Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.



 
AnasayfaAnasayfa  EkspresEkspres  GaleriGaleri  Latest imagesLatest images  Kayıt OlKayıt Ol  Giriş yapGiriş yap  

 

 8. Sezon ~ Büyük Şölen

Aşağa gitmek 
+14
Maudié Jimena B'lorié
Frances Sibi Chapman
Lycia Sonia Lonyttå
Johnny Amoux Malfoy
Indis Oak J. Engelbert
Eurydice Black
Charles Walter Lawrence
Christopher Alex Peterson
Ophelia Liv Lynn
Felipe Klaus Rodrigués
Pavel Oleksiy Bazarov
Svetléna Rosselyn Widmore
Steward Joseph Vaisey
Amortentia Cécile Derwent
18 posters
YazarMesaj
Amortentia Cécile Derwent
Emekli Cadı
Amortentia Cécile Derwent


Kadın
Ruh hali : 8. Sezon ~ Büyük Şölen Hmbl7
Mesaj Sayısı : 1343
Yaş : 32
Kan statüsü : Safkan
Galleon : 13572
Ekspresso Puanı : 24
Kayıt tarihi : 26/08/06

8. Sezon ~ Büyük Şölen Empty
MesajKonu: 8. Sezon ~ Büyük Şölen   8. Sezon ~ Büyük Şölen Icon_minitimeC.tesi 06 Ara. 2008, 18:25

Büyük Şölen ~

Sonbaharın kendini hafifçe çiseleyen yağmurla gösterdiği eylül günlerinden birinde, ağaçların taşıdığı hazin havaya büyük bir tezatlık gösteren neşeli öğrenciler ile profesörler salondaki yerlerini alırlar. Seçmenin ardından vekil müdire Profesör Derwent şöleni başlatır ve herkes büyük bir açlıkla yemeklere gömülür. Tatlıların da bitmesinin ardından her sene olduğu gibi gerekli açıklamalar yapılır, öğrenciler kurallar hakkında bilgilendirilir. Sınıf başkanlarının yardımıyla herkes yatakhanelerine yerleştirilir.

Geçerli bir mazeretiniz olmadığı sürece lütfen katılınız. Tren bu dönemlik açılmamıştır, isterseniz tren rp'lerinizle şölen rp'lerinizi bir arada bırakabilirsiniz.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
http://hogwartsekspresi.com/lejantlar-karakter-kartlary-f164/amo
Steward Joseph Vaisey

Steward Joseph Vaisey


Erkek
Ruh hali : 8. Sezon ~ Büyük Şölen Utangga7
Mesaj Sayısı : 237
Yaş : 33
Kan statüsü : Safkan
Galleon : 11684
Ekspresso Puanı : 0
Kayıt tarihi : 16/11/08

8. Sezon ~ Büyük Şölen Empty
MesajKonu: Geri: 8. Sezon ~ Büyük Şölen   8. Sezon ~ Büyük Şölen Icon_minitimeC.tesi 06 Ara. 2008, 21:52

Yine bir tren yolculuğundaydı. Gideceği adres ise her zamanki gibi; Hogwarts'tı. Havanın kasveti yüzünde bir burukluğa sebep olmuşsa da okuluna kavuşma düşüncesi onu içten içe mutlu ediyordu. Aralıklı çiseleyen yağmurun toprakla buluşması, Steward için oldukça güzel bir manzaraydı. Bu manzaraya kendini kaptırmıştı yine önceki seferlerdeki gibi. Zaten kaptırmamak için de bir çaba sarfettiği söylenemezdi. Çünkü; bu zaman aralığında kendisiyle yüz yüze kalıyor, kararsız kaldığı tüm problemleri düşünme fırsatı buluyordu. Acaba bu dönem, Steward'a ne gibi sürprizler hazırlamıştı? Kazanacağı dostluklar veya belki de düşmanlıklar okul yaşantısını nasıl etkileyecekti? Notlarında yaşayacağı sorunlar olacak mıydı? Tüm bu sorular zihninde büyük bir alana yer edinmişti. Beyninde binbir türlü çelişki, cevabı verilmemiş sorular vardı. Ama okul özlemi, tüm bunları adeta bir örtü gibi kaplamıştı boydan boya. Onun sevincini hiçbir şey bozamazdı o an için. Gerçi birçok ödev, ders ve çalışmalar onu hayli yoracağa benziyordu ama sonuçta kaçamazdı bu gerçeklerden. En akla yatkın çare ise; sorunlarını görmezlikten gelmek veya bunlara olumlu şeylermişçesine yaklaşmaktı. Başka türlü bu çıkmazdan kurtulamazdı Steward, yaptığı her ödev ona bir işkenceymiş gibi gelirdi muhtemelen. Okul hayatını bir ömür boyu unutamazdı yaşadığı işkenceler (!) nedeniyle.

İşte Steward, beynini hapis altına alan bu düşünceler nedeniyle durgunlaşmış yüz ifadesiyle trenin penceresinden dışarıya bakıyordu. Trenin hareketiyle birbirine neredeyse ayırt edilemeyecek kadar çok benzeyen ağaçlar adeta kayarcasına görünüyordu Steward'ın gözlerine. Çiselemekte olan yağmur tanecikleri ise bir karınca kolonisi gibi aşağı düşüyordu. Bir yandan ağaçların savruluşu bir yandan da trenin ani sallantıları, Steward'ın başını döndürmeye başlamıştı. Tam amansız düşüncelerinden sıyrılıp dikkatini ağaçlar arasındaki ahşap, bakımsız ve ıssız gibi görünen kulübeye vermişti ki bir sesle ansızın irkildi. Bu anlık irkilmeyle bakışlarını bulunduğu kompartımanı paylaştığı kişilere çevirdi. Görünüşe göre arkadaşları arasında bir gerginlik, tatsızlık yaşanmıştı. Bu sonuca arkadaşlarının gergin yüz hatlarından yararlanarak varmıştı. Konuyu tam anlamasa da iyiden iyiye sertleşen sözlere bir son vermek istercesine
"Biraz sakin olmayı deneyebilir misiniz?" dedi. Bu sözlere rağmen tartışma bitmek bilmiyordu. Arkadaşlarının sözlerini önemsemediğini farkedince tekrar gözlerini dışarıya yönlendirdi. Manzarayı oldukça hoş bulsa da artık bu rutin gözlemlerden sıkılmaya başlamıştı. Bir an önce okuluna ulaşmayı istiyordu ama düşünmek yetmiyordu bu dileğin gerçekleşmesi için. Çaresizce başını önüne eğdi ve zaten yeterince moralini bozmuş olan sorunlarına bir defa daha istemeden de olsa giriş yapmıştı.

Hayaller alemi her zaman Steward'ı kendine çekmişti ezici bir baskıyla. Buna karşı koyamıyordu ve boyun eğmekten başka çaresi kalmıyordu. Ne zaman direnmek istese vazgeçemiyordu hayaller ve aklından çıkmayan düşüncelerinden. Fakat alışmış sayılırdı bu tuzaklara, artık karşı koyma gereği bile duymuyordu. Belki de farkına varmadan istiyordu hayalleriyle uğraşmayı ama bunu asla tam olarak hissedemedi yaşantısında. Hatta o denli ileri bir seviyede baskı kurmuştu ki bu düşünceler, bazen derslerini anlamasını bile güçleştiriyordu. Bu durum da oldukça sinir bozucu ve olumsuz etki yaratıyordu. Gün geçtikçe tahammül etmekten kaçınıyordu. Mecburen bağlantısını koparmaya izin vermeyen düşünceleriyle yaşayacaktı. Artık bu gerçeği kabullendiği sırada aniden birisi kompartımanın kapısından içeriye girmişti. Bu kişi Hufflepuff bina sorumlusundan başka biri değildi. Aniden gözlerini profesöre çevirdi. Profesör büyük bir hışımla girmişti ve agresifliği her halinden anlaşılıyordu. Steward bile suçu olmamasına rağmen ürkmüştü profesörün bu durumundan. Derken sorumlu konuşmya başlamış ve
"Neler oluyor burada? Sizden rahatsız olan kişilerin olduğunun farkında mısınız? Bir daha bu kompartımandan en ufak bir gürültü bile duymak istemiyorum. Şimdi sakince yolculuğunuzun bitmesini bekleyin." dedi kalın bir ses tonu ile. Ardından hızlıca kompartımandan ayrıldı. Azar işiten öğrenciler, büyük bir korkuyla oldukları yerde adeta donakalmışlardı.

Sonunda hiç olmadığı kadar sıkıcı geçen bu yolculuk sona ermişti. Herkes kompartımanlarından hızla çıkıyorlardı. Tren koridorlarında ise büyük bir kalabalık oluşmaya başlamıştı. Bu kalabalık esnasında Steward, boğulurcasına sıkıntılı bir şekilde trenden çıkmaya çalışıyordu. Meydana gelen gürültü ise kulak tırmalayıcı cinstendi. Bütün bu yaşanan olaylar sebebiyle iyice asabileştiğinden dolayı sık sık yüzünü ekşitiyordu. Küçük şımarık öğrenciler, koşarak diğerlerine çarpıyor ve herkesi rahatsız ediyordu. Profesörlerin dahi ikazlarına birkaç kişi kulak asmıyordu. Nihayet kendini dışarı atmış ve zor da olsa o gürültü ve kalabalıktan kurtulmuştu. Herkes inince tren uzaklaşmaya başladı ve öğrenciler sıraya girdi. Düzenli bir sıra oluşunca Hogwarts'a olan yolculuk vasıtasız olarak devam etti. Yarım saat kadar yürüyünce Hogwarts'ın görkemi ve her yapısının zarifliği görünmeye başlamıştı. Çabuk adımlarla Hogwarts'ın geniş, muazzam ve muhteşem kapısına ulaşıldı ve kapı büyük bir haşmetle açıldı. Kendi binasındaki öğrencilerle birlikte kapıdan içeriye giren Steward'ın içinde ilk günkü gibi bir heyecan ve evine bile tercih ettiği okulu Hogwarts'a karşı olan özlemini gidermenin sevinci vardı.

Steward içeriye girince kendini dünyanın en mutlu insanıymış gibi hissetti. Sanki o evindeydi ve bütün bir yaz boyunca evinden ayrı kalmıştı. Portrelere teker teker bakıyordu. Tablolarda yer alan önemli kişilerin şahsiyetlerinden bazıları okul döneminin başlamasına sevinirken bazıları da oluşacak gürültüden rahatsız olacaklarını düşündüklerinden istemiyorlardı. Ama Steward'ın hiçbirine aldırır gibi bir hali yoktu. Onun sevincini kursağında bırakacak hiçbir sözü duymuyordu kulakları. Hogwarts'ın büyülü havası, gerçekten de tüm asabiliğini almıştı üzerinden. Hiçbir yerde tam huzurlu olamıyordu Hogwarts'tan başka. Bu gerçeği şimdi bir kere daha hissetmişti ruhunda. Hayatındaki köklü değişiklikleri burada yapmamış mıydı? Hayatına yön verecek bilgi ve teknikleri burada öğrenmemiş miydi? Bu soruların cevapları; kesinlikle evetten başka bir şey değildi. Aslında biraz yürüyünce epey yorulduğunun ve acıktığının farkına vardı. Bu zamana kadar yorulduğunun nasıl olmuştu da farkına varamamıştı? İçindeki mutluluk, bu duyguyu unutturmuş olmalıydı. Nihayet Büyük Salon'un işlemeli ve devasa büyüklükteki kapısından içeriye girdi, kendisi için hazırlanmış olan sandalyesine oturdu. Hemen ardından yanındaki arkadaşlarına selam verdi ve muhabbete başladı. Bu arada da Hogwarts'a henüz ilk kez gelmiş öğrencilerin binaları belirlenmişti.

