|
| Tanrı'ların Dansı | |
| | Yazar | Mesaj |
---|
Simona Floros Muggle
Ruh hali : Mesaj Sayısı : 893 Yaş : 31 Galleon : 12366 Ekspresso Puanı : 1 Kayıt tarihi : 14/03/08
| Konu: Tanrı'ların Dansı Çarş. 19 Kas. 2008, 11:07 | |
| ++ Sonbahar'ın ilk zamanları , göl hafif dalgalarla sarsılıyorken , havada serin bir rüzgar ve rüzgarın soğukluğunu hissettirmeyen bir güneş var..
Yüzünü sıcak bir dokunuşla okşayıp enerjisini toprak anaya sunan güneşin kamaştırdığı kısık gözleriyle gölü seyrediyordu. Rüzgar'la Güneş Tanrı'larının iş birliği yaptığı mevsimin ilk günleriydi. Hem de en sinsi günleri.. Bu günler serinliğin insanın içini ısttığı zamanlardı. Ellerin buz kesse bile bunu hissetmezdin , çünkü güneş hırsla derini yakardı. Bu aldatmaca ve artan salgın hastalıklar Rüzgar ve arkadaşlarının Güneş Tanrısı'nın önünü kesmesiyle biterdi. Suç ortakları tarafından kandırılan Güneş Tanrısı yüzyıllardır yaptığı gibi büyük yeminini ederdi. Hemde gelecek sene bozacağını bile bile.. Belkide bunun nedeni Zeus'un onu merhametle yaratmasıydı. En büyük soru elbette bu değildi ; Şuydu : Peki neden bu kadar zıt iki Tanrı ortak oluyordu. Cevapta sorunun önemi kadar basitti ; Bu iki Tanrı diğer Tanrı'ların başlatmaya cesaret edemedikleri tek bir amaç için birleşmişlerdi. Onların nimetlerini tek bir Tanrı'ya (Zeus'a) biçen insanlardan intikam alabilmek için. Sohbaharın başlarında dalgalar büyür , hortumlar denize öfkeyle saldır , besin maddeleri azalır , yağmur insanların üzerine çökerdi. İnsanlar bütün bu felaketlere sadece lanet okurdu , sadece yağmura şükrederlerdi. Onları sellerle yok etmeye çalışan Yağmur Tanrı'sına. Bu nedenle her sene yağmur azalırdı , ona şükredildiği için öfkesi dinerdi. Aciz insanoğluysa bunu güneşin saldırılarından biri sanardı. Ama öyle değildi ve bunu bilemeden doğar , büyür , yaşar ve ölürlerdi.. Peki tüm insanlar mevsimleri somut delillere dayanarak çözmeye çalışarak mı yaşardı? Hayır Persphoné herşeyin farkındaydı , çünkü o Symoné ailesinin kızıydı. Bu ailede her üyenin adında bir Tanrı yada Tanrıçanın ismi bulunurdu. Onlar unutulmasın diye.. Ailenin her bireyi ismindeki Tanrı için dua ederdi.. Böylece tüm aile felaketleri , hortumları çevresinden uzak tutardı. Elbette bu Tanrı olayları her ölüm yiyene anlatılmazdı , bu bir aile sırrıydı.. Çünkü ölüm yiyenlerin Tanrısı Lord'du. Symoné ailesi ona inanmadığını hiçbir zaman belli etmemişti. Onu seçmişlerdi çünkü doğaya Zeus'a karşı gelmişti. İnsanların onu yüceltmesinden zevk alan bencil ve baş Tanrı Zeus'a.. Zeus ne kadar şimşeklerini onun etrafından eksik etmese de ona birşey olmuyordu , çünkü Lord Tanrı'larca korunuyordu.. Kutsal'dı , Symoné ailesi de böylece Tanrı'lardan sevdikleri adına af diliyordu..
Persy başını gölden okula doğru çevirdi. Her zaman hissettiği gibi Olimpiğinin geldiğini hissetmişti. Bazen Silvia'yla aynı kandan yaratıldığını düşünüyordu. Onun üzüntüsünü , acısını içinde hissedebiliyordu , yanında olmasa bile.. Sanki onla bilerek bu okulda buluşturulmuştu.. Bu yüzden aile sırları da dahil olmak üzere herşeyini hiç düşünmeden bu kıza rahat rahat anlatıyordu. Okulda geçen olaylardan uzak ve köşede kalmak istemesine rağmen bir olay olduğunda bu kız için kendini ortaya atıyordu. O diğer kızlara göre farklıydı , onun bileğinde de Tanrıların kanı vardı.. O Kleopatra'nın kızıydı.. Afrodit'in torunu.. Böyle düşünmesinin sebebi o çekici güzelliği değildi.. Tutkuyla yaratılmış olmasıydı ve dudakları ne kadar yalanlasa da sevgiyle dolu olması.. Bu diğer ölüm yiyenlere göre küçümsenecek birşey olabilirdi. Ama kimse sevginin hırstan daha değerli ve korkutucu olduğunu bilmiyordu. Sevgi uyuşturucu gibiydi , dozunda alırsan sana mutluluk verirdi , ama için için de seni kıskançlıkla kemirirdi..
