin Hogwarts’a gitmenden birkaç ay sonra bize yaralı bir şekilde geldi. Karnında büyük bir pençe izi vardı ve ne yapsak oradaki yarayı iyileştiremiyorduk. Bir gün deden ateşlenerek yatağa düştü. Uyurken sürekli bir şeyler sayıklıyor inliyordu. O anını görmediğine seviniyorum aslında oğlum. Çok kötüydü. Gözlerini araladığında seni sordu Hogwarts’a gideli çok olduğunu söyledik ve o cebinden sana bu mektupla gönderdiğimiz madalyonu çıkardı. Bunu sana vermemizi istedi. Son armağanı olduğunu. Aslına bakarsan bunun dünyaya da son armağanı olduğunu söylüyordu. Madalyonu verdikten sonra gözlerini kapattığında uyuduğunu düşündük. Ölümün soğuk kollarına kendini bıraktığını bilmiyorduk elbette. Her neyse metin ol ve üzülme evlat. Acıların seni yıkmasına izin vermemen dileği ile.
Baban…
Kara mürekkep lekeleri ile kaplı kağıtta zor okunsa da yazı böyleydi. Elini cebine attı ve madalyonu çıkardı. Kıpkırmızı taş göz alıcıydı. Kırmızının çeşitli tonlarına bürünen baktıkça derinleşen bir görüntüsü vardı. Üzerine vuran ışıkla hafifçe ışıldıyordu. Taşı kaplayan altın çerçeve de onun gibi parlıyordu. Çerçeveyi tutan zincir de burgular halinde uzanıyordu. John işaret parmağını önce altın çerçeve üzerinde sonra da taşın üzerinde dolaştırdı. Tam ortasına geldiğinde birden bir acı parmak ucundan uzanıp kolunda cve tüm bedeninde yayıldı. Birkaç dakika eli titredikten sonra parmağını güçlükle madalyondan kurtarabildiğinde eli uyuşmuştu. Şaşkın şaşkın eline bakarken ne olduğunu anlamaya çalıştı. Muggle aletlerinden biriyle oynarken elektrik çarpması diye bir şey olduğunda da benzeri olmuştu ama kitaplarda okuduğuna bakılırsa burada böyle bir şeyin olması imkansızdı. Muggle aletleri Hogwarts’ta eğer biri sihirlememişse çalışmazdı. Kaşları bir an için çatılırken aklında beliren soru işaretleri beynini saran üzüntü denizinde boğularak cevapsız kaldı sonunda. Ne olursa olsun bir andaç olarak taşıyacaktı bu madalyonu.Derin bir nefes çekti ve sonra madalyonun zincirini boynuna geçirdi. Soğuk zincirin bedeninde bir ürperti yayması fazla uzun sürmemişti. Madalyonun taşını bir süre elinde evirip çevirmeye devam ettikten sonra aniden bir elektrik yeniden kollarını vurmasıyla acı dolu bir inilti eşliğinde madalyonu bıraktı.
Madalyonun sertçe göğsünü vurması bir son değil bir başlangıçtı. Kulaklarında sanki biri zil çalıyormuşçasına bir çınlama yankılandı. Ardından önce elektriklenme ile başlayan acı bedenini vurdu. Rüzgar arkasında dizlerini titreten bir gürleme ile cüppesini havalandırdı. Bedeni öne doğru kaykılıyorken buna engel olamıyordu. Tutunmaya çalışan dizlerini çizerek aşağıya doğru kayarken koyu kırmızı bir kan kayanın üzerinde yayıldı. Tutunmaya çalışırken gözlerini ağır ağır açtı. Sağından ve solundan gürleyerek esen rüzgar ona geçit vermiyordu. Ama buna karşın ilerilerde tek bir toz bile havalanmıyordu. Bu normal değildi. Bu kesinlikle normal değildi. Bu şey sanki onu öldürmeye çalışır gibiydi. Elleri son bir hamleyle kayaya yapıştı. Kaslarının kasıldığını hissetti. Vücuduna yayılan azı hızla yükselmeye başlamıştı. Gölün oldukça derin bir noktasındaydı ki düşerse kurtulması gerçekten imkansız görünüyordu. Derin bir nefesi ciğerlerine çekti ve kendini geriye doğru itmeye zorladı. Gözleri ağır ağır kapanmaya başladı. Önce bir