Binaların seçimi ve öğrencilerin tamamının yerleşmesi ile birlikte muhteşem yemek şöleni başladı. Zaten yeterince aç olan Steward için bu çok harika bir haberdi. Arkadaşlarının da başlamasıyla doyasıya kadar önündeki mükemmel yemeklerden yedi. Yemek zamanı son bulduğunda Hogwarts'ın tecrübeli müdüresi söz aldı ve her yıl yaptığı gibi gereken konuşmayı yaptı. Zaten bu uyarıları ezberleyecek kadar iyi bilen üst sınıflar için bu olay, çok sıradandı. Duyurularında sona ermesiyle her öğrenci; binasının sınıf başkanı eşliğinde yatakhanelerine çekildiler. Steward ise zorlu ama zevkli bir günün sonunda ertesi günkü derslerini düşünerek erkenden uykuya daldı.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Svetléna Rosselyn Widmore
Psikiyatrist
Svetléna Rosselyn Widmore


Kadın
Ruh hali : 8. Sezon ~ Büyük Şölen 52696966qo7
Mesaj Sayısı : 1051
Yaş : 29
Kan statüsü : Safkan
Galleon : 11859
Ekspresso Puanı : 16
Kayıt tarihi : 01/10/08

8. Sezon ~ Büyük Şölen Empty
MesajKonu: Geri: 8. Sezon ~ Büyük Şölen   8. Sezon ~ Büyük Şölen Icon_minitimeC.tesi 06 Ara. 2008, 23:01

Kafamızın içinde dolaşıp dolanan soruları nasıl cevaplarız? Beynimizi açıp kurcalayarak mı, yoksa hiç var olmamışlar gibi onları yok sayarak mı hallederiz bu işi. Onları büyüdüklerine inandırıp çok uzaklara yollar, arkalarından bir kez bile bakmayız çoğu zaman. Çünkü sorular çoğu insanda olduğu gibi Svetléna’da da bir sorun kaynağıydı son zamanlarda. Kafasında oluşan soruları yanıtlayabilmek için tozlu bir çekmecede saklı, örümcek ağlarına bürünmüş anahtarı alması gerekirdi Svetléna’nın. Çoğu zaman beyninin derinliklerine inmek oradaki küçük ve masum Svetléna’yla karşılaşmak onun için bir azap olurdu. Beyninin, karanlık ve tozlu koridorlarında dolaşan, artık pek masum olmayan ve öldürmeye hevesli kötü Svetléna’nın, küçük Svetléna’ya işkence edişini, koridorlarda yankılanan zafer çığlıklarını duymak daha doğrusu hissetmek, iliklerine kadar dondururdu onu. Kendi küçüklüğüyle şimdi ki halinin savaşı arasında tarafsız kalır, kendini gerçekten “görür” ve saklı merhamet duygularıyla yüzleşirdi. Yapmaması gerektiği şeyleri yaptığı zaman yaptığı gibi ellerini geri çeker ovuşturur, anahtarı alarak bir daha hiç almayacağına belki de bininci kez söz vererek kapatırdı o siyah kapıyı. Beyni ona küser, gözlerini kapar ve Svetléna’nın işi düştüğü zaman bir anne şefkatiyle açardı sıcak kollarını. Svetléna’nın sonu bitmez özürlerini dinler, içten içe “Bu sefer yalan söylemiyor.” der ve kendisinin de inanmadığı bir söze tutsak ederdi kendini. Svetléna’yı avutur ardından onun gidişini izlerdi. Hayatında başarılı olması için tek yol “o”ydu çünkü. Valentiné adlı kızı bazen kıskanırdı Svetléna’yı sevme konusunda. Fakat biriciğinin sevdiği kişiyi nasıl sevemezdi pembe dokuları. Karşı konulamaz bir biçimde Svetléna’nın sevdiklerini sever, sevmediklerinden nefret ederdi. Onu mantığa davet ederken çoğu zaman yol ayrımlarında kalırdı. Bir yanda Svetléna’sının mavi minik, bir yanda sinsi ve parlayan olgun Svetléna’nın gözleri onu izler “Aptal, şimdi kaçmasına izin vermeyi mi geçiriyorsun aklından!” veya “Seni sevdiğim biliyorsun lütfen beni dinle! O küçük oğlanı öldüremezsin!” derdi. Pembe dokuları genelde sinsi taraftan yana olurdu fakat minik Svetléna’yı diğerinden korurdu. İkisini dengede tutmaya çalışır, arada ezilen hep o olurdu. Svetléna yine “o”nu ziyarete geldiğinde bu sefer tüm benliğini ona teslim ederdi. Çünkü Svetléna artık istediğini yapma özgürlüğünü istemekteydi. Arkasına gizlendiği kanatlarını bu kez uçmak için kullanıp havalara, çok çok yükseklere uçmaya izin isterdi ondan. Eli mahkûm ona sarılır ve çıt çıkmayan koridorlarda kayboluşunu izlerdi. Ona “gitme” deme içgüdüsünden uzak durmaya çalışır, gözleri yaşlı olduğu yerde kalırdı belki bir, belki iki saat. Svetléna ise çoktan uzaklaşmış ve özgürlüğünün tadını çıkarıyor olurdu. Tüm bunlar genelde uykusunda yaşanırdı Svetléna’nın. Bu gördüklerini düş sanır, aldırmazdı. Yine ketumluğuna bürünür, sabır taşını doldurmaya devam ederdi ta ki dolana dek. Ardından olup olmadık zamanlarda sabır taşı çatlamaya başlar ve içinde birikmiş anılarla birlikte gözyaşlarına dönüşerek akar dururdu. Böyle anlardan birini yaşıyordu işte Svetléna. Cam gibi şeffaf gözleriyle trenin dışından bakarken Svetléna, sabır taşının dolmasına ve çatlamasına ağlarken sessiz sessiz, diğer profesörlerin sesli kahkahaları arasında görünmemeye çalışıyordu gözyaşları mazlum mazlum. Treninin çıkardığı sesler diğer kompartımanlardan gelen sesler karşısında duraksamış, ardından köpek görmüş kedi gibi kaçmışlardı. Yolculuğun sonuna geldiğini haber vermek istercesine kaybolan güneş, yerini parlak ve buğulu aya bırakmıştı. Hava durgundu tabii hafifçe çiseleyen yağmur haricinde. Sabah açıkça belli olan kızılyaprakların üzerine karanlık bir yorgan örtülmüştü sanki. Hafif bir meltem esip kızılyapraklara dokunuyor, hafifçe sallayarak onların yerini belli ediyordu. O anda dışarıda olup yüzünü yalayıp geçen meltemi hissedebilmek için neler vermezdi Svetléna. Rüzgâr belki gözyaşlarını yanaklarında dondurur, refahlık doldururdu içine. Kompartıman öylesine havasızdı ki… Tren durduğunda kimseye gözükmeden Büyük Salona süzülerek profesörler masasındaki bir peçeteye silecekti gözlerini. Önüne dökülen saçlarını arkaya vererek, gözlerini diğer profesörlere kaydırdı yavaşça. Aléida tüm kendini beğenmişliğiyle koltuğuna yayılmış bir başka profesör ile söyleşiye dalmıştı. “Ondan nefret ediyorum!” Onu içine sığmayan ve taşmak isteyen bir nefretle süzerken tren sarsıldı, ardından durdu. Sonunda gelebilmiş olmaları çok güzeldi. Derin bir nefes aldı ve bavuluyla birlikte ayağa kalktı. Topuklu ayakkabılarının şişirmiş olduğu ayaklarının zorlukla üzerinde taşıdığı bacaklarımdan rahatsız bir biçimde kompartımanın kapısını açtı. Üzerindeki cüppesinin arkası buruş buruş olmuştu yol boyunca oturmaktan. Cüppesinin bir cebinde ezilmiş kazan çöreği, diğerinde ise yolun başlarında çiğnediği sakızın ambalajı vardı. Sakin adımlarla tren koridorunda ilerlerken o kazan pastasını cebine koymamış olmayı düşlüyordu. Sıkışık koridorlardan zor nefes alarak geçtikten sonra açılmış kapının merdivenlerini tırmanarak dışarı attı kendini. Yağmur hala çiseliyordu. Hogwarts’ın temiz havasını tekrardan ciğerlerinde hissetmek güzeldi. Atsız arabalar biraz ileride onları hevesle bekliyormuş gibiydi. Küçükken boş olan bir araba bulmak için dakikalarını harcadığı zamanlar olurdu. Şimdi ise profesörlere ait bir at – at demek doğru mudur bilinmez – arabasıyla Hogwarts’a ikinci kez girecek olmanın heyecanıyla atıyordu kalbi. Oldukça güzel geçmişti geçen yıl. Bu yılın da aynı güzellikte geçmesini diliyordu Svetléna. Birinci sınıfların gölü kayıklarla geçmesine takılmış olan gözleri, sanki bir rüyadaymış gibi sallanan bünyesiyle birleşmiş gibiydi. Tüm bedeni tek noktaya odaklanmıştı. Kendisini orayı geçerken hatırlayabiliyordu Svetléna. Ürkmüş hatta biraz da korkmuş, heyecanla karışık duygular içerisindeydi o zamanlar ki küçük Svetléna. Yeni yeni alıştığı zamanlarda Hogwarts eskiden geçici bir evken artık onun için bir “yuvaydı”. Yolu tıkadığını fark etmesiyle ilerlerken gözü hala göldeydi. Kendisini tekrardan “görebilmek” güzeldi.

O ne ihtişamdı Büyük Salondaki… Dört masanın üzerindeki boş altın ve gümüş tabaklar, kardan beyaz örtüler, binaların sembollerinin üzerinde olduğu duvarlardaki halılar ve daha neler neler… Bu görüntüyü birçok kez görmüştü fakat her gördüğünde biraz daha bağlanıyordu Svetléna. Sanki bir rüyadaymış gibi Büyük Salonu seyrederken Profesör Derwent kürsüye gitmiş yeni dönem hakkında açıklamalar yapıyordu. Svetléna her sene dinlemek zorunda olduğu bu nutuklardan bıkmıştı ve kazan pastasının son dilimini de sindirmiş olan midesi isyan ediyordu karnında bir yerlerden. Beyni de bu sefer isyana katılmıştı belki işsizlikten, belki de Svetléna’nın tekrar ona sığınmayıp ağlamayı seçmesinden. “Kapa çeneni pembe kıvrımlı aptal!”. “O”nu susturmanın verdiği rahatlık, Profesör Derwent’ın seçmen şapkayı getirmesiyle ütüye tutulmuş bir balon gibi söndü. “Wood, Andy. Hufflepuff” ”Wilson, Jenny. Ravenclaw” “Black, Matt. Slytherin” “Malcolm, Mary. Gryffindor” Ne kadar da çok kişi vardı Hogwarts’a katılan. Bir ruh gibi seçmen şapkanın altında kaybolan çocukları izlerken söylenenlerin farkında değildi. Sadece Profesör Derwent’ın “Yumulun!” dediğini işitmişti. Diğer profesörler aralarında konuşup, yavaşça yemeklerini yerlerken Svetléna çabuk çabuk bifteğini bitirmeye çalışıyordu. Nedenini bilmese de etrafına bakınmak istiyordu. “O”nun Svetléna’yı tekrar ele geçirmesinin verdiği öfke ile masanın üstüne bıraktı çatalını. Balkabağı suyundan bir yudum aldı ve tatlıları beklemek amacıyla arkasına yaslandı. İkisi de birbirine kızgındı. Yüzü kıpkırmızı olmuş olan Svetléna sabır taşını doldurmakla meşgul olmaya karar vermişti nedense. Ellerini sert bir biçimde ovuyor ve eskileri hatırlamaya çalışıyordu. Niyeti odasına gittiğinde doya doya ağlamaktı. Gözlerini kapamış başparmağındaki yüzükle oynarken önündeki tabakta beliren pudingi gördüğünde ağlama fikrinden birazcık uzaklaştı. Bu sefer yavaşça yerken pudingini, midesinin ona teşekkür ettiğini duyabiliyordu. Pembe kıvrımlar ise hala ona küskündü. Hafifçe omuzlarını silkmesinden belli oluyordu ona aldırmadığı. Onun kendisini asla bırakmayacağını bildiği için aldırmıyordu.