Not: Anlaşmalıdır..
| |
| | | Crestencia Ethél Fletcher Yazar ~ Vampir
Ruh hali : Mesaj Sayısı : 702 Yaş : 29 Kan statüsü : Kanının statüsü hakkında hiçbir fikri yok. Fakat damarlarında lanetli kanın aktığına inanıyor. Galleon : 11813 Ekspresso Puanı : 16 Kayıt tarihi : 12/11/08
| Konu: Geri: Tanrı'ların Dansı Çarş. 19 Kas. 2008, 12:59 | |
| Buğulu mavi gözleri saklanmış oldukları kovuktan Hogwarts’ın üstünde uçuşan kuşları seyrederken küçük kız; kıştan kalma çiğle kaplı olan çimlere uzanmış nefes alıyordu derin derin. Küçük kızın yüzünü korumak istercesine esen çapkın rüzgâr her geçişinde bir öpücük kondurup uzaklaşırken, zalim güneş onun yolunu kesmek itercesine önüne geçiyor ve küçük bir mırıltı koyveriyordu o gün. İsyan edercesine güneşi söven küçük kız, rüzgârın ona gelmesine engel olduğu için mi yoksa gözlerini delercesine içine baktığı, belki de onu herkesten iyi tanıdığı içindi bu öfke. Derisinden geçip beynindekilere ulaşmak isteyen hırçın ve inatçı güneş, istediğini alamadığı zaman derisini yakar ve pütürleşmesine yol açardı küçüklüğünden beri. Masum kar tanelerinin yere düşüşünden öylesine az zaman geçmişti ki küçük kız hala bedenindeki ürpertiyi hissedebiliyordu o gün. Pembemsi dudakları istediklerini anlatamadığı zaman ki gibi bükülmüş, kristal gözyaşları gözlerinde donmuş, karnı içten içe acıkmıştı. Saman çöpü gibi karışmış saçlarını önüne verirken, ıslak zeminden dolayı kirlenmiş olan cüppesini, cüppesini fark etmesiyle başında dikilen çocuğu farketti. Onu görmemişçesine gözlerini gökyüzüne dikti ve cüppesinden bir parşömen çıkardı. Yılların eskittiği yırtık pırtık, sarımsı etrafına sıcak bir sevgi yayan bir parşömen… Güneşin yüzüne ulaşmasını engellemek ve rüzgâra kucak açmak için gözüne iliştirdi parşömeni. Suskunluğunu koruyarak rüzgârın bedenini ele geçirmesini isteyerek birkaç dakika boyunca öylece uzandı çimlerin üzerinde. Sonunda gökyüzünden zorlukla ayırdığı gözleri; kovuklarında isyan edercesine dönerek çocuğun üzerine dikildi. Kafasının arkasında birleştirmiş olduğu ellerini kafasından çekti ve doğrularak çocuğa baktı isyankâr gözleriyle. Onu tanıyordu ve onun kendisini delilercesine sevdiğini de biliyordu. Küçük kız, ellerini yere koydu ve çimlere dokunduğunda içine yayılan garip bir his ile karşısındaki çocuğun yanına dikildi. Çehresi düzgünde fakat fazla aptaldı. Küçük kız Andrew’e baktı ve yanından geçip Göl Kenarına doğru yeltenirken dudaklarından buz gibi çıkıp bahçedeki sessizlikte kaybolarak giden birkaç sözcük belirdi.
“Sen bir aptalsın Andrew, eğer beni izlemeyi bırakmazsan sonun ayağımın altında ezilmiş bir fare pisliği gibi olacak.”
Gayet sakince söylediği bu sözcük demetinin ardından hızlı adımlarla göl kenarına doğru ilerledi. Persy buralarda bir yerlerde olmalıydı. Hissedebiliyordu adeta onu. Her adım attığında ayaklarının altında ezilip büzülen çimlere aldırmadan dev mürekkep balığının güneşlensinler diye göl yüzeyine çıkardığı yüzgeçlere hafif bir tiksintiyle baktı. Pütür pütür ve iğrençtiler. Silvia'nın en sevmediği şeylerden biri ise pürüzlü ve dokunaçlı yüzeylerdi. Görmek bile kusmasına sebebiyet verebilirdi.
“Ah işte Persy! Hey Agnes! Seni burada bulacağımı biliyordum.”
Sesi o gün ilk kez neşeli çıkmıştı herhalde. Persy ona doğru denerken hafif bir gülümsemeyle elini salladı ve yüzünü yalayıp geçen rüzgâra aldırmadan narin adımlarla onun yanına gelerek oturdu. Pek gülümsemese de Persy’yi gördüğü zamanlarda yüzüne yerleşen o gülümseme ile yanağına hafif bir öpücük kondurdu. Persy, her ne kadar sevmese de şapur şupur öpülmeyi, Silvia’nın onu öpmesine söz etmezdi. Silvia da onu bu yüzden seviyordu. Onun yanında hiç olmadığı adar rahat olabiliyordu Silvia. Adeta kardeşi gibi özgün ve hayalciydi. Silvia, Persy ile arkadaşlıklarının hayatında başına gelmiş en iyi şey olabileceğini düşünürdü hep. Silvia kendinde onu görürdü bazen. Birbirlerini öylesine iyi tanırlardı ki... Nerede olup olmadıklarını, acılarını, sevinçlerini... Öylesine somuttu ki tüm bunlar. Kardeşten de öte bir ilişkileri vardı onların. Arkadaşlıklarının bir simgesiydi belki kanları veya kendilerine has şapır şapurları.