karanlığa bürünse de sonra sanki rüzgarla birlikte uçar olmuştu. Evet, evet durumunu tanımlayabilecek tek şey bu olmalıydı. Nefesi kesici bir yükseklikte rüzgarla birlikte uçuyordu. Rüzgarla bütünleşmiş bedeni kuzeye doğru dümdüz gitti önce şehirlerden, hiç tanımadığı şehirlerin üzerinden geçti. Sonra sağa doğru döndü. Burada şehirler solmaya ve ormanlar artmaya başlamıştı. Sola döndüğündeyse birilerini ısıran parçalayan iblis ırklarını, vampirleri ve kurt adamları, gördü. En sonunda dümdüz aşağıya düşmeye başladı. Bir topraktı düştüğü yer ve toprağın içine girmişti. Derinlere çok derinlere doğru hızla indi…
Karanlıkların derinliklerinde bembeyaz ışık saçan bir şeyi gördü. Işık büyüdü, büyüdü ve en sonunda kendini başladığı yerde buldu. Rüzgarın soğuk hissinin yerini kısa sürede bedeninin çarptığı suyun dondurucu etkisi aldı. Ardından göl suyunun içerisinde batmaya başladı. Derinliklere bir sürü batarken ancak kendine gelebilmişti. Son kısmı genzini yakan su olan derin bir nefes çekti. Sonra suyun akıntısına karşı olabildiğince direnerek yüzmeye çalıştı. Rüzgarın oluşturduğu akıntıya dayanamazsa dibe batması içten bile değildi. Bir süre soğuk akıntıya dayanmaya çalıştı. Ama kasılan kaslarının direncinin kırılması zor olmadı. Kendini akıntıya bırakırken bu sefer çığlıklar atmaya, umutsuzca çırpınmaya başladı. Durgun göl suyu bugün oldukça farklıydı. Diğer bir çok şey gibi… Durulan akıntıda kurtulma şansını kullanmak için kıyıya doğru hızla kulaç atmaya başladı. Attığı her kulaçla bedeni ağırlaşıyor ve daha fazla güçsüz düşüyordu. Yine de ilerlemeyi başarabiliyordu. Kıyıya yaklaştığında önce flu şekiller halinde sonra da net bir şekilde Charlie ve yanındaki Anna göründü. Son bir umutla Elini kaldırdı ve tizleşmiş bir sesle bağırdı.
-Yardım… Yardım edin! Charlie!!!... | |
| | | Aurore Eulalie Arceneau
Ruh hali : Mesaj Sayısı : 1077 Yaş : 30 Kan statüsü : Safkan Galleon : 12207 Ekspresso Puanı : 0 Kayıt tarihi : 08/03/08
| Konu: Geri: Bilinmeyen Veda Öncesi Son Konuşma Perş. 06 Kas. 2008, 22:01 | |
| Yatakhane kapısı usulca kapandığında Brooke yatak çarşaflarının arasından sıyrıldı. Soğuk hava bedenindeki sıcaklığı alıp götürürken kapanan kapıya gözlerini dikti, ellerini altın rengi saçlarından geçirdi. Az önce yüzünde inciler gibi parlayan gözyaşlarını silerken gördüğü kız Anna mıydı gerçekten? Neden onu böyle gördüğü zaman uyuyormuş gibi yaptığından tam olarak emin değildi; o an en doğru olan buymuş gibi gelmişti. İnsanlara onların zayıf bir anlarını gördüğünüzü fark ettirmek her zaman iyi sonuçlar ortaya çıkarmıyordu; öğrendiği bir ders. Dişlerinin arasından bir nefes çekti. Yorgunluğu iliklerinde hissedebiliyordu ve her geçen gün onu daha da ağır buluyordu. FYBS yüzünden kitapların arasına gömülmediği zamanlarda, Sınıf Başkanlığının getirdiği üzere gece dışarı çıkmaya karar vermiş bir avuç ahmağı bulmak -ki o da varsa- için geziniyor ya da koca bir meslek rehberi yığınında kayboluyordu. Quidditch antrenmanları vardı da elbette. Eh, bütün bunlar bittiğinde, başka bir şey yapmaya zaman kalmıyordu. Ama onun asıl yaralayan, son senesinde Hogwarts'ı doya doya yaşayamamasıydı. Son kez yapacak işi olmadan gölün kenarında oturup yaklaşan yazın tadını çıkarmasının üzerinden asırlar geçmiş gibi geliyordu.