Tatlılar altın tabaklardan silindiğinde kendini öylesine doygun hissediyordu ki Svetléna patlıyordu neredeyse. Rahatsızlıkla tuttuğu karnından çekerken soğuk ve hafiften kuru eli, yüzüne değdiğinde ürperdi ansızın Svetléna. Profesör Derwent’ın her sene söylediği yasaklar tekrarlanırken Svetléna kendini konuşulanlara vermeye çalışıyordu fakat bir türlü yapamıyordu bunu. Hasta mı oluyordu? Yoksa beyni ona oyun mu oynuyordu? Kendi arasında beyniyle verdiği savaş devam ederken konuşma bitmişti. Svetléna bina başkanlarının öğrencileri binalarına götürdüğünü görene kadar oturdu. Yorgunluğun tekrar üstüne çöktüğünü ve ayaklarının tekrar sızlamaya başladığını duyumsayarak ayağa kalktı. Birkaç kuru öksürüğünü ardından Astronomi Kulesine doğru yürümeye başladı.

-“Hasta değilsin Svét! Yalnızca nezle oldun.”
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Pavel Oleksiy Bazarov

Pavel Oleksiy Bazarov


Erkek
Ruh hali : 8. Sezon ~ Büyük Şölen Dansrr6
Mesaj Sayısı : 281
Yaş : 34
Kan statüsü : Hem PureBlood Hem de A Rh +
Galleon : 11662
Ekspresso Puanı : 0
Kayıt tarihi : 07/12/08

8. Sezon ~ Büyük Şölen Empty
MesajKonu: Geri: 8. Sezon ~ Büyük Şölen   8. Sezon ~ Büyük Şölen Icon_minitimePaz 07 Ara. 2008, 02:31

İşte başlıyordu yine, Rusya'da pek güneşi göremese de arada sırada Volgograd tepelerinin ardından göz kırpmıştı Pavel'a. Yetimhaneden arkadaşları Ivica ve Tanja'yla geçirmişti yaz günlerini, her sene başında olduğu gibi onlarla ayrılırken soğukkanlılığını korumak için belki de, ayaküstü görüşürüz demekle yetinmişti. Dört senedir en yakın arkadaşları onu St. Petersburg'da lise okuyor zannetse de o Hogwarts Cadılık ve Büyücülük Okulunda dördüncü sınıfta neler olup biteceğinin, başından neler geçeceğinin, hayatının nasıl bir yön alacağının, rüzgara karşı koyarak mı yükseleceğinin yoksa başkalarının gölgesinde mi kalacağını bilmeyerek, içinde milyonlarca hüzün ve paramparça olmuş duygularını dışarıya en ufak şekilde yansıtmadan perondan trenine bindiğinde, kendisine her zamanki gibi boş bir yer bulmaya çalıştı. Buldu da, tren kalkışından yarım saat önce gitmek her zaman işe yarardı. Bagajına bavulunu ve kar beyazı Vitaly'i yerleştirip arkasına yaslandı. Şiddetle burnunu çekti, Londra'da hava daha ılıktı, Pavel'ın alışık olmadığı bu hava onuda nezle yapmıştı, her sene başında olduğu gibi... Nasıl olsa okula gidince hastane kanadına gidip o iğrenç şuruplardan içtiğinde kendini mükemmel hissedecekti. Yeni yılı çok merak ediyordu, hangi dersleri alacağı, iksir derslerini nasıl geçeceği (?) aklından geçerken hafifçe uykuya daldı, bir kaç karmaşık rüya ve o rüyalarının baş kabusu Volgograd'daki Bazarev çifliğini gördü defalarca, yemyeşil ışıklar ve annesi Alexa'nın feryatları... Uyandığında her şeyin yine bir rüya olduğunu anladı.Her tarafı terden sırılsıklam olmuştu ki dışarıdan baktığında Hogsmeade istasyonuna on dakika sonra varacaklarını anladı. Aceleyle terli muggle kıyafetlerini çıkarıp cüppesini giydi. Gömleğiyle cebelleşirken kendi kendine Bana engel olamayacaksın! Bana engel olamayacaksın! İngilizce ve ana dili Rusça'da defalarca mırıldandı Pavel. Ana bahçeden geçip büyük kapıdan girdiğinde hemen gürültünün ve ışığın, sıcaklığın varlığıyla ben buradayım diyen Büyük Salon'u gördü. Bu görüntüyü görmeyi özlemişti. Büyük salona geldiğinde bina seçimine hazırlanan birinci sınıfları gördü, korktukları gözlerinden okunuyordu, seçimleri izlerken birinci sınıf hali geldi gözlerinin önüne, eski püskü şapka başındayken Ravenclaw! diye haykırması hoşuna gitmişti. Hayatının en büyük dönüm noktalarından biriydi. En azından şimdilik. Seçimler bittikten sonra büyük Salon'da müdire'nin konuşmasını her zamanki gibi en ufak bir belirti göstermeden dinledi ve çok acıktığını belli etmeden yediği tavuk schnitzelinden bir parça daha koparıp ağzına attı. Balkabağı suyundan bi yudum daha aldı kendini zorlayarak, kesinlikle şarap tercih ederdi. Tek zaafı içkilerdi, kökeninden midir bilinmez içkiye çok düşkündü. En kısa Hogsmeade turunda her zaman gittiği birahaneye gidip içeceğinden şüphesi yoktu. Büyük şölen tüm görkemiyle sona ererken, Pavel ise karnını doyurmuş, bir an önce kule'ye çıkıp ranzasına gömülmek için can atıyordu. Tatlılar bittikten sonra müdire yatakhaneler ve yerleştirmelerle ilgili bir şeyler dediyse de Pavel onu dinlemedi, galiba yemekten kaynaklanan bir rehavet vardı üzerinde, uykusu genelde olmazdı ama bu gece uyuyacaktı, uyumalıydı ki yarın derslerine konsantre olabilsin. Kuleye çıkar çıkmaz pijamalarını giyip, diğer yatakhane arkadaşlarını beklemeden gözlerini kapadı,sadece kafasının üstündeki gaz lambasını yanık bırakmıştı,uyumaktan korktuğu kadar karanlıktanda korkuyordu. Kendi kendine İyi geceler, Oleksiy. diyerek gözlerini yumdu, ve bilinç altının derinliklerinde ilk defa o karabasanları görmeden,kendini ait hissettiği tek yerde Hogwarts'ta uykuya daldı. Yarın onun için büyük ve yorucu bir gün olacaktı...


En son Pavel Oleksiy Bazarov tarafından Ptsi 08 Ara. 2008, 20:40 tarihinde değiştirildi, toplamda 1 kere değiştirildi
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Felipe Klaus Rodrigués
Büyücü
Felipe Klaus Rodrigués


Erkek
Ruh hali : 8. Sezon ~ Büyük Şölen Hmbl7
Mesaj Sayısı : 292
Yaş : 29
Kan statüsü : Safkan
Galleon : 11929
Ekspresso Puanı : 0
Kayıt tarihi : 03/08/08

8. Sezon ~ Büyük Şölen Empty
MesajKonu: Geri: 8. Sezon ~ Büyük Şölen   8. Sezon ~ Büyük Şölen Icon_minitimePaz 07 Ara. 2008, 14:41

Güneşin zor iliştiği, havanın her zamanki sadeliğini koruduğu bir günde evde yapayalnız kalan Felipe, Howarts'a gitmek için sabırsızlanıyordu. Yarını iple çekiyordu. O trene tekrardan binecektir ve oraya adım attığında artık 6. sınıf olacaktır. Heyecandan uyuyamazdı. Yavaşça elinde okuduğu kitabı bir köşeye bırakarak odasına doğru ilerledi. Gece olmuştu. Bu yüzden fazla uykusu gelmeden yatmayı tercih etti. Kafasını yastığa koyduğu andan itibaren, içinde biriken düşünceler artmaya başlamıştı. Tavana doğru boş boş bakınırken kapanan gözleri ve ağırlaşan uykusuyla hemen uyuyakaldı. Düşüncelerinden biraz arınmayı umuyordu. Aklındaki bu düşünceler birikip onun gerçek yaşantısını olumsuz yönde etkiliyordu.

Sabahın ilk ışıklarının etrafı aydınlattığı, yeni bir günün başlangıcı olan güneş'in ve havanın hafif ılık ve esintili olmasıyla beraber uyandı. İçindeki ürperti ve heyecan son sürat devam ediyordu. Saçları birbirine karışmış, gözleri yarı açık etrafa bakarken, yataktan doğrularak kalktı. Gözlerini ovuşturarak saçlarını elleriyle salladı. Ellerini tarak yerine koyarak kısa bir yana doğru yatıştırmadan sonra pencerenin önündeki sandalyedeki kıyafetlerini üstüne giydi. Erkenden tren istasyonuna gitmeye sabırsızlanıyordu. Penceren dışarıya bakarken eski günleri bir an gözlerinin önünde canlanmıştı. Ailesi onu dünden uğurlamış, işleri olduğundan onunla gelmeyeceklerdi. Felipe tek başına gidecekti. E, zaten artık kendi kendine her şeyi yapabilecek yaşa gelmişti. Yatağının köşesindeki kahverengi valizini alarak kapıyı açtı, dışarıya adımını attı ve yeni bir yolculuk için son bir kez kendinde olup olmadığını kontrol edip kapıyı kapattı.

Çabucak geldi King Cross Tren Istasyonunda fazla eylenmeden bir müddet dumanlar arasında boğuşarak gideceği yönün ne tarafta olduğunu bulmaya çalışarak önündeki herhangi bir cisme tutunarak bavulunu bıraktı. Gözleriyle etrafı inceledikten sonra duman kütlesinin hafiflemesiyle ilerdeki üç çeyrek yazan duvara doğru hızla koştu. Bir anda duvardan geçerek koskoca trenle burunburuna geldi. Kimbilir bu tren bilmem kaç kişiyi götürüp-getirmiştir? Ve yine Felipe'i götürecektir. Zamanın ilerlemesiyle heyecanı artan Felipe, iç cebindeki bileti çıkartarak herhangi bir vagona bindi. 12. kompartmana ilerledikten sonra içeriye girdi. Elindeki bavulu bölmeye yerleştirerek koltuğa yığıldı. Dışarıyı izlerken içi geçmişti. Zaten dün gecede pek uyuduğu söylenemez. Koyu kahvelikteki saçlarını cama yaslayarak, kömür rengindeki göleriyle dışarıdaki olan biteni izliyordu. Duman katmanının yığılmasından pek bir şey göremiyordu ama gene de dışarıyı seyrediyordu. Ardından kafasını camdan çekerek koltuğun üstüne yasladı. Ayaklarını da diğer koltuğa uzattı, bir müddet böyle durup tavanı izledi. Trenin hareketiyle gözlerini kapatarak uyumaya başladı...

...Düdük sesi! Kulakları tırmalayacak türden bir ses, Felipe'in uykusunu bölmüştür. Camdan dışarıya baktığında hava kararmış, o büyük kulelere sahip Howarts'a şimdi daha yakındı. Inme vaktiydi... Yavaşça ayağa kalkarak bavulunu eline aldı. Şimdi içindeki heyecan kendini mutluluğa bırakıyordu. Ikinci, ait olduğu yuvasına tekrar gelmişti. Kompartman kapını açarak koridora çıktı. Trenden inerek Hogwarts'a giden kayıklardan birine bindi ve gösterişli kaleden gelen seslerin eşliğinde, dizinde eliyle kısa bir ritm tutmuş, gözlerini ayıramadığı güzelliklerden biraz olsun ayrılarak tam ilerdeki ay'a baktı. Bembeyaz güzelliğinin içinde acı ve üzüntü vardı. Gözlerinin kızarması sebebiyle ovusturduktan sonra kayıklardan inme vakti gelmişti. Felipe hemen inerek, bavulunu yukarıya götürenlere bakarak Hogwarts kapısından içeriye herkesle birlikte girdi. Bütün profesörler yerlerini almış ve şölenin başlamasına dakikalar kalmıştı.