En son Silvia Olympe Farquat tarafından Paz 28 Ara. 2008, 01:45 tarihinde değiştirildi, toplamda 2 kere değiştirildi | |
| | | Frankenstein Kranstone Exuo Vexillum Bestia Ortağı
Ruh hali : Mesaj Sayısı : 396 Yaş : 30 Kan statüsü : Bulanık, pislik. Galleon : 11744 Ekspresso Puanı : 1 Kayıt tarihi : 11/11/08
| Konu: Geri: Tanrı'ların Dansı Cuma 12 Ara. 2008, 00:26 | |
| Ahşap zeminde gıcırdayan masanın ayakları, yavaş yavaş sallanıyordu. Sanki şiddetli bir depremin bitişine doğru yaklaşılıyordu. Fakat bu sallantı depreme ait değildi; Frankenstein emektar tekerlekli sandalyesinden kalkmış masadan destek alarak doğrulmaya çalışıyordu. Tek amacı biraz hareket yapmak olsa da biraz sonra yüz yüze geleceği camdan vücudunu inceleyeceğini bilmiyordu. Sandalyeyi geride bıraktı, ayak tabanları şimdi zeminle temas halindeydi. Süzülürcesine belini ileriye doğru hareket ettirdi. Bir takırdama sesiyle bel kemiklerinin açıldığını hissetti. Aynı hareketi boynuna da uyguladı ama çatırdama sesinden eser yoktu. Oda kapısının altından gelen geçen karanlık gölgeler, koridorun kalabalık olduğunu kanıtlıyordu ki bunu milyonlarca çift ayakkabının tabana her vuruşundan ya da gülüp oynayan insan seslerinden anlamamak mümkün değildi. Bu insan modellerinin çoğu ya okul dışına yol alıyorlardı ya da zilin çalmasının coşkusunu koridorlarda güle oynaya kutluyorlardı fakat birinci seçenek daha makul gibiydi; gelip geçen gölgeler daha çok çıkış kapısına doğru yol alıyordu. Frankenstein birden sırıttı çünkü onun gölgesinin muazzam büyüklüğü ve sessizliği aklına geldi. Bir kedi misali, sessizce –tekerleklerin mırıltısını saymazsak- tüm koridorları geçebilirdi. “Ah, hayatım elbette ilk önce parlatıcı sürüyorum yoksa bu kadar parlayabilir mi?” Bu sesi tanıyordu. “Koçum benim! Nasıl da tekmeyi bastın ama! Richard’ın yüzündeki ifadeyi gördünüz mü? Tıpkı tezek bombasına mahsur kalmış gibiydi!” Birkaç serseri çocuk kahkahası ile son buldu. “Merlin’nin sakalı! İnanamıyorum buna! Beş puanımı sırf o aptal çocuk yüzünden kaybettim! Her dakika bana-“ Bu kesinlikle Katherina Katrena’nın sesi olmalıydı diye düşündü. Koridorlarda kendini övmeden yapamıyordu. Sınavlardan sürekli yüksek notlar alıyordu ve insanlar onun aslında Ravenclaw’a girmesi gerektiğini söylüyorlardı ama bir şeyi unutuyorlardı: Bir insan beş puanı alamadığı ve sınıfta onca dakika boyunca ağladığına, daha doğrusu ağlıyormuş süsü verdiğine rağmen koridorlarda canlı hoparlör misali bağırarak bunu üstelesin ki? Demek ki sadece kariyerinden düşmemeye çalışıyordu ya da bunu üsteledikçe üzerinde durulacağını, unutulmayacağını anlayamıyordu. Sesler ya yarıda kesiliyordu ya da koridorun en kalabalık yerinde hava atmak için kullanılan bir çeşit alet olarak kullanılıyordu. Frankenstein bir an dişlerini sıktı ve bu lanet insan modellerinin etrafa yayılmasını diledi. Onlardan biri olup, boş zamanın keyfini çıkarabilirdi ama burada bir işi vardı elbette: Slytherin’den olan ve kendine yakın hissettiği, -belki de gerçekten birbirlerine çok benziyorlardı- bir kızı bekliyordu. Persephonié’yi... Bir an burada neden bulunduğu aklına geldi ve düşünmeye başladı. Hım, Persephonié… Ne güzel bir isim. Anlaşılan küçücük fıçıcık bir bedene sahip olan Frankenstein, ateşli bir aşkın kapısını aralıyordu. Aman dikkat etsin Frankenstein, kötü bir zamandayken bir tanecik aşkıyla baş başa kalmasın. Yerle bütünlük oluşturan ahşap masaya gözlerini dikmiş, boş boş sırıtıyordu. Belki de Slytherin güzelinin yeşil gözlerini düşünüyordu, kim bilir… Dakikalar boyunca öylece durdu, sonra, aniden gelen bir esintinin başına vurmasıyla kısık bakışlı gözlerini esintinin geldiği yere çevirdi. Hemen arkasında duran açık pencereden gelen esinti saçlarını dağıtmıştı ve daha önemlisi onu hayallerinden alıvermişti. Birden gözüne pencerenin camındaki yansıma ilişti. Arkasına dönmüş, soluk yüzlü bir çocuğu canlandırıyordu. Frankenstein kendi yüzünü görünce epeydir aynaya bakmadığını anladı; yüzüne anlaşılamayan bir beyazlık sinmişti. Daha önce bu beyazlık yoktu, herhalde sonradan kazandığı bir alışkanlıktı. Daha da dikkatli baktı ve gözlerinin içindeki solgunluğu fark etti. Ela irisi, gözlerinin solgunluğuna bir muhalifti fakat maçı alamıyordu. Aynı zamanda oldukça olgun görünüyordu. Androjen Hormonu işe yarıyordu demek ki. Odada iki Frankenstein’a yer olmadığını düşündü ve bedenini aniden çevirdi. Bekledi, bekledi, bekledi… Gelmiyordu, belki de odanın kapısının yüzüne bile bakmamıştı. Ne olmuştu? Yoksa küsmüş müydü artık bu odaya? Persephonié her fırsatta bu sınıfa giriyordu ve saatlerce içeride duruyordu. Herkes gibi Frankenstein da nedenini çözememişti. Orada, o dakikalar içerisinde –belki de saatler olmuştur- gelen geçen yoktu. Koridordaki gölgelerden de eser kalmamıştı. Belki de bugün yalnız kalmak istemiyordur diye düşündü. Sandalyesine oturdu ve asa yardımıyla kapıyı sonuna kadar açtı; çıkıyordu sınıftan.