Dudaklarını birbirine bastırarak gözlerini kapıdan ayırdı. İçinde, iliklerinde hissedebiliyordu. İhtiyaç... Derin, birinin ona ihtiyaç duyduğu hissi. Saçmalık, diye homurdandı kendi kendine, yatağının ucuna otururken. Ama o garip his kaybolmadı. Kırmızı bir ışık suretine bürünmüş ihtiyaç hissi hâlâ zonkluyordu. Brooke gözlerini sıkı sıkı yumdu, bu yanılsamadan kurtulması gerekiyordu. Ama gözlerini tekrar açtığında, hiçbir değişiklik olmamıştı. O ışık halen oradaydı. Kesinlikle saçmalıyordu. Büyük ihtimalle hayal gücü. Aklını bu yanılsamadan uzaklaştırarak, kimseyi uyandırmamak için parmak ucunda, pencereye yürüdü. Gri bulutlar gökyüzünde süzülüyor, güneşin cılız ışığını daha da soluklaştırıyordu. Hafifçe iç çekmekten alamadı kendini. Bu gününü kendine ayırmayı planlamıştı. Gölün kenarında oturup keyfine bakacaktı, günlerdir ilk defa. Bunun düşüncesi bile dudaklarının bir gülücükle yukarı kıvrılmasına yetti. Ama bu hava... En hafif tabirle onu hayal kırıklığına uğratmıştı. Üstelik bu güne dek, son birkaç gündür güneş gökyüzünde parlayan bir toptu. Yine de hava nasıl olursa olsun, dışarı çıkacaktı; çünkü bu günün o kadar çok hayalini kurmuştu ki, sırf hava kötü diye dışarı çıkmaması imkansızdı.
İhtiyaç hissini zihninde en gerilere kadar ittirdi, saçmalıklara harcayacak vakti yoktu. Bir zamanlar Faith'in armağanı olan zarif girift işlemelerle süslü sandığın başına gitti. Ne kadar güzel olursa olsun, bu sandıktan nefret ediyordu. Bu sandık, ona Faith'i hatırlatan şeylerden biriydi; bu yüzden sandığını en yakın zamanda değiştirmeyi aklına koymuştu. Hüzünle, kendine gelecek sana o sandıkla Hogwarts'a gelemeyeceğini hatırlattı – profesör olmadığı sürece elbette, ancak profesörlük, düşünmediği mesleklerden biriydi. Sandığın içinden bir cübbe yerine daha çok Muggle'ların arasında giymeyi tercih edeceği türden bir etek çıkarınca kendine şaşırdı. Yine de istifini bozmadan ona uygun bir bluz ve çizme çıkarıp giyindi. Hızlı hareketlerle, çünkü eğer yetişebilirse Anna'ya yetişip onunla biraz sohbet etmek istiyordu. Sonunda kendini yatakhaneden dışarı attığında, içinde sabırsızlık, nihayet kendine bir gün ayırabildiği için ise mutluluk yeşermişti. Tablolardan birine eziyet ettiği anlaşılan Peeves dışında koridorlar hemen hemen boştu, arada sırada ortaya birkaç öğrenci çıkıyor, onlar da kısa bir süre sonra gözden kayboluyorlardı. Sonunda merdivenlerde, gölün küçük bir parçası göründüğü zaman derin bir nefes alıp gülümsedi. Sanki asırlardır hiç kaygısı olmadan çıkmamıştı bahçeye. O andan hiç kaygısı olmadığından değil, zihninde geriye itilmiş olsa da, o ihtiyaç hissi hala oradaydı. Lacivert gözleri bir şeye takıldığında yüzündeki gülümseme o kadar çabuk kayboldu ki, hiç orada olmamış sanılabilirdi. Eğer her hissettiğini yüzüne yansıtmamayı seneler önce öğrenmemiş olsaydı, yüzünde dehşet olurdu. Az önce göle düştüğünü gördüğü John'un imgesinin yerini göle doğru Charlie'ninki aldı. Hemen yakında ise Anna anlaşılmaz bir ifade ile Charlie'ye bakıyordu. Brooke son bir kez daha ciğerlerini havayla doldurdu ve o tarafa doğru koştu. | |
| | | Charlie von Diederich Seherbaz Karargahı & UBBP Genel Başkanı
Ruh hali : Mesaj Sayısı : 2101 Yaş : 29 Kan statüsü : Safkan Galleon : 12549 Ekspresso Puanı : 49 Kayıt tarihi : 05/05/08
