|
| Şeker mi oyun mu? | |
| | Yazar | Mesaj |
---|
Frankenstein Kranstone Exuo Vexillum Bestia Ortağı
Ruh hali : Mesaj Sayısı : 396 Yaş : 30 Kan statüsü : Bulanık, pislik. Galleon : 11746 Ekspresso Puanı : 1 Kayıt tarihi : 11/11/08
| Konu: Şeker mi oyun mu? Paz 23 Kas. 2008, 15:10 | |
| Alevler gibi cızırdadı yine içindeki dürtü. Sanki bir kabarcıktı da sürekli büyüyüp, patlıyor ve nasılsa tekrardan oluşuyordu. İçindekini, içindeki şeytani varlığı tatmin etmek zorundaydı. Kırmızı sıvıya sahip olan her şeyi ona kurban etmekti vazifesi. Kana susamış bir yaratık etrafta dolanıyordu ama bedenini insan eti kaplıyordu. Şanslıydı ki sahip olduğu insan aynı zamanda tekerlekli sandalyenin üzerinde zoraki duran, masum ve küçücük bir bedene sahipti. Acaba yaratık bilerek mi bu bedeni almıştı? Neden diğerleri değil de o? Zarif bir genç kızın dış görünüşünü yerine neden iskeletini ve iç organlarını hayal ediyordu? Masum, gereğinden fazla zeki, fiziksel özürlü Lucas ve kana susamış yaratığın bütünlüğü bu sorulara cevap verebilirdi. Dürtü tüm bedenini kapladığında terlemeye başlıyor, etraftaki bir ileri bir geri savrulan kan topluluklarına –insanlar onun için sadece kan topluluklarıydı- bakıyor, öldürmek istiyordu. Karşısındakini keserken acıyla, çaresizce bağırması, en derin yerlerine geldiğinde artık kurbanın tüm bedeniyle ona ait olması ve etraftaki ekşi kokulu, kırmızı lekeler onu tatmin ediyordu. Kanı kokladıkça gözleri baygınlaşıyor, yüzündeki ter damlacıkları sanki görünmez bir havluyla silinip, kayboluyor, bir ruhu andıran bembeyaz rengin yerini sarımtırak ten rengi alıyordu. Kana bağımlıydı, onun uyuşturucusu kandı. O andaki Lucas’la kimse yüz yüze gelmek istemezdi. Yüzündeki her kısım tatmin duygusundan etrafa boş boş sırıtıyor, tıpkı yaşlılarınkini andıran, sarkmış yüz hatları bir türlü toplanamıyordu. Hiçbir şey yapmadan, saatlerce ortamı yaşayabilirdi. Neden öldürüyordu ki? Öldürdükten sonra cesedin yüzüne bile bakmıyordu. Yalnızca asasıyla kurbanı yararken kesilen damarlardan boşalan kanı izlemek onu tatmin edendi. Evet, cesetten ona doğru savrulan kokuyu ve yüze çarpan sıcaklığı kolay kolay kimse hissedemezdi. O anda kendini bu işe adamış, özel biri olarak görüyordu belki de. Her ne olursa olsun sadece bir huyuyla özeldi: Öldürmeye hevesli.