Üzgün olduğu çehresinden anlaşılıyordu ki dudakları her zamankinden sarkıktı. Gözleri zeminden başka bir yeri görmüyordu. Kaşlarını çatmış olduğundan aslında üzgün mü kızgın mı olduğu anlaşılamazdı. Yere boş boş bakmasından kaynaklanıyordu ki birini ezdi. Oldukça kuvvetsiz bir eylemdi ama karşısındaki Hufflepufflı, cinsiyeti belli olmayan insanın ona bağırması kadar kuvvetliydi de. Feruarre Fergusino adlı Fransız göçmeni bir erkek çocuğuydu ezdiği kişi. Aslında tam anlamıyla erkek de denilemezdi çünkü yürürken kıvırtması, ellerini ahenkli ahenkli sallaması, uzun, bakımlı saçlarıyla oynaması ve hatta tatillerde pembe bir tişörtle dolanması akıllarda soru bırakıyordu. Frankenstein cinsiyeti belli olmayan bu insan modelinin, arkasından ona Fransızcada çok kötü bir anlama gelen bir küfrü söylediğini duydu ama söylediği kişinin de Fransız olduğunu bilmiyordu herhalde. Bundan sonra bilmiş olacaktı çünkü Frankenstein da asasını ona dikti ve kaybol anlamına gelen çok kaba bir Fransız küfrünü sarf etti; orta parmağını arkasından çıkarmayı da ihmal etmedi, bu bir Frankenstein klasiklerindendi. Biraz olsun stresini Fransız çocuktan çıkarabilmişti ama bu ona yetmezdi. Yolsuzların efendisi Göl Kenarı’na doğru tekerlekleri döndürmeye başladı. Eğer aptal insanlar yakasını bırakmazsa biraz dalgaları izleyip, rahatlamak istiyordu. Çoğu kişi Göl’ün çevresine doluşmuştu; bazıları da okul kapısında güle, hoplaya dikkatleri topluyordu. Tekerlekler çimleri eze eze ilerledi, ama bir anda durdu. Bu ani duruşun sebebi gölün kenarındaki bir kızın, Persephonié’nin, herkesten uzak bir yere oturmuş, gölü seyredişiydi. Birkaç dakika onu izledikten sonra harekete geçti ve kızın yanına gitti. “Persephonié değil mi? Konuşabilir miyiz?” Sesinde hain bir tını vardı. Kim bilir, belki de kızdan hoşlandığından değil de onun tarzındaki şeylerden dolayı bu kadar üzerine düşmüştü. Frankenstein’dı bu, işi belli olur muydu?