Felipe Slytherin masasına oturarak yeni gelen birinci sınıf öğrencilerine baktı. Müdire Derwent'ın açıklayıcı ve zevkli dönembaşı konuşmasının ardından yeni gelen öğrenciler "seçmen şapka" diye adlandırılan şapkanın altında yedi yılnı geçireceği binasına seçilmek üzere başlarına konuldu. Felipe onları izlemek çok önlerindeki boş tabakların ne zaman yemeklerle dolaşacağıyla ilgileniyordu ki, öğrencilerin seçimi biter bitmez Müdire Derwent'ın açılışıyla tabaklar güzel yiyeceklerle donandı. Herbiri ayrı güellikte olan yiyeceklerden teker teker alan Felipe, açlığını bastırmak amaçlı katı şeyler, bazen susuzluğunu gidermek içinde masadaki güzel bulduğu içeceklerden içiyordu. Herkes önündeki yiyecekleri bitirince, hafif ama binlerce çeşidi olan tatlılar servise hazırdı. Herkes önndeki tatlıyla ilgilenirken, yeni gelen öğrenciler bu seçilme sevinci ve yiyeceklerin güzellliğinin etkisiyle kendilerinden geçmişlerdi.

Tatlıların bitmesiylede birkaç dakika kaynaşma fassından sonra tekrardan kürsüye çıkan Müdire Derwent, kapanış konuşimasıyla öğrencilerini sınıf başkanlarıyla ortak salonlarına gönderdi. Herkes büyük heyecanla seçilen sınıf başkanlarını takip ederken gözetmenlerin kuralları hatırlatmasıyla herkes ortak salona girdi. Her yıl olduğu gibi eşyalar yatakhaneye yerleştirilmiş, öğrencilerin konforu için herşey düşünülmüştü. Felipe acele etmeden üstünü değişti ve ay'ın camdaki yansımasını biraz izledikten sonra herkese "iyi geceler" dedikten sonra yen bir dönemin, yeni getirecek mutluluklarını umut ederek gözlerini kapattı.


En son Felipe Klaus Rodrigués tarafından Perş. 11 Ara. 2008, 00:50 tarihinde değiştirildi, toplamda 1 kere değiştirildi
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Ophelia Liv Lynn

Ophelia Liv Lynn


Kadın
Ruh hali : 8. Sezon ~ Büyük Şölen Evilgrin0007qd8
Mesaj Sayısı : 156
Yaş : 36
Kan statüsü : Safkan
Galleon : 11666
Ekspresso Puanı : 0
Kayıt tarihi : 04/12/08

8. Sezon ~ Büyük Şölen Empty
MesajKonu: Geri: 8. Sezon ~ Büyük Şölen   8. Sezon ~ Büyük Şölen Icon_minitimePaz 07 Ara. 2008, 14:50

Yüksek, heybetli bir kapıdan girilen, tahta döşemeli, yüksek tavanlı bir odaydı burası. Ağır rönesans havasını yansıtmasının yanı sıra, odada pek eşya yoktu ve malikanelerdeki diğer odalara kıyasla oldukça sade, hatta proleterdi. Girişte, hemen sol köşede kitap ve dergilerin bulduğu taş raflar, karşıda, büyük pencerenin yanında eski fakat gösterişli bir yatak vardı. Yatağın karşı köşesinde siyah, tel bir sepetin içinde simsiyah bir kedi uyuyordu. Sepetin yanında, üstünde asası, pek çok perşomen ve kitabın bulunduğu çalışma masası vardı.Ophelia ise yatakta uzanmış, bir geleceği olup olmadığını düşünüyordu. Şu ana kadar yaşadıklarını ve bundan sonra ne yaşayabileceğini, ne yaşaması gerektiğini... Sorduğu sorulara kendince cevaplar buluyordu bulmasına lakin çok da tatmin olmuş değildi. Fazlasıyla hırslıydı ve her zaman işini zorlaştırmıştı bu. Şikayetçi olduğu söylenemezdi gerçi. Kendi ile ilgili her şeyi gereğinden fazla seviyordu.

"Ofleia! Ofleia! Gec kalacaksin trrene! Cabbuk davrran birraz!" Tiz ses tüm odayı doldurmuştu. Ophelia istemsizce irkildi. Nefreti yüzünden rahatça okunabiliyordu şimdi. "Ophelia! Olga'yı duydun! Acele et!" Bu sefer tok bir erkek sesiydi odayı dolduran. Ophelia, yastığını kaptığı gibi kapıya fırlattı. Bunun yararı olmayacağını elbette biliyordu ama sinirini boşaltacak bir şeylere ihtiyacı vardı. Tüm gücüyle, avazı çıktığı kadar aşağı kata bağırdı: "Lukk opp, Pat! Og Fortell din "russ" kjære til å si mitt navn skikkelig!"*

.x.x.x.

Sırtını duvara yaslamış, Hogwarts Ekspresi'ne ve çevredeki insanlara bakıyordu. Yeni dönem için ne kadar heyecanlı oldukları yüzlerinden okunan küçüklü büyüklü pek çok cadı ve büyücü aileleriyle vedalaşıp trene biniyordu. Hatrına annesi gelince Ophelia, içinde bir nefret dalgasının yükseldiğini hissetti. Titriyordu, belki sinirden belki de çiseleyen yağmurun getirdiği serinlikten... Yere bıraktığı valizini ve Stewgoo'nun kafesini kaptığı gibi yıldırım hızıyla trene doğru yürümeye başladı. Bu anı izlemeye daha fazla dayanabileceğini sanmıyordu. "Sevgi" denilen aptalca şeye inanan herkesten tiksiniyordu. Ailelerden, "arkadaşlık" yalanına kanıp giden onlarca insandan... Geç kaldığını ve tüm kompartmanların dolu olduğunu farkettiğinde siniri bir kat daha arttı. En az dolu olan - ki onda bile pencerenin kenarında oturmuş, sarışın, orta boylu bir kız vardı- kompartmana oturdu. Dikkatlice valizini yerleştirip kedisi Stewgoo'yu serbest bırakmıştı ki kapı açıldı. İçeriye, şimdiden cüppelerini giymiş iki Gryffindor'lu girdi.

"Pardon, bir sakıncası yoksa... Yani.. Oturabilir miyiz? Diğer tüm kompartmanlar dolu da..." Ophelia başını diğer tarafa çevirmekle yetindi. Sanki hayır dese oturmayacaklarmış gibi sormaları çileden çıkartıcıydı. Sarışın kız gayet neşeli bir edayla: "Tabii! Buyrun!"
diye ciyakladığında Ophelia yolculuğun bitmeyeceğini düşünmeye başlamıştı. Hatta tüm bu insanların onu delirtmek için gönderildiğinden neredeyse emindi. Yol boyunca -diğer kızın da Gryffindor'lu olduğunu öğrenmişti- saçma sapan şeylerden konuşup gülüştüler. Ophelia, yalnızca pencereden dışarıyı, kimi zaman hızlanan, kimi zaman yavaşlayan yağmuru izlemekle yetindi. Kendisine kompartman "arkadaşları" tarafından yöneltilen soruları ise duymamazlıktan geldi.

.x.x.x.

Yeterince sıkıcı bir tren yolculuğunun ardından Hogwarts'a gelmenin mutluluğunu duyuyordu. Ne yolculuktu ama! Az da olsa kendini buraya, Hogwarts'a, ait hissediyordu ve bu hoşuna gitmiyor değildi. Daha önce başına hiç gelmemiş bir şeydi bu ne de olsa... Yağmur usul usul çiseliyor, ıslak toprağın kokusu havaya canlılık katıyordu. Gerçi, trenden inen pek çok öğrenci yağmurdan oldukça rahatsız olmuş görünüyordu fakat Ophelia'nın tek istediği dışarıda bir kaç saniye olsun daha fazla geçirebilmekti. Kafasını kaldırıp doğruca kasvet yüklü bulutlara ve düşmekte olan yağmur damlalarına baktı. Alnına, yanaklarına, dudağına düşen damlaları hissetti doyasıya. Belki az daha bencil olsa sonsuza dek o anda kalmayı dileyebilirdi.Daha sonra, uzaklaşmakta olan kalabalığı olabildiğine yavaş adımlarla takip etmeye başladı.

Kendisini yağmurdan koruma gibi bir kaygısı olmadığından olacak, Büyük Salon'a girdiklerinde belki de en ıslak öğrenci Ophelia'ydı. Bir kaç öğrencinin dönüp kendisine baktığını ve aralarında fısıldadıklarını görüyordu fakat, umursadığı söylenemezdi. Ne de olsa, yağmurdan zevk almamak onların acizliğiydi. Slytherin masasına oturdu. Saçları o kadar uzundu ki sandalyeden yere değmemeleri işten değildi. Bir çırpıda saçlarını örüp omzuna attı ve seçimleri izlemeye koyuldu. Ardından, Müdire Derwent'ın şöleni başlatmasıyla masalara dolan yemekler, Ophelia'ya yaklaşık 48 saattir yapmadığı bir şeyi hatırlattı - yemek yemek. Ve 48 saattir ilk kez aç olduğunu farketti. Soslu, kocaman bir bifteği tabağına alıp bardağına buz gibi balkabağı suyu doldurdu. Açlıktan titreyen elleriyle bifteğinden bir parçayı zar zor kesip çiğnemeye başladığında pek çok şey olduğundan çok daha iyi görünmeye başlamıştı bile...

Karnını tıka basa doyurup tatlısını da yedikten sonra - ki sadece o değil, pek çok öğrenci için de aynı şey geçerliydi- uykusu iyice bastırmış bir şekilde Müdire'nin yıl ile ilgili açıklamalarını ve okul kurallarını dinledi. Ve sıcak bir yatakhanenin özlemiyle Slytherin Ortak Salonu'nun yolunu tuttu.

* Kapa çeneni, Pat! Rus sevgiline adımı doğru telafuz etmesini söyle!


En son Ophelia Liv Lynn tarafından Paz 07 Ara. 2008, 21:14 tarihinde değiştirildi, toplamda 1 kere değiştirildi
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
http://www.hogwartsekspresi.com/lejantlar-karakter-kartlary-f164
Christopher Alex Peterson
Fontjoncouse Otel ~ Genel Müdür
Christopher Alex Peterson


Erkek
Ruh hali : 8. Sezon ~ Büyük Şölen Boupi3
Mesaj Sayısı : 212
Yaş : 32
Kan statüsü : Melez
Galleon : 11946
Ekspresso Puanı : 3
Kayıt tarihi : 25/08/08

8. Sezon ~ Büyük Şölen Empty
MesajKonu: Geri: 8. Sezon ~ Büyük Şölen   8. Sezon ~ Büyük Şölen Icon_minitimePaz 07 Ara. 2008, 18:33

-Hey! Hey Chris! Kalk bakalım ufaklık. Treni kaçırmak istemezsin değil mi? Gözlerini ağır ağır araladığında karşılaştığı yüz kuzeni John’unkinden başkası değildi. Üzerinde görmeye olduğu giysilerden farklı olarak takım elbise vardı ve seherbaz cüppesi de onun üzerine geçirilmişti. Bu haliyle amcasının sarı sakallarını ve boyunu saymazsa babasına gerçekten benzediğini söyleyebilirdi. Ancak bu benzerliğin evdeki herkesi memnun etmediği açıktı. Zira amcası arkasında gaye hoşnutsuz bir suratla John’u süzüyordu.Koyu sarı gür kaşları hafif bir sertlikle çatılmış, yüzündeki çizgiler belli belirsiz ortaya çıkmıştı. Hiçbir şey söylemeden gözlerini John’a dikmiş bakarken bir taraftan da üzerindeki gri ceketinin düğmeleriyle oynuyordu.Amcasının genelde sinirlendiği yada sabırsızlandığı zaman yaptığı bir hareketti bu. Muhtemelen yine aynı talepte bulunmuş ve yine tartışmışlardı. Gözleri tekrar John’a kaydığında amcasına ondan farksız bir ifadeyle cevap verdiğini fark etti. Chris’e kalırsa aralarındaki tartışma oldukça anlamsızdı. Amcası neden bıraktığına dair tek kelime etmeden Seherbazlığı bırakmış ve John’dan da aynı şeyi beklemişti sürekli. Bunu yapması için kuzenini hiç anlamamış olması gerekirdi. Hayattan çok istediği, uğruna nice emekler verdiği bir işi bu kadar çabuk bırakacak biri değildi o. Ucunda ölüm bile olsa hırsı buna izin vermezdi.