Tekerleğin her üç yüz altmış derece dönüşüyle yerden takır tukur sesler geliyordu. Tabii bu kaba ses yalnızca insan sayısının az olduğu yerlerde duyulabiliyordu. Bir kelebeğin havada süzülüşünü andıran garip bir hareketle aniden yükseldiğini hissetti. Arkasına döndüğünde kasların yüzüne yansıttığı acıdan kasılmış bir surat belirdi. Hademe Apollon fazla gelişmiş kollarıyla Lucas ve can dostu tekerlekli sandalyesini kaldırmış, basamaklardan yukarı çıkarıyordu. Lucas birden düşünceler topluluklarında daldı gitti. Yürümek bu olsa gerekti, kimseye bağımlı kalmadan basamakları çıkabilmek. Yardıma muhtaç olmak ise birilerinin vicdanının kaynaması sonucu belki isteyerek belki gerektiğini düşündüğü için sana basamakları çıkmanda yardım etmesiydi. Aslında Lucas da isterdi tek başına basamakları çıkmayı, kimseye muhtaç olmadan göğsünü kabartarak tekerlekli sandalyesini yakıp yeni bir hayata başlamayı. Pekâlâ, hoş, güzel ama şeytani dürtüsü ne olacaktı? Şüpheleri üzerine çekebilirdi. Herkesin kendisi için bir takım fedakârlıklar yapması gerekir diye düşündü sonra. Kararlıydı, kendisi için olduğu gibi yaşayacaktı. Diğerlerinden eksiği neydi ki zaten? Onlar sadece bir çift ayaklara sahipti o kadar. Önemli olan her şey beyinde yatıyordu. Sarsıntıyla birlikte daldığı noktadan gözlerini ayırdı. Apollon bir of çekip, koridordakilere Lucas’ı beş adımlık yerden nasıl geçirdiğine dair bir sinyal vermişti. Köşedeki şımarık Slytherinli kızlar alaycı bir gülümsemeyle ona baktılar, Apollon ise duvara bir kolunu dayayıp kasını balon misali şişirerek, dalkavukça sırıttı. Lucas onu anlayabiliyordu aslında, bütün gün okulun getir götür işlerini yapıyordu. Dolayısıyla sosyal bir yaşamı yoktu ama bu Lucas’a somurtmak ya da kendisinden bayağı bir küçük kızlara asılmak anlamına gelmiyordu. Yavaşça ilerlemeye başladı, şimdi iyice terlemişti ve soluğu kesilmişti. Tek yapması gereken şeyi biliyordu. Ama burada, okulda nasıl olacaktı ki? Onca insanın içinde bir tavşanı kesip kanlarının saçılmasını izlediğini hayal etti birden. Slytherinler dâhil bir daha hiç kimse ona laf atamazdı hayalindeki dehşet görüntüye göre. Aslında bunu gerçekten çok isterdi, herkesin ne halt olduğunu bilmesi, ona korkuyla bakıp yanına yaklaşmamalarını çok isterdi ama derslerden gayet hoşnuttu. Okuldan atılmaya niyetli değildi. Şimdi ter sayısı yüzü geçmişti, elleri titriyor, parmakları sandalyenin çeşitli kısımlarında tıkırdıyordu. İnsan sayısının daha az olduğu sessiz sakin bir köşeye çekildi ve kendini kontrol etmeye çalıştı. Gözlerini kıstı, beynindeki kan görüntülerini silmeye çalıştı. Ama nafile… Bu sefer kastığı içi beyni ağrıyor, içindeki tüm organlar yanıyordu. Tanrıya inancı olsaydı ondan yardım isteyebilirdi. Ama içindekinden başka kimseye inancı yok gibiydi. Düşünmeye başladı, sulanmış gözlerini hafifçe araladı ve koridorda dolaştırdı. Tabii ki bu koridoru daha önce görmüştü, az ileride bir cadı heykeli vardı ve tablolarla süslenmişti. Kendini biraz daha zorladı, ileride birçok kapı vardı ve bu kapılardan biri belki de okulun en ücra köşelerinden biriydi. Hademe Apollon’un bir kere girip temizlediğini bile sanmıyordu. Soluğunu tuttu, elini doğru pozisyona soktu ve titrek bir hareketle sandalyeyi harekete geçirdi. İlerliyordu, yüzündeki binlerce ter damlacıklarının onu başka bir canlıya dönüştürmesine –şuan insandan daha çok bir aşırı pullu bir balığa benziyordu- rağmen doğru yere gidiyordu. Etrafına bakındı kimse yoktu, kapının kolunu tutup kendine doğru çevirdi. Anlaşılan Apollon yine kilitlemeyi unutmuştu ki kapı rahatlıkla açıldı. Burası bir boş sınıftı, etrafı pencerelerle çevriliydi ve ürkütücü bir görünüme sahipti. Tahta sıraların hepsini sürüngenler kemirmişti, okulun hemen yanındaki koca ağacın yaprakları pencereleri dövüyordu. Az ileride kırık bir pencere vardı, yanında da kemirilmiş sıralardan biri yer alıyordu. Güçlükle oraya kadar gitti ve kırık pencereden gelen havayı yüzünde hissetti. Rahatlıyordu, ter damlacıkları artık yüzünü kaplamıyordu. Tek isteği kafasını sıraya koyup uyumaktı. Uyuşturucu biraz olsun bekleyebilirdi. İşte şimdi tamamen düşler dünyasına aitti.