| |
| | | Simona Floros Muggle
Ruh hali : Mesaj Sayısı : 893 Yaş : 31 Galleon : 12366 Ekspresso Puanı : 1 Kayıt tarihi : 14/03/08
| Konu: Geri: Tanrı'ların Dansı Çarş. 21 Ocak 2009, 19:55 | |
| Güneşin kamaştırdığı renkli gözlerini kapayıp, saçlarını esen rüzgarın kollarına bıraktı. Bu sık sık yaptığı birşey değildi. Çünkü bedeninde Zeus'un koruması için bıraktığı bir ruh daha vardı; adı Cissy'di. Onun yüzünü daha görmemişti ama onun düşüncelerini okuyor, onu hissediyordu. Onunla aynı kalbi paylaşıyordu.. Cissy o kadar savunmasız ve acizdi ki Persy'e verilen görev bazen çok ağır ve itici geliyordu. Cissy'in zayıflığı, duygusallığı çoğu zaman bir ur gibi beynini sarıyor, beynini kemiriyordu. Oysa Persy'nin hayatında bu fren görevi yapan duygulara yer yoktu; olamazdı da.. Aralarındaki fark bulmaca eklerindeki 'iki resim arasındaki fark' zımbırtısından bile daha fazlaydı. Izdırap içinde ölen Cissy'nin aksine, Persy ızdırap için yaşıyordu. Cissy için bir damla kan kabusken, Persy için hayat kaynağıydı. Aralarındaki farklar bunun gibi karşılaştırmalarla devam ediyordu ama özet bir cümleyle bütün bu özel ayrıntılar genel hale gelebilirdi; Cissy melankolikti, Persy'se Mazoşist.. Onu aklından çıkarmaya çalışsada bir türlü atamamıştı içinden, Zeus Cissy'i atmanın bir yolu olduğunu söylemişti bedenine naklederken; o minik kıza ızdırap veren Joe isimli adamı bulup öldürmek. O güne kadar hayvanların kanları ilgisini çekerdi. Onları öldürmek, parçalamak, kanlarının soğuyuşunu teninde hissetmek.. Ama bir insanı öldürmek bütün bunlardan çok daha farklıydı. Persy için bu sadece bir arzuydu. Çünkü bir insanı öldürmek sadece salaklık olabilirdi. Sonu Azkaban denilen o yalnızlığın ve korkuların insanı soğuk öpücüğüyle sardığı yere gitmek demekti. Korkular... İşte Cissy'nin bedenini ele geçirmeye başladığının bir göstergesiydi bu.. Eskiden onunla sadece aynı bedeni paylaşırken, şimdi aynı beyni paylaşıyorlardı. Cissy, Persy'nin bedenine bir otel odası gibi yerleşiyordu. Önce acizliğini koymuştu Cissy beyninin en üst kıvrımına, şimdiyse daha iç kısımlara ilerliyordu. Korkunun soğuk nefesenin sinirlerinin üzerinde yılan gibi ilerleyişini hissedebiliyodu. Bu ilerleyiş başını migrenden daha çekilmez bir ağrıya sürüklese de Zeus yanılıyordu. Akıllı olan Persy'di, Zeus sadece yaratıcıydı. Bunun gibi aciz numaralarla Persy'i yenemeyecekti. Cehennemin; Hades'in güçlenmesini istemediği için bu görevi vermişti Zeus Persy'e.. Aciz düşürmek istediği Persy bir yarı tanrı kadar güçlüydü. Herşeyi gören yüce Zeus insanların beynini okumaktan ne kadar da acizdi. Persy elbette bu savaşta Zeus'a karşı gelen Tanrı'ların yanında olacaktı. Olacaktı ki diğer insanların aksine kendisini özel kılabilecekti. Kanın tadını hissedebilecekti ve bir uyuşturucu gibi beynini esir eden o bastırılmış kokusunu.. Bir tutkuymuş gibi taptığı bağımlılıktan soğutamayacaktı hiçbirşey bedenini. Her kanda canına can katacaktı. Ebedi huzuru ve ölümsüzlüğü yakalayacaktı her damlada.. Kutsayacaktı kendisini.. Kendisini ve hayatta tek önemsediği kişi olan Frank'ı...
Otların arasında bir çocuğun başını okşuyormuş gibi gezinen parmakları buruk bir acıyla kavruldu. İç güdüsel bir refleksle elini hızla gögsüne doğru çekip yayıldığı yerden doğruldu. Otların arasında kendini korkunç sanan bir palyaço gibi duran yavru bir ısırgan otuydu canını yakan şey.. Sağ elini acıyan işaret parmağının üzerinde gezdirdi. Ne bir kan nede bir iz vardı güneşin keskin ışınlarının ısıttığı pürüzsüz tende.. O anda avada kedavra yemiş gibi hissetti kendisini.. Birkaç saniye sonra dinecekti bütün acı ama hiçbir iz kalmayacaktı bedeninde. Çektiği acının ona armağan ettiği her gördüğünde gözlerinin tutkuyla parladığı bir armağan olmadıktan sonra yaşadıklarının ne önemi kalırdı ki? Asa sadece kalbe batırılabilecek bir bıçak kadar değerliydi Persy için. Ölüm kanlar içinde can çekişmedikten sonra ne işe yarardı ki? Arasına toprağın girdiği ojesiz sivrı tırnağıyla acıan parmağını okşadı. Yere dökülen meyve suyunun paspasla silinmesi gibi her saniye acıdan biraz daha uzaklaşıyordu. Gıdıklayan sivri tırnağı derisine battı ilk önce. Arkasından süpriz yumurtadan çıkan ödül gibi yükselen bir kan damlası yere döküldü. Tırnağını hiç kaldırmadan işaret parmağının köküne kadar