-Sonbaharın rüzgarını yine eve taşımışsınız anlaşılan. Birbirinize bakmayı kesin de masaya gelin. Hayatım sen de inat etmeyi bırak artık. Sanki John’u hiç tanımıyorsun gibi. Çıkan yarı sert yarı yumuşak ve ikna edici tondaki sesi duyduğunda Chris hafifçe ayaklandı. Kısa boylu bir parça toplu ve her daim güler yüzlü sarı saçlı bir kadın olan yengesini pek de bekletmek istemezdi. Önden giden babasının arkasından dost canlısı bir tavırla omzuna elini koyan kuzeniyle birlikte ağır ağır mutfaktaki büyük masaya doğru ilerledi. Sade olan odada büyükçe bir masa takırdayarak kendi kendine yemek yapmaya koyulmuş birkaç sihirli alet ve her çeşit malzemenin oldu dolaplardan başka pek bir şey yoktu. Masanın hemen ilersine çıkışa doğru olan bölüme büyük okul sandığı ve kuzeninin mezun olduktan sonra kendisine hediye ettiği baykuşu Woody konmuştu. Woody gerçekten de oldukça deneyimli bir baykuştu. Oldukça zeki olduğu her halinden belli oluyordu. Bir de kafese gagasını vurup tıkırtılar çıkarmasa –ki adını almasının tek sebebi buydu- çok iyi bir baykuş olacaktı. Mesajı nasıl iletmesini istiyorsa öğle iletirdi. Mektubu verip gitmesini de isteyebilirdi, verdikten sonra gagalayıp vücudunu yaralar içinde de bırakmasını da söyleyebilirdi. Woody ikisini de başarıyla yapardı.Nitekim yengesi onunla John’a mesaj yolladığında ceza memuru olarak sık sık kullanıyordu.

-Yeni bir yıl ha Chris… Üstelik bıraktığım başkanlığı sen almışsın. Tam da bir Peterson’dan bekleneceği gibi. Kuzeni bunları söylerken bir eliyle Chris’in başkanlık rozetini parmaklarında çeviriyor, diğer eliyle de kupasındaki sıcak çayı dudaklarına götürüp yudumluyordu. Chris’in yüzünde bir gülümseme yayıldı. Bu gerçekten büyük bir haber olmuştu Chris için. Başarılı bir öğrenci olduğunu bilmesine rağmen ikinci kez bir Peterson’a rozeti verecekleri pek de tahmin ettiği bir şey değildi. Bu Chris için şaşırtıcıydı ama tatilde İndis’den aldığı mektupta onun da başkan olduğunu söylemesi kadar ilginç değildi. Hele bir de bu yıl kuzeninin ayrı kalmak zorunda kaldığı ve gelecek yıl evlenmeyi düşlediği Stefania’nın da John ile aynı anda başkan olduğu düşünülürse oldukça ilginç bir tesadüftü. Bu düşünceler onu İndis ile geçen anılarını düşünmeye ittiğinde bir süre hülyalı bakışlarla masanın yanındaki pencereye doğru bakıp kaldı. Kendini toparlayıp biraz peynir, biraz zeytinle birlikte ekmekten bir parçayı ağzına atıp üzerine çayını da yudumlamasının arkasından kuzenini yanıtladı.

-Umarım senin kadar başarılı olurum… Kuzeninin cevap olarak tek yaptığı önemsemezce el sallamak, arkasından da birkaç kez havada atıp tutup rozeti Chris’e fırlatmak olmuştu. Chris’in eli refleksle rozet kendisine doğru gelirken havaya kalktı ve onu havada yakaladı. John bunun üzerine sırıttı ve göz kırptı. Bu seherbazların reflekslerini geliştirmek adına yaptıkları eğitimlerin bir parçasıydı. Kuzeniyse göstermek bahanesiyle bütün hareketleri kendisiyle beraber çalışmıştı. Bu iyi olmuştu zira eğer aynı mesleği paylaşacak olursa bu aşamaları rahatlıkla tamamlayabilirdi. En azından öyle umuyordu. Zira kuzeninin tek başına çalıştığı büyü denemeleri epey zor görünüyordu. Bunları geçse bile amcasının kuzeninin üzerine bir de kendisinin aynı yolu seçmesinden pek hoşlanacağını sanmıyordu. Amcası her konuda olduğu gibi bu konuda da kendisine kuzenine davrandığından farklı davranmazdı. Bu da aynı çileli dönemin tekrarlanacağına işaretti. Bu yüzden bir an kuzenine yeterince iyi olup olmadığını sormak istese de vazgeçip daha yüzeysel sorular sordu. Böylece yemek sorunsuz bir şekilde sonlanmış oldu. Giyinip hazırlandıktan sonra da artık gitme zamanıydı.

Yemeğin sonlanmasının arkasından babası onları kapın önündeki muggle arabasına bindirdi ve Chris’i Hogwarts’a götürecek trene doğru gitmeye başladılar. Amcası muhtemelen vakitlerinin bolluğundan bir süre muggle sokaklarında arabayı normal bir şekilde sürdü sonra da arabayı ıssız bir çıkmaz sokağa doru sürdü. Araba çıkmaz yolda muggle uçak pistlerindeki gibi hafif hafif havalanarak ilerledi iri apartmana vardıklarında artık onun karşısında değil üstündeydiler. Muggleların gözlerinden oldukça uzak bir noktada. Gökyüzünden hızla yarım saat içinde King Cross’a varmışlardı. çoğu muggle Chris’in anladığı birkaç büyücünün olduğu King Cross her zamanki gibi fazlasıyla hareketliydi. İnsanlar birbirini iterek trenlere yetişmeye çalışıyor, yetişenler biniyor ve trenlere binenlerin yakınları da onlara el sallıyordu. Görüntüden daha birbirine girmiş haldeki sesler Chris’in kulağına pek de hoşlanmadığı bir uğultu halinde doluyordu. Koşuşturmanın içine dalmalarından kısa bir süre sonra üçüncü ve dördüncü peronların ortasına geldiler. Chris diğerleriyle vedalaştı ve arabasını tüm kuvvetiyle iterek İki peronun arasındaki sihirli duvardan geçti.

İlk gördüğü kişinin İndis olması yüzünde geniş bir gülümsemenin yayılmasını sağlamıştı. Evdeki tüm tartışmalarını duvarın dışındaki ve buradaki gürültüden duyduğu rahatsızlığı tam da burada unutmuşlardı. Kendisi gibi üniformasını erkenden giymişti ve başkanlık rozeti de üniformasının üzerinde parlıyordu. Saçlarını arkasından toplayıp hafifçe topuz etmişti ki bu ona olabildiğince ciddi bir hava katmıştı. Chris’i fark edince gözleri ışıldadı ve gülümseyerek onu selamladı. Chris de onu selamladıktan sonra yanağına hafifçe bir öpücük kondurdu. Arkasından da İndis’in aksine saçlarını salmış ve hala spor kıyafetlerinin içinde duran Frances’e dönerek selamladı. Kız kendisi selamlandığında gülümsüyordu ama duyuları eğer yanıltmıyorsa ondan önce yüzü fazlasıyla asık duruyordu. Chris ikisini kafası karışmış bir halde süzse de uzun süre cevap gelmedi. Sessizliği bozan Frances’in sözleriyse hiç de tatmin edici sayılmazdı.


-Oo.. Nasılsınız başkanım? Başkanlık sana gerçekten çok yakışmış Chris. Mükemmel görünüyorsun. Frances’in dudaklarından bunlar dökülürken gözleri tepeden tırnağa her noktasını dikkatle incelermiş gibi üzerinde dolaşıyordu. Sözlerini destekliyormuşçasına gözlerinde hayranlık dolu bakışlar hakimdi. Yüzü de çarpık bir gülümsemeyle aydınlanmıştı. Arasıra İndis'e attığı bakışlar kızın bunu görmediğini yada görmek istemediğini gösteriyordu. Kimbilir belki de Chris fazla abartıyordu. Sonuçta İndis de dahil olmak üzere cadı yada muggle olsun hiçbir kızı bugüne kadar tam olarak anlayamamıştı. Yalnız sebebi her ne olursa olsun Chris'in bundan pek hoşlanmadığı açıktı. Gittikçe Chris’i utandırmaya hatta sıkmaya başlayan bakışlar İndis’in hafifçe kolunu hafifçe tutup o neşeli sesiyle içeri girmek istediğini söylemesiyle son buldu. Birlikte trene bindiler kompartımanlarına doğru ilerlediler.

Kompartımanda başta sadece ikisi olduklarından rahat rahat sohbet ettiler. Erken gelmenin tadını çıkararak tatildeki olayları konuştular. İndis’in başından geçen komik anılarla gülüp eğlenerek geçirdikleri dakikalar yaklaşık on- on beş dakika sonra yerini biraz daha resmiyete bıraktı. Ancak sohbetleri kaldığı yerden devam etti. Chris İndis’e kuzeninin seherbazlık eğitimlerinden, beraber yaptıkları çalışmalardan, babasıyla tartışmalardan kısacası tatilde yaşadığı her şeyden bahsetti. Aynı şey kendisi konuşurken ilgiyle ve anlayışla dinleyen İndis için de geçerliydi. Zorunlu ve bir o kadar da sıkıcı devriyelerle bozulan sohbetleri yolculuklarının sonuna kadar sürdü. Tren tiz sesle öterek durduğunda kompartımandan en son çıkan Chris ve İndis olmuştu. Yine de kalabalığın biraz azalmasını da fırsat bilerek diğerlerinden önce terstallerin yanına vardılar. Chris onları gördüğü her zaman olduğu gibi bir an ürperdi ama bunu pek de belli etmeden gülümseyerek terstallerin arkasındaki büyük arabanın kapısını açtı. Sohbetleri tüm eğlencesiyle Hogwarts’a doğru giden kısa uçuşlarını geçirdiler. İnerken pek de kafasını o tarafa çevirmemeye özen göstererek İri kemerli kapıdan geçip her zamanki gibi muhteşem görünen büyük salona girdi.