| Konu: Geri: Bilinmeyen Veda Öncesi Son Konuşma Ptsi 24 Kas. 2008, 23:36 | |
| Zamandan zamana kayan bir ölçüydü duygular. Asla Charlie'nin sahip olamayacağı... Dilden dile geçip de sözde kalandı duygular. Asla Charlie'nin elde edip hissedemeyeceği... Hançer gibi batıp da, bir daha çıkamayanlardı. Gözün ucundan kayıp da yanaklara, oradan da aşağı süzülen gözyaşından ibaretti hepsi. Fazlasıyla gerilmişti ve hayata küsmüş kadar dargındı Charlie. Hissettikleri bunlarla sınırlı kalıyordu. Bilinmedik, görünmedik yollardan sapan kalbinin çıkmaz sokakta parçalanmasına engel olamıyordu. Çünkü mezun olmaya sadece günler kalmışken dertlenmek istemiyordu. Artık bu sürekli dönüp dolaşıp kendini tekrarlayan olaydan bıkmıştı. Huzur istiyordu. Bunları düşünürken istemeden de olsa sırıttı. ''Şimdiden yaşlı bunaklara döndün Charlie.'' Kendisi de ne kadar yanlış düşündüğünün farkındaydı işte. Bu hayatta bir güne bile o kadar olay sığıyordu ki... Düşünmeden, tartmadan edemiyordu insan. Tekrar göle doğru döndü. Rüzgar Charlie'yi avutmak istermiş gibi esmeye devam ederken, göl isyan içinde gibiydi, dalgalanmaya başlıyordu. Bir göl ne kadar dalga oluşturabilirse tabii. Galiba o da her öğrencinin hüznünü dinlemekten sıkılmıştı.
Kuru kuru düşüncelerden sonra aklına ailesi geliverdi. Ara tatilinde Almanya'ya gidecek olmanın verdiği sevincin içinde yokolup gitmesini istemiyordu. Peki ya şimdi ne olacaktı? Yıllardır koruyup kollamaya çalıştığı biricik üvey kardeşi Indis, Charlie mezun olduktan sonra ne olacaktı? Onu o kadar çok seviyordu ki, saçının teline bile bir şey gelmesine dayanamazdı. Bir şekilde kader onu kendisine emanet etmişti. Her ne kadar Indis, kendi başının çaresine bakabilecek güçlü ve iradeli bir kız bile olsa Charlie onun hâlen yardıma muhtaç olduğunu düşünüyordu. Aynı annelerin çocukları altmış yaşında bile onlar için bebek kalması gibi. Artık beynine yerleşmiş bu tabuyu kıramıyordu. Bazı insanlar sadece görmek istediklerini görürler. Maalesef ki Charlie de bu bazı insanların içerisindeydi. Ve öyle görünüyordu ki, bu saatten sonra içeriden çıkması fazlasıyla zordu. Hatta imkansızlığın sınırlarını zorladığı yerdeydi.
O anda düşünceler dünyasından bir anda kopan Charlie, bu öbür dünyadan kopma olayının sebebini öğrenmek için arkasına döndüğünde Anna'nın yüzüyle karşılaştı. Her zamanki gibi yine berrak ve pürüzsüz, duruydu. İçten gülümsemediği çok belliydi, mutlaka kötü bir şeyler olmuştu. Böyle zamanlarda ruh halini saklamayı kesinlikle beceremiyordu Anna. ''Ben iyiyim Anna. Fakat sen iyi görünmüyorsun?'' Luaná, Charlie'nin en iyi arkadaşlarından biriydi. Bu sene birlikte mezun olacaklardı, son seneleriydi. İkisi de bu yüzden üzgündüler ama yine de görüşeceklerdi elbet. Belki de hiçbir zaman görüşemeyeceklerdi. Kaderin neler yapacağı hiç belli olmazdı. Bir anda istediği kişiyi çekip alabilirdi. Anna'dan sonra yere çömelen Charlie uzaklara hüzünlü bir şekilde bakmaya başladı. Hayat kendisini sınıyor muydu? Neden üzüntüden uzaklaşmaya çalıştığı zamanlarda daha da fazla yakınlaşıyor gibi oluyordu? Bu soruların cevaplarını istiyordu kaderinden. Ama artık buna da cesareti kalmamıştı. Kader, ona cevaplarını hep ölümlerle veriyordu. Manevi tokatlar atmıştı, kalıcı izler bırakmıştı kendisinde. Elinde kalan ne vardı ki? Indis ve samimi, değerli dostlarından başka?