hızla çekti. Sinirlerine saplanan jilet gibi bir acının sonunda kalp gibi attığını hissetti can çekişen atardamarının.. Cüppesinin üzerine dökülen kanın kokusunun havaya karışıp burnundan içeri girişini bekledi. Derin bir soluk alıp verdi. Yumduğu gözlerini açmadı; taki kan kokusunun yanına başka bir koku karışıncaya kadar... Aralanan mavi gözleriyle gelen kişiye baktı. Onun bal rengi gözlerine uyuşturucu çekmiş bir adamın yüzündeki huzurla baktı. Onun gözlerindeki ifadeyle biraz daha gerçeğe döndü.. Frank'ın gözlerinde kendisini gördü.. Aynı gök Tanrısıy'la , deniz Tanrısının birbirlerini yansıttığı gibi o da Persy'nin kanayan parmağına Persy gibi bakıyordu. Büyük bir arzuyla, istekle bakıyordu. Onun da bu tada özledim duyduğunu biliyordu. İşte bu yüzden onu yanında istiyordu. Onu diğer erkeklerin aksine arzuluyordu.. Sevgi saçma bir sözcüktü olsa olsa Frank'a duyduğu hisse tutku denebilirdi. Aynı kana ve uyuşturucuya olan tutkusu gibi onu da istiyordu.. Er geç geleceğini biliyordu ve şimdi yanına gelmişti. İkisi de Zeus'un hem bu dünyada hem de diğer hayatta istemediği kişilerdi. Ama görünüşe göre ne Persy'nin bedenine kimirmesi için saldığı Cissy ne de Frank'ın tutmayan bacakları onların isteklerini etkiliyordu. İri dudaklarını aralayıp, avını yakalamış bir kaplanın değişen tutku dolu sesi gibi kalı bir sesle fısıldadı; " Evet ben Persephonie Frank.. Senin konuşmayı hiç bu kadar istememiştim. ". Ona saatler kadar uzun gelen cümlenin sonunda sesinin kalınlaştığını yeni hissetti. Aynı sarhoş olmuş gibiydi, sesi ve bedeni aklının konturolünden çıkmıştı. Ta ki Silvia'nın parfümünün ve ardından çıyaklayan sesini hissedene kadar. Ona gerçek yüzünü hiç göstermemişti ve göstermeyecekti. Parmağını cüppesine sarıp ona ters bir bakış attı. Görünüşe göre Frank.'ı görmezlikten geliyordu. Ama siniri bundan değildi belki de zamanlaması hoşuna gitmemişti.
En son Persephonié Marquéz tarafından Paz 01 Şub. 2009, 01:43 tarihinde değiştirildi, toplamda 1 kere değiştirildi | |
| | | Frankenstein Kranstone Exuo Vexillum Bestia Ortağı
Ruh hali : Mesaj Sayısı : 396 Yaş : 30 Kan statüsü : Bulanık, pislik. Galleon : 11744 Ekspresso Puanı : 1 Kayıt tarihi : 11/11/08
| Konu: Geri: Tanrı'ların Dansı Cuma 23 Ocak 2009, 17:56 | |
| Esen rüzgârın yumuşaklığı mı, yoksa karşısındaki varlığın gün ışığından daha da parlak görünen saçları mı onu mayıştırmıştı? Normalde binlerce simanın içinde sanki bir kör noktaymış gibi hissetmenin tadını çıkarırdı fakat şimdi adeta boşluktaymış gibi hissediyordu. Persephonié, buz mavisi gözlerini yavaşça yerden kaldırıp onun tıpkı bir kurbağanınkini andıran pörtlek, ela gözlerine bakmasını yavaş çekimde izlemek şu anda istediği tek şeydi. Çünkü bu sefer, uzun olan kirpikleri ona daha da uzun, kendinden emin ve dehşet verici bakışları daha çok sahibinin parmaklarını yumuşak tüyleri arasında gezdirmesiyle gözlerini baygınlaştıran bir kediyi andırıyordu. Hele o dudaklar… Gözlerini baygınlaştırmış kedinin kanından bir parça gibiydi. Kan kırmızısı ve dolgun… Persephonié bir kadının sahip olabileceklerinden daha da fazlasına sahipti. Frankenstein bir an onun dolgun dudaklarına, beraber öldürdükleri kediciğin kanını sürdüğünü düşündü. Sonra onu öptü. İlk önce dudaklarına yaklaştığında, kanın kokusunu aldı. Ardından eşsiz dudaklarla birlikte tattığı kanı… Yemeğin ardından verilen bir tatlı misaliydi bu dudaklar. Dünyadaki tatlılarla eş değer bir tat değildi bu. Benzersiz ve sadece dudakların temas edebileceği türdendi. Düşüncesi bile güzeldi. Ama Frankenstein’ın içindeki adaletsizliğin ve kötülüğün verdiği o duygular, saflığın ve iyiliğin verdiklerine yenilecek kadar güçsüz müydü? Kendini bildi bileli, engin dünyada tek sevdiği şey çocukluğundan beri ona arkadaş olan tekerlekli sandalyesiydi. Ona ihanet edemezdi, asla. Sırf diğer oğlanlar gibi bakımlı ve yakışıklı olmak için en değerli arkadaşını kenara atamazdı. Şimdiye kadar beraber olduğu, işlediği her türlü kötülüğü ve yaptığı her türlü iyiliği (!) bilen tek şey: ayakaltındakiydi. Üstelik onu taşıyordu da. Aynı duyguları kendi türünden bir dişiyle yaşayabilir miydi? Pek sanmıyordu çünkü ruhunun dediklerini yapıyordu, sırf bedeninin ihtiyacı olduğu için bir kızla çıkmazdı. Ve ruhu ona “kuralları” dinlemesini söylüyordu.