Ayrı binalarda olduklarından masaların başına geldiklerinde birbirlerinden ayrıldılar. Masada Frances'in hemen yanındaki yerine oturmasından kısa süre sonra içeri giren birinci sınıfları tebessümle izlerken o ilk günün heyecanını hatırladı. Hogwarts Chris için yeni bir yuva ve karanlıklardan aydınlıklara açılan yeni bir kapı olmuştu. Bir zamanlar kendisinin olduğu gibi seçilen her çocuğun da kendisininki kadar büyük olmasa da bir değişim yaratacağından kesinlikle emindi. Binasına gelen her yeni öğrenciyi neşeyle gülümseyerek karşıladı. Hepsini ayrı ayrı tebrik etti ve binayı sevmeleri temennisinde bulundu. Gözlerinde gençliğin ve cesaretin ateşinin parladığı kız olsun erkek olun birinci sınıfların heyecanlı konuşmalarına katılıp onları kendisine ısıtmaya ve okula alıştırmaya çalıştı. Konuşurken zaman zaman Frances de araya giriyor ona katılıyordu. Bunda başarılı olmuş olmalıydı ki öğrenciler yeni “ağabey”lerinden gayet hoşlanmış gibi duruyordu. Seçimin tamamlanmasından sonra iştahla yemeklerden atıştırdı ve birinci sınıfları topladı ve geçtikleri yerleri tanıta tanıta yatakhaneye doğru götürmeye koyuldu…


En son Christopher Alex Peterson tarafından Paz 07 Ara. 2008, 22:56 tarihinde değiştirildi, toplamda 1 kere değiştirildi
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Charles Walter Lawrence

Charles Walter Lawrence


Erkek
Ruh hali : 8. Sezon ~ Büyük Şölen Glensuratdw9
Mesaj Sayısı : 109
Yaş : 34
Kan statüsü : Safkan
Galleon : 11683
Ekspresso Puanı : 0
Kayıt tarihi : 01/12/08

8. Sezon ~ Büyük Şölen Empty
MesajKonu: Geri: 8. Sezon ~ Büyük Şölen   8. Sezon ~ Büyük Şölen Icon_minitimePaz 07 Ara. 2008, 19:57

Bulutlar öylesine siyahtı ki gecenin karanlığında kaybolmuşlardı ve ağlıyorlardı. Gökyüzünden ateş gibi düşen yağmur damlaları hızla cama vuruyor, kesintisiz bir gürültüye sebep oluyordu. Adeta biri cama durmaksızın taş atılıyormuş gibiydi. Ses hızla odanın içine dolup küçük çocuğun kulağına ulaşamadan bu gürültüye şiddetle esen rüzgarın uğultusu da katılıyordu. İnsana hüzünlü bir şarkı mırıldanıyormuş gibi gelen bu uğultu bir ruh emici gibiydi, vücudundaki tüm umudu alıp götürüyordu. Walt irkilerek başını kaldırdı, ensesinde ki soğukluk öyle güçlüydü ki tüm vücudu hissetmişti. Gözlerini açıp etrafa bakındı, yatağın içinden çıkmadan. Onu yakalamak isteyen bir şey vardı, hatta onu kavrayan bir el vardı. Ölü gibi hissediyordu, içi bomboştu. Koca bir hiçti, hissettiği tek şey soğuktu. Sonra o hırıltıyı duydu, tüm tüylerini diken diken etmeye yetmiş kısa, boğuk hırıltı. Kaskatı kesilmiş bedenini kıpırdatmaya çalıştı, gelen yine o olmalıydı. Yavaşça ve kendini zorlayarak başını çevirdi, gördüğü siyahlar içinde bir adamdı.

'' Cleyton, yapma! Sakın yapma, lütfen... O daha bir çocuk. ''

Babası odasına girmişti ki hemen arkasından annesinin yalvarışı yükselmişti. Panik içindeki kadın, öz oğluna zarar vermesinden korktuğu kocasını durdurmaya çalışıyordu. Adam ise eliyle onu itiyor, kendi kendine bir şeyler mırıldanıyordu. Odayı ağır bir içki kokusu sarmıştı, adamın tutuşması için küçük bir kıvılcım yeterdi.

'' Onun suçu değil, biliyorsun. Kendine gel, daha beş yaşında! ''

Yastığına sarılmış anne ve babasının boğuşmaısnı izliyordu. Gözlerinden süzülen yaşlar çenesinden aşağı akıyordu, sessizce burnunu çekerek bekliyordu. Neden bu kadar sinirlenmişti babası anlamıyordu, bilerek kırmamıştı ki... Görünmez bir sis sanki gözlerinin arkasına dolmuştu, aklı bulanıklaşmıştı bir anda. Her şey çok karmaşık geliyordu, bir o kadar da yavaş. Zihninde yaşadığı tüm bu curcuna sırasında gözünü bir şey alıyordu. Sadece yeşil bir ışık parlaması vardı, yemyeşil..

Gözlerini açtığında burnunu soğuk cama dayamış, kehribar rengi ağaçlara bakarken buldu kendini. Eskilerden kalan tatsız bir anı değişik bir sonla gözünün önüne gelmişti. İlk fark ettiği kalbinin deli gibi atıyor olmasıydı, çünkü canı yanıyordu. Bir süre bekledi, gördüğünün rüya olduğuna emin olması için gerekliydi. Oysa daha çok yaşamıştı, saniyeler önce gerçekten ölümü tatmış gibiydi. Derin nefes alarak sıkışan göğsünü rahatlamaya çalıştı, ciğerlerinin normale dönmesini bekledi. Sonra da oturduğu yerde zorlanarak dikleşti, çünkü bedeni uyuşmuştu. Parmaklarını açmak için yumruklarını sıkıp bıraktı, bunu iki kez daha tekrarladı. Bu sırada hemen yanından boğuk bir öksürük sesi geldi, Tina uyandığını fark etmiş olmalıydı. Göz ucuyla kıza baktı, bir zamanlar oldukça iyi arkadaş olmalarına rağmen artık aralarında görünmez engeller vardı. Kız ağzını açmaya hazırlanıyordu ki kompartımanın kapısı açılmıştı, koridorda ise hummalı bir koşuşturma vardı. Neredeyse gelmiş olmalıydılar, yerinden kalkıp eşyalarını toparlamaya başladı. Bir an önce çok özlediği Hogwarts'a kavuşmak istiyordu.

Çiseleyen yağmur altında kısa bir yürüyüşten sonra tüm ihtişamıyla göz kamaştıran ve her zamanki gibi dolup taşan Büyük Salon'a varmıştı. Ravenclaw masasına yaklaşırken yüzünde belli belirsiz bir tebessüm vardı, uzun bir yaz tatilinden sonra yeniden arkadaşlarını görmek hoşuna gitmişti. Sessizce yerine oturduğunda birinci sınıfların seçimi yeni başlıyordu. Binasının adı yükseldiğinde herkes gibi alkışlıyor, bunun dışında diğerlerinin konuşmalarını dinliyordu. Müdüre Derwent açılış konuşmasını yapmak için kürsüsüne çıktığında ise yanında oturan Tina onunla konuşmaya çalışıyordu.


'' Ee söyle bakalım, nasıl geçti tatilin? Trende seninle konuşmak istedim ama yorgun olmalısın ki yol boyunca uyudun. ''

Sadece iyiydi demekle yetindi, bu kısacık cevapla kızı başından atamayı umuyordu. Ancak Tina sorular sormaya devam edince, Walt vurdumduymaz tavırlarına devam ederek müdüreyi dinlediğini işaret etti. Tek bir kelimesiyle bile ilgilenmiyordu ama kız ile konuşmak da istemiyordu. Bir süre boş tabağını izledikten sonra, içinde garip bir sızlama hissetti. Her sene daha da zor birisi olduğunun farkındaydı. Eski dostluklarının hatırına Tina'ya döndü, gönlünü alabilmeyi umuyordu. Ancak bu sefer de kız oralı olmuyordu ve ısrarcı olup olmamak da kararsızdı. Yardımcı olmak istercesine kulaklarında müdürenin son sözleri yankılandı; '' Şölen başlasın! '' Omuz silkip önünde döndü ve masada beliren onlarca çeşit yemeğe iştahla baktı. Dakikalar sonra ise kendini yeni Sınıf Başkanı'nı takip ederken buldu. Birbirinden güzel yemeklerle donatılmışken zamanın nasıl geçtiğini anlayamamıştı. Her sene olduğu gibi karnını tıka basa doyurduktan sonra yatakhanenin yolunu tuttu.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Eurydice Black
Slytherin Bina Sorumlusu, İksir Profesörü
Eurydice Black


Kadın
Ruh hali : 8. Sezon ~ Büyük Şölen Hmbl7
Mesaj Sayısı : 2206
Yaş : 30
Kan statüsü : Safkan.
Galleon : 12424
Ekspresso Puanı : 89
Kayıt tarihi : 05/06/08

8. Sezon ~ Büyük Şölen Empty
MesajKonu: Geri: 8. Sezon ~ Büyük Şölen   8. Sezon ~ Büyük Şölen Icon_minitimePaz 07 Ara. 2008, 22:03

Perdesiz camın ardından içeri giren güneş ışınlarının gözünü kamaştırmasıyla uyanmıştı Liz. Yeni bir gün, yeni bir dönem ve yepyeni arkadaşlıklar… Koluna takacağı ince taşlarla süslenmiş kol saatini alıp, gözüne sokarcasına yaklaştırdı ve saatin çok ta erken olmadığı fark edip buz gibi fakat konforlu yatağından kalkıp odasının içinde bulunan umumî banyosuna doğru yol aldı. Dinç bir beden ve sağlıklı bir vücuda sahip olması gerektiğini söylerdi yüz küsür yaşını göstermeyen büyükannesi. Uykusunu iyi almıştı, çünkü o gün epey yorulacaktı. Bir kenarda uyuyup kalmak istemiyordu. Birkaç gün önce kitapların isimleriyle birlikte gelen mektupta sınıf başkanı olduğu belirtilmişti. Uzun zamandır hayalini kurduğu bu görevin ona verilmesi moralini de düzeltmişti. Yazın büyük çoğunluğunu İspanya’da geçirmişlerdi. Valencia olmadığından zamanını diğer kuzeni Bella ile bazen konuşarak bazen de alışverişe gidip kıyafetlere bakarak geçirmişti. Tabii Dayrnt’ta vardı işin içinde. Zaten o olmasa şaşılırdı. Ne kadar sinir etse de seviyordu abisini. Yeni döneme başlayacaklarına hem seviniyor hem de hüzünleniyordu. Hogwarts’ı bitirmesine daha bir yıl vardı ve şuan okuldaki tek Black’ti. Ne yapacaktı çok merak ediyordu…

Bu sırada banyosunu bitirmiş, giyeceği kıyafetlerini dolaptan çıkarmaya uğraşıyordu. Son senesi olmasına rağmen bütün okul kıyafetlerini değiştirmişti. Boyu dizinin bir karış üstünde olan eteği artık giymemesi gerektiğini söyleyen annesi yeni bir etek ve gömlekle çıkacağı dükkândan tüm okul kıyafetleriyle çıkmıştı. Geçen seneye oranla boyu uzamıştı biraz. Saçlarının dalgaları ise yok denecek kadar azalmıştı. Ütüsüz olduğu asla görülmemiş kıyafetlerini üzerine geçirdikten sonra saçlarını güzelce topladı. Yeşil-gri kravatı bağlayıp boynuna geçirdikten sonra gömleğinin yakalarını düzeltti ve mektup zarfının içinden çıkan başkanlık rozetini pelerininin yakasına iliştirdi. Birkaç yerinde belirmiş örümcek ağlarını barındıran aynalı masasına oturup hafifçe yüzüne dokunduktan sonra eline aldığı garip parfümü üzerine boşaltırcasına sıkmaya başladı. Giymekten bir türlü vazgeçemediği bez ayakkabılarını da ayağına geçirdikten sonra masasının üzerindeki asasını eline aldı ve kahvaltının hazır olduğunu belirten zille beraber aşağıya inmek için odasından dışarı çıktı. Sessizce ilerlediği koridorlarda Dayrnt’ın odasının önüne geldiğinde duruverdi. İçeri girmek, abisine doyasıya sarılmak istiyordu. Yarıyıl ve Noel tatilinden önceki son görüşü olacaktı onu. Aniden verdiği kararla kapıyı tıklatmaktan vazgeçip az önceki gibi sessizce yoluna devam etti. Yemek Salonu’na indiğinde sofranın başında oturan Büyükanne ve Büyükbaba Black’e başıyla hafifçe selam verdikten sonra kendisine ayrılmış olan yere oturdu. Az sonra merdivenlerin başında görünen Dayrnt hızlıca gelip Liz’in yanına oturdu. Onu böyle görmek oldukça garip gelmişti Liz’e. Slytherin cüppesinden farklı bir cüppe ve farklı rozetler… Hafifçe bir günaydın mırıldandıktan sonra karşısına oturmuş annesinin gözlerinin içine bakmaya başladı. Kendini tutamasa hüngür hüngür ağlayabilirdi…