Bu sefer yine düşündüklerinden kendisini uzaklaştıran çığlığa benzer çok samimi bir ses yankılandı kulağında. Bu ses kesinlikle tanıdığı birinin sesiydi. Peki kimdi bu? Yakınlarda da kimseyi göremiyordu. Aklı karışan Charlie, Anna'ya dönüp bakacakken göldeki bir nokta dikkatini çekmişti. Ayağa kalkarak daha iyi görebilmek için gözlerini kıstı. Bu çırpınan beden kime aitti? ''Hayır! Olamaz! John?! Anna! Koş, çabuk!'' Büyük bir paniğe kapılan Charlie yine sevdiği birini kaybedeceğini sanmıştı. Bu kaybetme korkusu bütün bedenini sararken o gölün kenarına doğru koşuyordu, fazla da uzakta değildi zaten. John'un feryatlarına son hızla yetişen Charlie aceleyle John'un elini tutmaya çalıştı. Dostu uyuşmuşa benziyordu, sanki birisi ona uyuşturucu enjekte etmişti. Bir an için suya atlamayı düşünen Charlie sonra bu fikrinden vazgeçti. Bu kadar derin bir yerden ikisi birlikte hiç çıkamayabilirdi ve işte o zaman daha kötü olurdu. Son anda John'un elini yakalayan Charlie bu eli hayatı boyunca hiç bırakmayacakmış gibi sıkıca tutmaya çalıştı. Ardından kendine doğru çekmeye başladı. Kolundaki damarları patlayacak gibi şişmişti resmen. John'u çekmekte çok güçlük çekiyordu. Yine de iyice kendisine doğru yaklaşmış olan John'un gölden çıkışını görmek onun tüm zorlukları unutmasına neden olmuştu. ''John, dostum! İyi misin, konuş benimle lütfen!''
Kanterlere batmış olan Charlie bunların hiçbirini umursamıyordu. Tek düşündüğü yarı baygın yatan, fazlasıyla ıslak olan John'du. Demin düşündüğü gibi kaderin bu cevapları ölümle vermesini istemiyordu. Ve bu düşünceleri aklına geldiği zaman daha da beter oluyordu. Ama bu sefer olamazdı, olmamalıydı. Direnmeliydi, zayıf düşmemeliydi. Kader bu sefer Charlie'nin yolunu çizemeyecekti. John'u iyice konuşabilir hale getirebilmek için onu sürekli dürten Adolph, yanlarına gelen Brooke'u yeni farkediyordu. Ona üzgün bir bakış attıktan sonra yarı baygın olan dostunun kıpırdanmış gibi olduğunu görmesiyle hemen başını ona çevirdi. Evet, kesinlikle John geri dönmüştü. İçten bir kahkaha atmaya başlayan Charlie, John'a bakıp gülüyordu. ''Başardın dostum. Başardık.'' Gerçi neyi başardıklarını bile bilmiyordu ama ağzına geleni söylüyordu işte. O an için tek önemli şey John'du. Saçmalamasının nedeni veya önemi değil. | |
| | | Anna Luaná del Muñeco Yazar
Ruh hali : Mesaj Sayısı : 347 Yaş : 40 Kan statüsü : Safkan Galleon : 12114 Ekspresso Puanı : 18 Kayıt tarihi : 19/05/08
| Konu: Geri: Bilinmeyen Veda Öncesi Son Konuşma Salı 25 Kas. 2008, 11:05 | |
| Akıllarda soru işareti bıraktıran türden bir havayla karşı karşıyaydı Anna. Dışarı çıkmadan önce üstüne ceket almamış, havanın soğuk olduğunu yeni farketmişti. Iliklerine kadar inmiş olan soğuk, Anna'yı daha kötü gösteriyordu. Bugünlerde onun rüyalarına giren annesi, Anna'yı çok üzüyor ve korkmasına neden oluyordu. Uyuyamamış, gözlerinin altı hafif morlaşmış, saçlarını her zamankinden daha düzensiz toplamış ve konuşmasında âdeta bir soğukluk vardı. Charlie bile bunu farketmişti. Ama Anna'yla onu karşılaştırdığımızda aralarındaki fark çok belli oluyordu; Charlie herkese yardımı seven biri, Anna'ysa çıkarı peşinde koşan, güzellik meraklısı biriydi. "Ben iyiyim Anna. Fakat sen iyi görünmüyorsun?" dedi, Anna'da bir şey farketmişti. Yüzünden belli oluyordu ne durumda olduğu. Ama asla nesinin olduğunu söyleyemezdi. "Yok iyiyim ben, Charlie..." dedi, aslında diyeceğinin aksine bir şey demişti.