Ölü bir insan ölü olduğunu bile anlayamazdı ki. O yüzden ölümü diğerleri gibi önemsemiyordu. Mezar taşının dibine gelip, güzel kokulu bir demet çiçek ve ardından bırakılan gözyaşları… Mezar taşında adı geçen varlık sanki cennetin güzelliğini bırakıp ağlayan kişinin yanına gelecekmiş gibi… Ya da cehennemde yanan deri parçalarının ızdırabından kurtulup, gözyaşlarını kullanarak yangını söndürecekmiş gibi... Bazıları göğsünde taşıdığı İsa’nın çarmıhına her ne kadar parmaklarını dolasa da onun dolayacak başka şeyleri vardı: Kuralları. Oyunu kurallarına göre oynardı; Tanrı’nın kurallarına göre değil. Şimdi kuralları bozacak mıydı yoksa mavi gözlerin parlattığı o meleğimsi yüzü unutacak mıydı? Tanrı’ya inananlar buna “kader” derdi ama o “kurallar” demekten başka bir şey bilmezdi. Acaba oyunu Tanrı mı kazanacaktı, yoksa Frankenstein mı? Görünüşe göre Tanrı bir sıfır öndeydi çünkü Persephonié: "Seninle konuşmayı hiç bu kadar istememiştim." mi dedi yoksa Frankenstein hala hayal dünyasında mıydı? Hiç sanmıyordu; Persephonié’nin yanındaki sarışın, bir barbie bebeği andıran kızın parfümünün kokusu artık mayıştırıcı gelmiyordu. Gözlerini birkaç saniye boyunca kancaladığı noktadan çekip, kızın gözlerine doğrulttu ve sanki hiç etkilenmemiş gibi, “Aslında bunu herkesin içinde konuşamayız. İlerlemeye ne dersin?” deyip, ilerideki ağaçlardan gölge düşmüş, karanlık bölgeye doğru sürüklenmeye başladı.
En son Frankenstein Lucas Roviun tarafından C.tesi 14 Mart 2009, 12:41 tarihinde değiştirildi, toplamda 1 kere değiştirildi | |
| | | Simona Floros Muggle
Ruh hali : Mesaj Sayısı : 893 Yaş : 31 Galleon : 12366 Ekspresso Puanı : 1 Kayıt tarihi : 14/03/08
| Konu: Geri: Tanrı'ların Dansı Çarş. 04 Mart 2009, 11:43 | |
| 'Ahh Persysca ah.. Sen hiç söz dinlemez misin? ' diye homurdandı Cissy. Sesini Persy'den çok Frank'a duyurmak için kafatasına hafif ruhunun bütün gücüyle çarpıyordu. Birer saniye arayla beynine giren zonklamayı bastırmak için çocukken ninesinin ninni olarak söylediği bir duayı içinden mırıldanmaya başladı. Sımsıkı yumduğu gözleri bedeninin içindeki dünyaya açılan gözlerini aralamıştı. Gölden gelen kurbağa sesleri ve Frank'ın kan kadar çarpıcı kokusu burnundan silinmeye başlamıştı. Dış dünya uzaklaşıyor, gökyüzüne yükseliyordu. Biran keşke Cissy'nin onu hapseden sesini yok saymanın göldeki cırlak kurbağayı yok saymak kadar kolay olmasını diledi. Persy için dış dünyayı görmezden gelmek çok kolaydı, öyle ki Hogwarts koridorunda yürürken kendisini gerçekten boş bir koridordaymış hissiyle sarmalanmış durumda bulmak çok kolaydı. Çünkü insanlar basit ve güçsüzdü. Oysa üçüncü boyut öyle değildi. Ruhlar baskın, inatçı ve ele geçiriciydiler. Bazen yürürken senin beynine soğuk ellerini daldırır, ölümlerinin intikamını almak ister gibi sıkarlardı. Buna şifacılar beyin kanaması diyorlar, geçiyorlardı. Hoş, Persy onları yadırgamıyordu. Üçüncü boyutu görmek için erdem gerekirdi, bu bir yaradılıştı. Sonradan edilinemezdi yada ölümle bundan kaçılamazdı. Aksine ölüm bedenini yer çekiminden koparır seni gökyüzüne; Tanrı'ların yanına götürürdü. Ölüm yeni bir başlangıçtı. Bu dünyada dökülen her kutsal kan o boyutu güçlendirirdi. İşte burada iş Persy ve Frank'a kalıyordu. Onlar katil olmamıştı, katil olarak doğmuşlardı. Katil ve elçi buluşmuştu. Şimdi bu güce yücülerin yücesi olmasına rağmen Zeus nasıl karşı koyacaktı.