Önüne konular kahvaltı tabağındakileri aç bir kurtmuşçasına silip süpürdükten sonra aile büyüklerinin yemeklerini bitirmesini bekledi. Kurallar, saygı, saçma âdetler… O masadan kalkmaya uğraşsa annesinden veya diğerlerinden feci bir fırça yiyebilirdi. Zaten ailede en haylaz torun olarak biliniyordu. Baykuşunun kuyruğunu tutuşturup duruyordu. Zavallı yaratık ise Liz’i sevmeyi hiç bırakmıyordu. Aslında ikisi de birbirini çok severdi fakat Liz bazen o güzel yaratığa yapmadığını bırakmıyordu. Nihayet kahvaltısı bitmiş olan büyükler yemeği sonlandırdılar ve Liz de yukarı çıkıp geceden hazırladığı iki büyük bavulunu ev cinine vermek için odasının kapısını açtı. Eros’un kafesini kendi taşımak istiyordu. ‘Ben taşıyacağım’ dercesine eline aldı kafesi. Minik cine de başıyla çıkabilirsin işareti yaptıktan sonra kapısını kilitleyerek dışarı çıktı. Aşağıya indiğinde Dayrnt’ın da orada beklediği görünce yüzünde buruk bir ifade oluştu. Derince bir nefes aldı ve bavulların üzerine bıraktığı kafese gözünün ucuyla bakarak aile bireyleriyle vedalaştı ve Dayrnt’ı son sıraya bıraktı. Sıra ona geldiğinde ise kısa bir bekleyişin ardından sıkıca sarıldı abisine. Ağır diye başının etini yediği parfümünü doyasıya çekti içine. Ve sonra babası ile annesinin eşliğinde sihirli arabalarına bindi. Muggle’ların şüphelenmemesi için üzerindeki pelerini koluna attı ve Slytherin amblemini bir süreliğine gizledi. Arabadan indiklerinde büyük saat kulesinin çanlarını harekete geçirmesine yaklaşık on-on beş dakika vardı. Aracın bagajından çıkardıkları bavulları babası taşıyordu. Liz’in elinde ise sadece Eros’un kafesi vardı. King Cross hiç olmadığı kadar tenhaydı. Büyücülerden başka birkaç Muggle ve görevliler vardı. Etrafa dağılmış büyücüler sıraları geldikçe duvardan geçiyorlardı. Kısa bir bekleyişin ardından sıranın kendisine gelmiş olması nedeniyle duvarın yakınında bir yerde bekleyip sakince ve yürüyerek duvarın içinden geçti Liz. Ardından gelen annesi ve babası her yıl yapmaya alıştıkları bu tekdüze olayın sıkıcılığının farkında bezgin yüzleri ile safkan olmadığı belli olan büyücüleri tiksinerek izliyorlardı. Bay Black elindeki bavulları görevlilere teslim etmeye gitmişti. Annesi Evelyn Black ise uzun, sarı saçlarını savurarak arkadaşlarının yanlarına doğru ilerliyordu. Liz de ortada kalmış Felipe’i veya Nicole’ü görmeyi umarak etrafı tarıyordu…

Siren sesine benzeyen tren düdükleri… O sesten nefret ediyordu işte. Kolunda tuttuğu pelerinini üzerine geçirdikten sonra annesine bir ‘hoşça kal’ mırıldandıktan sonra seri adımlarla trenin kapısına yöneldi. Kırmızı demirin soğuğu ile hafifçe titredikten sonra boş veya arkadaşlarının olduğu bir kompartıman aramaya başladı. Koridorun sonlarına doğru oldukça büyük bir kompartımanın boşaldığını görünce elinde tuttuğu Zihinbend kitabını kolunun altına yerleştirerek içeri girdi. Taşıttığı bavullarını koltukların üzerindeki demir alanlara yerleştirdikten sonra kolunun altına yerleştirdiği kitabı açıp okumaya başladı. Bir süre sonra camda beliren sarı nesne ile gözlerini kitaptan ayırıp o tarafa çevirdiğinde can arkadaşı Nicole’ü görünce sevinçten çığlığı basıyordu neredeyse. Kitabı bir kenara fırlatıp kapıyı açtı ve üç aydır görmediği arkadaşına doyasıya sarıldı. Gözleri Nicole’ün pelerininin ucundaki rozete ilişmişti. Bir sevinç çığlığı da buna atabilirdi. Evet, evet… O da sınıf başkanıydı. Bir de Felipe’i görse bütün istedikleri olabilirdi. Karşısındaki epey olgunlaymış ve bir o kadar güzelleşmiş cadıya bakıp, gözlerini kocaman açtı ve

“Vay canına Nicole! Harika görünüyorsun.”

Dedi ve onu kolundan çekeleye çekeleye kompartımana soktu. Onu böyle görmeyi ummuyordu. Gerçekten de dediği gibi olmuştu. Hastalıklı ve ruh sağlığı tamamen bozulmuş Nicole gitmiş, yerine mükemmel fiziği ve dinç ruhu ile yepyeni bir Nicole gelmişti. Konuştukça konuşuyor, zamanı nasıl geçireceğini bilmiyordu. Ama Nicole’e konuşmak o kadar yakışıyordu ki… Liz Nicole’den af dileyerek yerinden kalktı. Profesör Derwent’e sorması gereken bazı sorular vardı ve bunu şimdi yapmalıydı. Yoksa yıl boyu soramazdı. Koridorda seri adımlarla ilerlerken gözüne takılan biri ile birkaç adım geriye dönüp kompartımanın camına doğru ilerledi. Evet, evet Felipe… Uyuyor muydu yoksa? Evet, uyuyordu… Minik bir çocuğun uyuyuşundan farksızdı onunki de. O an içinden kompartımana dalmak, doyasıya izlemek istiyordu uyuyuşunu. Kompartımanın içinde olmasa da izliyordu şu an. Bebeklerin masumiyeti kadar masum ve korunmasızdı o dakika. Başka bir kompartımanın kapısının açılmasıyla geriye dönüp kendi bölümüne gitmesi bir oldu. Orada görünmesi doğru olmazdı. Hiç olmayacak yerde dedikodu çıkmasını istemiyordu. Geldiği gibi seri adımlarla geri döndüğü kompartımanda Hogwarts’a kadar Nicole’ü dinledi. Ya da dinliyor gibi yaptı…

Görkemli şato yine yapıyordu yapacağını. Bütün ihtişamıyla yeni gelenleri büyülemeyi başarmıştı işte… Liz’e de aynısını yapmamış mıydı? Hâlâ da yapmaya devam etmiyor muydu? Bavulları ve evcil hayvanları ana girişin yakınlarındaki kapıya bıraktıktan sonra Büyük Salon’daki yerlerini aldılar. Slytherin masası birazdan bünyesine alacağı minikler için yerlerini ayırmıştı. Profesörler masasına yakın olan kısımlar yeni geleceklere ayrılmıştı. Tabaklar, çatallar ve bardaklar her zamanki muntazamlığında yerlerini almıştı. Profesörler öğrencilerden hemen sonra gelmiş ve yerlerini almışlardı. Dışarıdan gelen uğultu ile Profesör Derwent’in minikleri hazırladığı anlaşılabiliyordu. Çok kısa bir süre sonra içeri giren grup her seneki küçüklerin yaptığı tavan ve mekân incelemesini gerçekleştiriyordu.

Seçme işlemi tamamlandıktan sonra yemeğe başlanmıştı Profesör Derwent’in görkemli şatoya yakışabilecek tarzdaki görkemli konuşmasıyla. Ve masalara dolan yiyecekler ile ziyafet başladı. Bir süre sonra Büyük Salon’a dolan hayaletler bazı küçükleri korkuttu, bazılarını ise eğlendirdi. Kanlı Baron meşhur kılıcı ile Slytherin masasının üzerinde tur atıp duruyordu. Güzel yiyecekler, güzel geçen bir gün ve muhteşem finalli bir akşamdan sonra dinlenmek herkesin ihtiyacıydı. Son konuşmalar yapıldıktan sonra yatakhanelere gidilebileceğinin açıklaması yapıldıktan sonra Liz ani bir hareketle yerinden fırladı. Miniklere sıradan ayrılmamalarını tembihleyerek az ileride arkadaşları ile konuşan Felipe’in yanına gitti. Onu o kadar çok özlemişti. Nereden geldiği belli olmayan bir duygu ile boynuna atlayıverdi. Normalde böyle saçma hareketlerde bulunmazdı ama içinden gelmişti işte. Bu sefer unutulmaz bir arkadaşmışçasına sarılıyordu Felipe’e. Sıcaklığını içine çekerken gözlerini yummuştu. Sonra geri çekilip ona şöyle bir baktı. Boyu uzamış, saçlarının rengi hafiften değişmişti. Sevecen bir tavırla;

“Seni ne kadar özlediğimi bilemezsin. İyi ki arkadaşımsın Felipe… İyi ki yanımdasın!”

Dedi. Onu çok özlemişti. Ona ne kadar başka duygular beslese de en iyi arkadaşlarından biriydi Felipe… Hafifçe tebessüm ettikten sonra yanlarından ayrıldı ve az önce ikişerli sıra şeklinde bıraktığı birinci sınıfların tepelerine dikildi. Nicole’e göz kırptıktan sonra eliyle ‘Haydi’ işareti yaptı ve yürümeye başladı. Ara sıra arkasına dönüp bakıyor ve ardından gelen uzun grubu kontrol ediyordu. Bir tanesinin bile kaybolmaması gerekiyordu. Öyle olursa Profesör Darwent ve henüz tanımadığı bina sorumluları Nicole ve Liz’i fena fırçalayabilirdi. Merdivenlerin başına geldiklerinde durdu ve arkasını dönüp Nicole’e baktıktan sonra

“Slytherin Ortak Salonu’na buradan gidiliyor. Şimdi beni takip etmenizi ve gruptan kesinlikle ayrılmamanızı istiyorum.”

Dedi. Yavaşça merdivenleri inmeye başladı. Bazı merdivenlerin araları boştu. Nicole ‘Dikkat edin’ deyip duruyordu. Haklıydı da… Uzun merdivenleri tamamladığında zindanların soğuğu ensesine yapışmıştı. Elindeki asa ile Nicole’e küçük bir hareket yaptıktan sonra iki cadı aynı anda;

“Lumos Maxima!”