"Aslına bakarsan hiçte iyi değilim. Birkaç gündür hep rüya görüyorum. Rüya demeyelim de kâbus... Annemi görüyorum, hep ismimi söylüyor. Biliyorum delice ama korkmaya başladım." Bunları söylerken bile etrafına baktı. Içine bir soğukluk daha gelmiş, korkusunu artırmıştı. Ama yanında Charlie vardı, kötü bir şey olacağını sanmıyordu. Biraz sonra anlarına, onunda son sınıf ve mezun olacağı Anna'yı üzüyordu. Bu arkadaşlarından ayrılmak istemiyordu. Mezun olduktan sonra gidebilecek bir yeri de yoktu. Annesini kaybetmişti, babasının nerde olduğunu bilmiyordu. Kısaca mezun olduktan sonra bir eve sahip olamayacaktı. Ya da annesiyle kaldığı eve gidebilirdi; Arjantin'e. Tek yaşasa bile bir evi olabilirdi. Bu düşüncelerinden kurtulup yanlarına gelen Brooke'a baktı, " Aa, Brooke. Bienvenido. Nasılsın?"
Az sonra Brooke'un cevabı gelmeden tanıdık bir sesin haykırışları her yerde duyuldu. Kulak tırmalayıcıydı. Hepsinin kafası o yönde döndü. Charlie hemen ayağa kalkarak kimin bağırdığını anlamaya çalıştı. Hemen arkasından Anna ayağa kalktı. Sesin geldiği tarafa bakınca ilerdeki hareket halindeki cismin John olduğunu görebilmişti. "Hayır! Olamaz! John?! Anna! Koş, çabuk!" Birkaç adım ilerledikten sonra koşan Charlie'nin arkasından, "Sen git, bak. Biz burda Brooke'la kalırız." dedi. Yine o ses... Bir anda kulağında nameleri dolaşan o müzik... Etrafına bakındı. Yine gördüğü kâbuslardan birinin tekrar gerçekleşmemesini istiyordu.
Ardından sesin kayboluşuyla, Charlie zorlukla getirdiği John'a birkaç söz söylüyordu. Baygındı. Hareketsizdi. Anna'nın bakışları daha bir duygusal hâl almıştı. "John?" diyebildi, sakin olmaya çalışıp. Ölmemesini umuyordu. "John, dostum! İyi misin, konuş benimle lütfen!" Bu çağrılara yanıt veren John gözlerini açabilmişti. Kıpırdanmıştı. Charlie'nin kısa kahkahası üzerine herkes John'a odaklanmıştı. Anna, gözlerinin yaşını sildi, kimseye göstermeyerek. Çünkü onun bu kadar duygusal olacağını düşünmelerini istemiyordu. Anna'nın kulağına tekrardan gelen o sesi anımsamaya çalışıyordu. Tanıdık bir notaydı...