En son Frankenstein Lucas Roviun tarafından Salı 02 Ara. 2008, 20:16 tarihinde değiştirildi, toplamda 1 kere değiştirildi | |
| | | Hestia Ölüm Yiyen
Ruh hali : Mesaj Sayısı : 360 Yaş : 29 Kan statüsü : Safkan tabii ki. Galleon : 11771 Ekspresso Puanı : 3 Kayıt tarihi : 22/10/08
| Konu: Geri: Şeker mi oyun mu? Paz 30 Kas. 2008, 23:48 | |
| Nefretle parlayan mavi gözleri, şimşek misâli çakıyordu ortalığa. Simsiyah bir ruj ile boyanmış dudakları her zamanki gibi sinsi bir ifadeyle kıvrılmıştı. Gözlerinin çevresine kara bir kalem çekilmişti resmen. Sapsarı saçlarının arasında siyaha boyanmış bir perçemi vardı. Baştan aşağı karanlığın rengine bürünmüştü bugün. Giyinişinde istisna bir renk olarak görülen beyaz gömleğinin üstünde koyu yeşil, ince bir kazak vardı. Yine yeşil çizgili siyah fırfırlı ya da kendi deyimiyle püsküllü eteği Christina'nın şık olma düşkünlüğünün temsilcisiydi. Altına giydiği siyah botlar gayet uçuk olmasına karşın tüm dikkatleri üzerine çekiyordu. Sıradışı tarzının çoğunluğu etkilediği bir günündeydi bugün. Yürürken karşılaştığı herkes kendisinin önce botlarına daha sonra gözünün içine bakmaya çalışıyordu. İşte bu bir avuç topluluk budaladan başka bir halt değildi. Christina için hepsi, toplasan beş para etmeyecek kadar değersizdi. Dünya ile iletişimi koparmış soluk teni onların bakışlarıyla daha da şeytanileşiyor gibi gözüküyordu.
Kız arkadaşlarının yanına varıp onlarla birkaç dedikodu yaptıktan sonra karşılarına çıkan bir adet özürlü çocuk ve bir adet hademe parçası karşısında ne yapacağını bilemedi. Apollon karşılarında kendilerine kas gösterisi yapıyordu. ''Bu gerizekalı n'apıyor böyle? Zaten olmayan beyni bir tek bunlara çalışıyor galiba.'' Bunu, yanındaki arkadaşlarına fısıltı halinde söylemişti. Peki ya şu beyin özürlü hademenin yanındaki ezik özürlüye ne demeliydi? Tekerlekli sandalyesinin üzerinde gayet masum gibi gözüküyordu. Peki neden terlemişti? Onu şu yanındaki Apollon taşıyarak çıkarmamış mıydı? Başından beri bu çocuktan şüpheleniyordu. Mutlaka bir şeyler karıştırıyor olmalıydı. Sonuçta kimse durduğu yerde kan ter içinde kalamazdı. Bunları boşvermek isteyerek tekrar ikisini süzdü. Tek kelimeyle ikisi de birbirinden beter gözüküyordu.
Aradan on dakika geçmesine rağmen Apollon hâlen gitmemişti. O engelli çocuk bile meydanı terketmişti. Onun ne halt yemeye gittiğini bilmese bile artık karşısındaki adamdan kurtulmak istiyordu. Hademe kaslarını oynatıp duruyordu, Christina iğrenmeye başlamıştı artık. Düşündü, düşündü, düşündü... Aklına bir fikir gelmişti ve bu oldukça da eğlenceli bir plândı. Tabii ki koca bir yalandan oluşuyordu ama kurtuluşunun da anahtarı olacaktı. Hademenin yanına doğru yürümeye başladı. Mağaradan çıkmış gibi duran adamın tam karşısına dikildi. ''Bilmem kaç yaşındasın ama en az kırk varsın. Kendinden fazlasıyla küçük kızlara asılmaya çalıştığını müdire öğrenirse ne olur sence? Çabuk buradan toz ol ve bizi rahat bırak. Yoksa seni bu okulun maskarası yaparım, gerekirse yalanlarımla seni herkesin önünde küçük düşürürüm!'' On dört yaşındaki bir kıza göre oldukça istikrarlıydı. Bir lider gibi kükremişti adamın üstüne doğru. Hademenin birden sönen kasları Christina'nın ve biraz arkasındaki arkadaşlarının kıkırdamasına neden olmuştu. Apollon içten içe köpürüyordu ama okuldan atılma, işten çıkarılma korkusuyla arkasını dönüp merdivenleri inmeye başlamıştı. Ellerini beline koymuş hademenin inişini izleyen Christina yine amacına ulaşmıştı ve gözleri hiç olmayacağı kadar büyük bir ateşle parlıyordu.