Gözlerinin açık olduğunu yeni fark etmişti, tam Frank'a bakıyordu gözleri. Onu dinlediğini sanıyordu Frank oysa felçliydi zayıf bedeni. Haraket etmek istemiyordu. Eğer ona bir fırsat verirse Cissy konuşacaktı, hakaretler yağdıracaktı cırlak sesiyle Frank'ına. Uzun süredir beklediği bu anın bozulmasına ve yine o iğrenmiş yüze bakmaya katlanamazdı. Onun sislerle çevrilmiş sansürlü dünyasına uzaktan gelen boğuk sesi duymak için bir an kaslarını sıkmayı bıraktı. “Aslında bunu herkesin içinde konuşamayız. İlerlemeye ne dersin?” . Onun büyüleyici yüzünün aldığı şekli görmek için biraz kımıldadı fakat sadece sorusuna cevap vermek içün başını sallayabildi. 'Savunman yok. Savunmasızsın. Onun için bunu yapıyorsun. Korkak! ' diye mırıldandı sırt üstü düşerken Zeus'a. Bedeninin dış hatlarını sarıp Persy'nin ruhunu içeri itmeye çalışsan Cissy'e karşı koyuyordu şimdi. Burnundan sızan ince kan buz kesmiş yanağını yakarak ilerliyordu. Tırnaklarının etini delmemesi için ani bir hamleyle çamurlu toprağa parmaklarını geçirdi. Kasılan midesi sanki bedenini ikiye ayıracak gibiydi. Canı yanıyordu. Sadece Frank'ın melodik sesi belli aralıklarla kulağında yankılanıyordu. Ne dediği anlaşılmayan mırıltılar, Tanrı'ların homurtuları arasına karışmıştı. Fal taşı gibi açılmış gözleri ışık hızıyla değişik görüntüler sunuyordu. Bir Tanrı'ların heykel yüzleri bir parlak gökyüzü, Bir Cissy'nin kanlı suratı bir Silvia ile Frank. Beyninin uyuşmaya başladığını, görüntülerin silikleştiğini hissetti, eroin çekmiş gibiydi. Fakat bu eroin Persy'nin bilincini kapatıyordu. Bu yüzden narkoz sözü bu durumda daha doğru olurdu. Tutunmaya çalıştığı toprak yarılmıştı, içine düşüyordu, Hades'in ölüleri Persy'nin okul cüppesine intikam ve acıyla kirlenmiş tırnaklarını geçirmiş onu içeri çekiyordu. Onların gücüne karşı koyması imkansızdı. Bu zayıflığından fırsat kazanmış Cissy Persy'nin bedenini düştüğü topraktan doğrultmuştu. Cırlak sesiyle bir inilti koydu. Fakat ruhu içeriye hapsedilmeye çalışan Persy son bir hamleyle beynini saran bu çileye karşı koydu. Bu güçlü hamleye karşı gelemeyeceğini anlayan Cissy, Frank'a hakaretler yağdırmaktan vazgeçmişti. Onun yerine sonu acı bir çığlığa dönen cümlesini fısıldadı tiz sesiyle; " Annenin iyilikleri ne olacak Persysca yada onlara kurban sunduğun Tanrı'ları? Annenin kolyesi.. ". Annemin kolyesi.. Diye aklından geçirdi Persy. Bu seçim zamanının geldiğini mi anlatıyordu Persy'e? Seçim zamanı.. Bunun kendinden uzak olmasını ne kadar dilemişti. İki kefenin ortasındaydı oysa, gözlerindeki bulanıklığın tam dağılmamıştı ve daha tam olarak Cissy'i içeri postalayamamıştı. Çünkü en zayıf noktasından vurulmuştu. İnançları mı? Yoksa Frank mı? Beyninin yarısı kendisine aitken bu soruyu çabuk sormalıydı kendisine. Toprağa batmış eli iniltiler arasında yerden kalktı. Sesi bir tizleşiyor bir normale dönüyordu. Bu savaşın sesiydi. Fakat aptal Cisy'nin hile yaptığından haberi yoktu. Kolyeyi tuttu ve çekip attı. Beyninde bir homurtu duyuldu ve tekrar nefes aldı. Boğulmak üzere olan bir kzazede gibi derin derin nefes aldı. Sağ eliyle sildiği burnu da muhtemelen nefessizlikten çatlamıştı. Derin bir iç çekip kolyesini göz ucuyla aradı. Çoktan cehennemi boylamış olamsıydı.
En sevdiği haraket olan olayları olmamış sayma oyununu oynamak için yeni bir fırsattı. Cebinden çıkardığı kirli mendilin bir yarısıyla burnunu diğer yarısıyla çamurlu parmaklarını sildi. Ona korkmuş gibi bakan Silvia'ya gülümseyerek baktı. Eğer yalnız olsaydılar bu kıza rahatlıkla bunun düş olduğunu yuttururdu. Kimbilir belki Frank da yardım ederdi? Yerden toparlanıp, savaşta bile bağdaş kurduğu pozisyondan kurtulamamış bacaklarını açmak için hızlı adımlarla ilerideki gölge ve ıssız koruya doğru ilerlemeye başladı. Toprak ayaklarının altında bataklığa önüşürken kafasında Cissy'nin ve kendisinin soruları uçuşuyordu. Neden oraya gidiyorum? Frank'a karşı koyabilecek kadar güçlü müyüm? Benim sandığımdan daha mı güçlü? Neden ona bu kadar büyük bir bağımlılık duyuyorum? Sonra zamanın ve olayların Frank'ın yanında önemsiz olduğuna karar verip, elinin tersiyle kafının üzerindeki boşluğa bir tane geçirdi; düşünce baloncuğunu patlatmak gerçekten işe yarar mıydı bilinmez ama buna sinir olan Cissy bir süra çenesini kapıyabiliyordu.
Not: ' .. ' içine alınmış yazılar Cissy'le yapılan konuşmalardır. Bu konuşmaları beyninde yaptığı için dış dünyadakiler duyamaz.
| |
| | | | Tanrı'ların Dansı | |
|
Similar topics | |
|
Similar topics | |
| |
| Bu forumun müsaadesi var: | Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
| |
| |
| |