Etrafına tekrardan bakındı ve birkaç adım ileri gitti. Gölün karşındaki ağaçların olduğu yerde aklından hiç çıkmayan, kâbus görmesine neden olan annesini görmüştü. Gözlerini açıp kapattıktan sonra görüntüsü kaybolmuştu. Şaşkın bakışları eksik olmadı o zamandan. Ne yapacağını şaşırmıştı. Etrafına tekrardan bakındı ve gördüğünün bir halüsinasyon olduğunu varsayarak, arkasını döndü, arkadaşlarına doğru baktı. Charlie'nin gülen yüzü, John'un kurtuluşu, Brooke'unsa John'a sevinmesi dışında olan değişik bir şey yoktu. Gizemler dışında... Anna'da yavaşça onlara doğru yürümeye devam etti. Etrafına hâlâ bakıyordu. Kendisinin durumunu belli etmemek için John'a yöneldi. "John? Nasılsın, iyi misin?" dedi ve John'un yanına doğru dizlerinin üstüne oturdu.
| |
| | | John Stewen Peterson Seherbaz
Ruh hali : Mesaj Sayısı : 813 Yaş : 32 Kan statüsü : Safkan Galleon : 12198 Ekspresso Puanı : 6 Kayıt tarihi : 15/03/08
| Konu: Geri: Bilinmeyen Veda Öncesi Son Konuşma Salı 25 Kas. 2008, 20:39 | |
| Ölüm… Hayatı boyunca bu kavrama hiç bu kadar yaklaşmamıştı. Sular girdap gibi dönerken yapacak hiçbir şey yok gibi görünüyordu. Yüzme bilmesine rağmen dalgalar onu öyle sürüklüyor ve bedeni kendisine öyle ihanet ediyordu ki hiçbir şey yapamıyordu. Tüm bunların üzerine bir de göğsünde yükselen acı düşünülürse şimdiye kadar dayanması bile büyük bir mucize gibi görünüyordu. Korku bedenini sararken bunun kendisini daha fazla esir almaması için gözlerini kapattı. Yüzüne çarpan suyun soğuk hissi ve dalgaların gürleyen sesi dışında dünyadan kendini soyutladı. Sona yaklaştığını hissediyordu. Tek umudu Charlie’nin kendisini fark etmesiydi. Bu umuda sıkı sıkıya tutundu ve dalgalara yenik düşmeyerek bedenini suyun üzerinde tutmaya çalıştı. Zira eğer suyun dibine bir kez batarsa yaşasa dahi deniz halkına yem olacağı kesindi. Bir an çabalarının işe yaradığını ve ileriye doğru yüzdüğünü hissetti. Charlie’nin heyecanı her halinden belli olan sesini duydu. Ancak bu fazla uzun sürmedi. Dalgalar onu yine geriye doğru itiyordu. Üstelik göğsündeki ağrı da dayanılmaz bir hal almıştı. Dalgaların kendisine vurmasına dayanamayamaması sonucunda her şey karardı. Son hissettikleri göğsündeki yanmanın son bulması ve elini tutan bir elin sıcaklığının onu yerini almasıydı.
***
Kendini bulduğu nokta karanlık loş bir mekandı. Taş duvarlar iki yanında uzanıyordu. Yosunlu taş duvarlar… Burası neresiydi bilemese de ne cehennemin ne de cennetin böyle bir yer olduğunu sanmıyordu. Ölmemişti. Peki ya ne olmuştu? Etrafına bakındı sonsuz uzunluktaki koridorun karanlık ufkundan ve yosunlu duvarlardan başka bir şey aramaya koyuldu. Tam çabalarının sonuçsuz kalmasından bir poflama koyuverecekti ki aniden ayağının dibinden fırlayan şeyle irkildi ve düşecek gibi oldu. Baktığında bunun bir kedi olduğunu gördü. Muhtemelen bir farenin peşinden koşuyor sonucuna vardı. Umursamadan yürüyecekti ki arkadan bir viyaklama sesiyle farenin geldiğini fark etti. Garip olan farenin gözlerinde korkunun değil kedide olması gereken vahşiliğin olmasıydı. Fare John’un ayaklarının altın geçip seğirterek kediye yetişti. İlerde kedinin önünü iki fare daha kesmişti. Fareler kediye saldırdılar ve kedinin acı dolu miyavlamaları parçalanan et sesleri arasında kayboldu.