Arkadaşlarıyla geçirdiği zevkli dakikalardan sonra yatakhaneye doğru ilerlemeye başlayan Christina, yanaklarından aşağı doğru akan bir sıvının varlığını yüzünde hissetti. Yan cebinden çıkardığı küçük aynayı yüzüne tutunca neredeyse çığlık atacaktı. Rimeli fena hâlde akmıştı. ''Kahretsin! Herhalde fazla güldüm, lanet olsun!'' Mutlaka bu durumu düzeltmeliydi ama yatakhaneye varana kadar herkesin alay konusunu olurdu. Kendisine en yakın duran sınıfa, yani boş sınıfa doğru koşmaya başladı. Kapıyı kırarcasına açan Christina hiçbir yere bakmadan gözlerini kapayarak çıkardığı asayla yüzünü temizlemeye başladı. Her şey hallolduğu zaman açılan mavi gözleri birden keskinleşti ve tam karşısındaki sıralardan birinde uyuyor gibi gözüken ya da gerçekten uyuyan engelli çocuğa dikiliverdi. Kesinlikle bugün şamata günüydü. İşte yeni bir alay konusu daha bulmuştu. Nedense eğlenceden kaçsa bile eğlence Christina'nın ayaklarına kapanıyordu. Çocuğa doğru yürüdü ve onun yanına vardığında hafifçe dürttü. Kendisine doğru dönen ürkütücü gözlerden hafif tırsmış olsa bile konuşmaya başladı. ''Hey çocuk! Uykunu alamadıysan yatakhanene gitsene. Madem bu kadar zekisin neden bunu akıl edemiyorsun da gelip bu eski püskü, bakımsız sıraların üstünde uyumaya çalışıyorsun?'' | |
| | | Frankenstein Kranstone Exuo Vexillum Bestia Ortağı
Ruh hali : Mesaj Sayısı : 396 Yaş : 30 Kan statüsü : Bulanık, pislik. Galleon : 11746 Ekspresso Puanı : 1 Kayıt tarihi : 11/11/08
| Konu: Geri: Şeker mi oyun mu? Salı 02 Ara. 2008, 20:12 | |
| Kırık camdan gelip geçen şiddetli hava, her ne kadar yüzünü yalasa da bundan şikâyetçi değildi. Şu an kim bilir hangi diyarda yaşıyordu. Masum suratı odanın içinde, bilinçsizce duruyorken, zihni nerelerde cirit atıyordu? İnsanlar sadece uyurlarken masumiyetine sahip olurlar. Tıpkı bir bebek misali saf ve korunaksızlardır. Hissettikleri, gördükleri tek şey zihinlerinin onlara oynadıkları kısa filmlerdir. Frankenstein içinse uyumak tam anlamıyla mola vermekti. Uyku sırasındayken ne öldürmek istiyor, ne de düşünebiliyordu. Bir insan beyninin yansıttığı ürkütücü görüntülere kâbus adı verilirdi. Frankenstein yaşadığı şartlar altındayken kâbusu, “rüya” olarak adlandırırdı. Hayatı korku filmini andıran biri, kâbus kelimesini nasıl tanımlayabilirdi ki. Tatlı rüyalar bu nedenle söyleniyordu galiba. İnsanlar tarafından güven vermek için kullanılan bir çeşit bağdı. Frankenstein’a tatlı rüyalar dileyen pek kimse olmamıştı. Zaten olsaydı da sırf dilediği için gerçekleşecek miydi? İnanç böyle bir şey olsa gerek. Güven duygusunu hissetmek ve inandığına sığınıp, yardımına muhtaç olmak. İnsanlar mı Tanrıyı yaratmıştı yoksa Tanrı mı insanları? Frankenstein insanların Tanrı’yı yarattığına inananlardandı. Çünkü onun ne birine sığınmaya ihtiyacı vardı ne de yardım dilemeye. Bu yaşına kadar, bu şartlar altında yaşayabiliyorsa oldukça kuvvetli ve yardıma muhtaç olmayan biri değil miydi zaten? Neden sürekli gözle görünmeyen ve varlığını belli etmeyen bir şeye dilenmek zorundaydı ki? Tek nedeni tatlı rüyalar dileyen insanlar kadar yardıma muhtaç ve bağımlı olmamasıydı.