John’un gözleri korkuyla irileşmiş ve ilk defa buranın cehennem olabileceğini düşünmüştü. Vahşete daha fazla tanıklık etmeme isteği ve bedenini saran korkunun etkisiyle hızla geriye doğru koşmaya başladı. Aniden kulaklarında bir ayak sesi yankılandı. Bir başka kişi de mi buradaydı? Hemen onu uyarmayı ve onunla birlikte bu lanet yerden çıkmayı düşündü. Adamın peşinden tüm hızıyla koşmaya başladı. Uzun süre sesin kaynağını arayarak hızla ilerledi. Sonra ayak sesleri aniden kesildi. Koridorun sonuna varmıştı. Etrafına bakındığındaysa ne bir kapı ne de başka bir yan yol görüyordu. Sonra göz alıcı bir ışık parladı. Önceden var olmayan bir ışık koridorun sonunu dolduruyor ve gözlerini alıyordu. Göğsündeki acı aniden şiddetlendi. Kalbi –tabi eğer ölmediyse ve hala varsa- daha hızlı atmaya başladı. Işık parladı, parladı… Bedeninde sanki ardı ardına biri kendini dürtüyormuş gibi bir his oluştu. Sonra aniden her şey soldu ve karanlığa gömüldü.
***
-Ne? Ne olu? Işık... Nasıl? Tekrar gözleri ışığı bulduğunda dudaklarından dökülen bu sözler dostlarının kulağına muhtemelen bir dizi saçmalık gibi gelmişti. Dostları… Evet sonunda o cehennemden kurtulup kendisi için cennet kadar değerli olan dostlarının yanında ve ikinci bir yuva bildiği yaşlı kale Hogwarts’taydı. Onları yanında bulmak yüzünde hafifçe bir gülümsemenin yayılmasını sağladı. Charlie geri döndüğüne oldukça sevinçli görünüyordu. Ellerindeki kızarıklığa dikkat etti ve gülümsedi. Kendisini kurtaran o olmalıydı. Biraz sonra yanına gelen Anna ise durgundu ama bunun farklı sebeblerinin olacağını düşünüyordu John. Her ne kadar onu sevse de, bir kişi için bu denli üzüleceğini nadir görürdü. Başka bir sebebi olmalıydı. Bir an kendi sorunlarını düşünmeyi bırakarak buna kafa yormaya çalıştı ama daha fazla yorgunluktan başka bir sonuç elde edemedi. Sonra da aklını daha karmaşık bir meseleye kendine çevirdi.
Bügünü, tüm gariplikleriyle bugün olanları düşündü. Artık ne dalgaların arasında ne de o garip yerdeydi. Muhtemelen az önce bir rüya görmüş olmalıydı. Son günlerde gördüğü bir kaçı hariç normalden farklı oldukça gerçekçiydi. Fazla gerçekçi… Öyle ki bir şeyin kendisini oraya götürdüğüne onları gösterdiğine ve sonra geri getirdiğine yemin edebilirdi. Hafifçe doğrulurken saçlarındaki sular yüzündens üzülerek ayaklarının altındaki zemini ıslattı. Suyun yüzünden akıp gitme hissine hafif hafif esen rüzgarın soğukluğu da eklenince yavaş yavaş kendine gelmeye başlamıştı. Gözleri önce dostlarına sonra sanki avını kaçırmanın hüznüyle durgunlaşmış olan göle baktı. Bugün gerçekten de garip bir gündü. Gözlerini madalyona kaydırdı. Madalyonun etrafındaki giysiler parçalanmıştı. Ama garip olan bir yanık belirtisi yoktu. Artık derisine yapışmayan madalyonu hafifçe kaldırdığındaysa gözlerinde bir an şaşkınlık hissi uyandı. Göğsünde solgun renkte semboller, onları çevreleyen bir pentegram ve pentegramı saran bir daire vardı. Bedeninde yükselen ürpertiyle sebepsizce onları kapattı. Kendinde bulduğu güçle gülümseyip ayağa kalkarak konuştu.
-Merak etmeyin.. Ben… iyiyim… Ama burda hala iyi olmayan biri var gibi... Anna? Bir sorun mu var? | |
| | | | Bilinmeyen Veda Öncesi Son Konuşma | |
|
Similar topics | |
|
Similar topics | |
| |
| Bu forumun müsaadesi var: | Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
| |
| |
| |