İyice tozutan hava şimdi tüm saçlarını savurmaya başlamıştı. Saçlarının sağa sola; öne arkaya uçuşmasını sağlayan rüzgâr olsa gerekti. Anlaşılan bugünde her gün gibi kasvetli geçecekti. Olumsuz hava koşulları insanın duygularını da etkiliyordu. Frankenstein’ın suratına dayadığı kolları şimdi yavaşça süzülmüş, eski sıranın iki yanından da sarkmıştı. Kısık ve haince bakmayı adet edinmiş gözleri, şimdi eskisinden de masumdu. Eh, belki üzerlerini ikişer tane et parçası kapattığı içindi ama önemli olan arkasında sakladıklarını da görmekti. Issız sığınağın kapısı yavaşça açıldı, içeriye sarışın ve oldukça ziftlenmiş görünen bir beden aniden süzülüverdi. Tedbirsiz sarışın etrafını kolaçan etmeden, asasını çıkardı ve yüzündeki zift taneciklerini silmeye başladı. Oldukça dolgun, Frankenstein’ın sahip olmak istediği dudaklar ziftin silinmesiyle tatlı bir sırıtış takındı. Mavi gözlerini kaldırıp, bir şahin misali Yavrucak Frankenstein’ın üzerine dikti. Kötü emellerine alet olan yeni kurban Frankenstein’dı anlaşılan. Eh, en kötü emeli bir tezek bombası sallamaktı belki de. Frankenstein kafasının arka kısmından sarsıldığını hissetti. Gözlerini yavaşça aralamaya başladı. Gözlerinin önüne düşen iki çift et parçacıkları gittiğinde eskisi gibi bakmaya devam ediyordu. Beriki pencereye baktığında gözlerinin çökmüş olduğunu görebilirdi belki. Kız hafifçe irkildi ama içindeki karanlık dürtü henüz tatmin olmamıştı ki şeytanca sırıtmaya devam ediyordu.
''Hey çocuk! Uykunu alamadıysan yatakhanene gitsene. Madem bu kadar zekisin neden bunu akıl edemiyorsun da gelip bu eski püskü, bakımsız sıraların üstünde uyumaya çalışıyorsun?''
Uykusunu almak? Herhalde normal insanlar yorgunluk atmak için saatlerce boş bir yatağın üzerinde dinleniyorlardı ki bu genç kız ona bu cümleyi layık görmüştü. Frankenstein kollarını topladıktan sonra bir süre kızla bakıştı. Kız biraz gergindi, Frankenstein’ın ise yüzünde en ufak bir mimik yoktu. Doğuştan hayvani bir ürkütücülüğü olsa gerekti. Düşündü, bağımlılığını yavaş yavaş atıyor muydu yoksa? Uyumuştu, kalkmıştı ve dürtü kaybolmuştu. Uyku bunun ilacı olabilirdi. Gözleri kızın gözlerinde kaybolmuş bunu düşünürken, bir an elini, kızın eline doladı, öyle bir sıktı ki zavallı kızın eli kızardı. Yüzündeyse dehşet verici bir ifade oluşmuştu. Frankenstein aynı çeviklikle elini çekti. Neden bunu yapmıştı ki? Uykusunu almıştı ve dürtü kaybolmuştu. Belki de kaybolmamıştı, uyku sadece etkisini geciktirmişti. Anlamsızca kızın yüzüne baktı. "Kaybol." diyebildi.
| |
| | | | Şeker mi oyun mu? | |
|
| Bu forumun müsaadesi var: | Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
| |
| |
| |