Dedi. Epey aydınlık olan zindan koridorlarında ilerliyorlardı. Küçükler az önce yapılan büyüye şaşmış, konuşa konuşa bitiremiyorlardı. Ortak Salon’a yaklaştıklarında ‘Evet yaklaşıyoruz’ diye kendi kendine mırıldandıktan sonra önlerine çıkan küçük geçitten geçtiler. Ve ardından bir anda karşılarına çıkan portre ile oldukları yerde kaldılar. Nicole şifreyi söyledi ve öncülük ederek içeri girdi. Liz ise içeri giren öğrencileri sayıyordu. En son içeri giren öğrenci ile birlikte girdi ve şöminenin yanında kendileri bekleyen bina sorumluları ile karşılaştı. Düzgün fiziği ile dikkatleri epeyce çekecek tarzda bir cadıydı. Küçüklere gerekli açıklamayı yaptıktan sonra yatakhanelerine çıkmalarını söyledi. Sonra da gözlerini deri koltuğa yaslanmış Liz ve Nicole’e dikti. Liz bir anda kendine geldi ve elinde çevirdi asayı cebine tıkıştırdı. Gayet saygılı bir ses tonuyla;

“Elizabeth Black”

Dedikten sonra başıyla hafifçe selam verdi. Aynı işlemi Liz’in ardından Nicole’de gerçekleştirdi. Adının Julie Annwyl Lovett olduğunu öğrendikleri profesörü geri bırakarak portre deliğinden çıktılar. Şimdi sıra diğerlerini getirmekteydi. Anlaşılan gece onlar için yeni başlamıştı…


En son Elizabeth Black tarafından Salı 09 Ara. 2008, 19:10 tarihinde değiştirildi, toplamda 1 kere değiştirildi
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Indis Oak J. Engelbert

Indis Oak J. Engelbert


Kadın
Ruh hali : 8. Sezon ~ Büyük Şölen 43772825vu8
Mesaj Sayısı : 586
Yaş : 32
Kan statüsü : Safkan
Galleon : 11939
Ekspresso Puanı : 0
Kayıt tarihi : 03/08/08

8. Sezon ~ Büyük Şölen Empty
MesajKonu: Geri: 8. Sezon ~ Büyük Şölen   8. Sezon ~ Büyük Şölen Icon_minitimePaz 07 Ara. 2008, 22:12

Gökyüzü berrak bir mavi rengindeydi, bembeyaz bulut tolulukları bu berrak mavinin üzerine serpiştirilmiş pamuk topaklarını anırıyorlardı. Güneş göküyüzünde koca bir alev topu gibi parlıyor, etrafı aydınlatıyor ve 'gereğinden fazla' ısıtıyordu. Indis kendisini King's Cross tren istasyonunun izbe ve tenha bir köşesinde buluvermişti. William'a tutunarak ilk defa cisimlenmişti ve bunu yapmanın zevkli olduğunu asla söyleyemezdi. "Bir daha asla cisimlenmeyeceğim, neden seni dinledim ki sanki" dedi nefes almaya çabalayarak. William kız kardeşinin bu tepkisine gülmekle yetindi ve iki kardeş dosdoğru trenlerin bulunduğu bölüme ilerlemeye başladılar. Güneş tepeden onları kavururken Indis bir an önce üzeri kapatılmış, trenlerin durduğu kısıma gitmek için sabırsızlanıyordu. Sonunda gölge bir kısıma ulaştılar ancak burasınında pek rahat olduğu söylenemezdi zira King's Cross tren istasyonu her daim olduğu gibi yine insanlarla golup taşıyordu. "Mugglelardan nefret ediyorum" diye söylendi William umutsuzca kalabalık muggle topluluğuna bakarak, Indis "Kapa çeneni William, hadi önce Sibi'yi bulmalıyız" dedi muzipçe gülümserken, William "Tanımadığım bir teyzenin kızından banane ki?!" diye söylendi ama genç cadı her zamanki hazır cevaplılığıyla "Senin umrunda olmayabilir ama onun senin de kuzenin olduğu gerçeğini inkar edemezsin Will, ayrıca onu ne kadar sevdiğimi de bilirsin, bu yüzden yürüyelim artık" dedi ve Indis önde William arka da Indis'in bavullarını taşıyarak kalabalığın arasına karıştılar.

Indis bir yandan Sibi'yi ararken diğer yandan da en az hasarı alarak bu akalablığın arasından sıyrılmaya çalışıyordu zira sürekli birileri ayağına basıyor, omuz atıyor ya da düpedüz ittirip geçiyordu. Ve Indis bu durumdan oldukça sıkılmış bir halde biran önce peron dokuz üç çeyreğe varmayı istiyordu. Sonunda 9 ve 10. peronları ufukta gördü ve gülümsedi
"Hadi William acele edelim zaten senin yüzünden yeterince geciktim, treni kaçırmak istemiyorum" dedi. William sarı saçlarını geriye attırarak "Yaptığım işi olay mı sanıyorsun sen? İstersen bırakayım da bauvllarını kendin taşı ufaklık" diye söylendi bezgünlikle. Indis arkasına bir bakış atarak "Tamam, aferdesin ama biraz daha çabuk olamaz mısın, çok sevgili ağabeyim" dedi ardındanda koca bir kahkaha patlattı. Sürekli birbirleriyle uğraşan ikili bir yandan peronlarına varmaya çabalarken diğer yandan da birbirlerine laf yetiştirmekten geri kalmayarak sonunda hedefledikleri noktaya vardılar.

William aslında gizli bir geçit olan, uzun, ince tuğla duvarın kenarın yaslandı ve derin bir 'oh' çekti, Indis ise etrafta Sibi'yi aramaya devam ediyordu. William
"Sanırım seni ekti" dedi alayla, Indis onu görmezden gelerek gözleriyle etrafı yoklamaya devam ederken birden altın sarısı saçlarını dalgalandırarak ona doğru koşan kızı gördü ve kollarını kocaman açtı. Birkaç saniye sonra kız Indis'in yanına varabilmişti iki genç cadı birbirlerine sımsıkı sarıldılar "Seni çok özledim Sibi" dedi gülerek, Franches'de aynı şekilde kızı yanıtladı ve birbirlerinden ayrıldılar. Sibi, doğruca William'a hitap ederek "Sana da merhaba William" dedi, William'sa hafif bir baş selamı vermek dışında hiçbir şey yapmadı. Indis'in gerçekleri öğrenmesindan sonra tanışmışlardı ve birbirlerini sevdikleri söylenemezdi zaten en fazla üç dört kez görüşmüşlerdi ve bu görüşmelerde birbirleri üzerinde pek de olumlu etkiler yaratamamışlardı. Sibi yeniden Indis'e dönerek "Artık gidelim J.J." dedi neşeyle. Indis güldü ve "Tamam, sen git hemen geliyorum" dedi. Bunun üzerine Sibi göz kırptı ve sandığı, özel eyşyaları ile 9 ve 10. peronlar arasında ki, William'ın kenarına yaslanmış olduğu duvara doğru koşmaya başladı, sonunda tam duvarla bütünleşecekken birden ortadan kayboluverdi. Indis onu izledikten sonra bakışlarını William'a çevirdi ve "Eh, gitme vakti" dedi parlak bir gülümsemeyle, ağabeyi aynı içten ve parlak gülümsemeyle cadıya karşılık verdi ve onu alnından öpüp sarıldıktan sonra "İyi bir yıl geçirmeni dilerim J.J." dedi son söylediğini vurgulayıp gülerek, ardından "Seni seviyorum tatlım, kendine iyi bak" diye ekledi. Indis gülümsedi William'dan ayrılacağı için üzgündü ama yeni bir yıla ayrılacağı için de bir o kadar sevinçli. Parmakları ucunda yükseldi, William'ı da kravatından tutup hafifçe aşağı çekti ardından yanağına sevgi dolu bir öpücük kondurarak "Sende kendine iyi bak William, ayrıca seçimlerde başarılar" dedi. William'ın hemen yanındaki bavullarını aldı ve biraz geri gitti, ardından koşarak duvara doğru ilerlemeye başladı, duvar bir samtim kadar ötesindeyken William'a göz kırptı, hemen arkasından ortadan kayboldu.

Hogwarts Ekspresi tüm ihtişamıyla karşısındaydı işte, düdükleri çalan ve dumanı tüten kırmızı treni görünce heyecanlanmadan edemedi. tam Sibi'nin nerede olduğuna bakacaktı ki kız yanında beliriverdi.
"Neden formanı giydin ki J.J." dedi üzerindekileri incelerken. Indis güldü ve çaprazlama astığı çantasını açarak içinden düzgünce katlanmış siyah cübbesini çıkardı. Ravenclaw armalı cübbeyi sakince üzerine geçirirken hala çok garip bir yaratıkmış gini ona bakan kuzeninin bu haline güldü, sonunda cübbeyi giyme işlemini bitirdi üzerine çeki düzen verdi ama sol göğsünün üzerini bir eliyle kapatıyordu. Boşta ki eliyle topuzunu düzelttikten sonra göğsünün üzerinde ki elini yavaşça kaldırdı ve "Tabi ki bunun için" dedi göğsünün üzerine takılmış 'Ravenclaw Binas Başkanı' yazılı rozetini göstererek. Sibi önce öylece kaldı ardından gülmeye başladı ve iki kuzen aynı anda çığlık atıp birbirlerine sarıldılar "Bina başkanı oldun ve yaz boyunca bana hiçbir şey söylemedin öyle mi? Sana inanamıyorum J.J." dedi kahkahalarını sürdürken Indis "Sevindin mi?" diye sordu hevesle "Dalga mı geçiyorsun, son üç aydır aldığım en muhteşem haber bu" dedi ve kızlar tekrar çığlıklara boğuldular.

Birbirlerinden ayrıldıklarında bir gurup öğrencinin onlara başka bir dünyadan gelmişcesine hayretle bakan gözlerini görünce duruşlarını dikleştirdiler, Indis boğazını temizledi ve olabildğince ciddi görünmeye çabalayarak
"Bir sorun mu var?" dedi, çocuklar önce birbirleriyle bakıştılar ardından da kafalarını iki yana sallayıp oradan uzaklaştılar ve kuzenler dakikasında tekrar kahkalara boğuldu. "Merlin'in sarkık donu gülmekten karnıma kramplar girdi Sibi, yeter artık" dedi derin derin nefes alıp eliyle karnını tutarken. Karşısında ki cadı sarı saçlarını geriya doğru savurdu ve "Tamam, tamam hadi trenin yanına gidelim" dedi ve bavullarıyla birlikte kırmızı trenin kapısının yanına gittiler Indis "Chris'i bekleyeceğim" dedi suratında hala muzip bir gülümseme ile. Ama bu sözlerinin ardından Sibi'nin suratının son derece sert bir ifadeye büründüğünü gördü, kuzeni bakışlarını Indis'e odaklarken "Anladım, aranız nasıl peki? En son William nedeniyle kavaglıydınız, barıştınız mı?" dedi. Bu konuyla oldukça ilgili görünüyordu ama sesi buz gibiydi, Ravenclaw'lı cadı "Evet aslına bakarsan barışmamızın ardından epey zaman geçti, yani bilirsin işte o... kendini nasıl affettirmesi gerektiğini iyi biliyor. Mükemmel biri" dedi iç geçirerek, onu düşünüce bile içinde oluşan ılık duyguyu farketmişti. Sibi bir kaşını haifçe kaldırdı ve "Gerçekten çok şanslısın ama değerini bildiğinden emin değilim, keşke benim de Chris gibi bir sevgilim olsa" dedi ve bunu ne kadar çok istediği sesinden anlaşılıyordu. Indis bir an durakladı, bu da ne demekti böyle? Neyi kast etmişti? Yo, yo Indis'in zihninde şimşekler çakmasına neden olan şeyi kast etmiş olamazdı değil mi? Yok artık, Sibi onun biricik kuzeniydi bu da ne demekti böyle? Onlar sadece arkadaşatılar, ne kadar da saçma düşünüyordu!

Biran Sibi ile gözgöze geldi ve kuzeninin gözlerine bakınca düşündükleri yüzünden kendisinden utandı, iyice paranoyak olmaya başlamıştı, saçmalıyordu. Böyle iğrenç bir şeyi nasıl düşünebilirdi ki? Tüm o düşünceleri zihninden kovdu ve en 'cici' gülümsemesi ile Sibi'ye baktı ancak birşey söylemedi. Henüz birkaç dakika geçmişti ve Indis saatine bakıyordu ki Sibi birden coşkuyla bağırdı
"İşte orda! Hey, Chris" sarı saçlarını savurarak ona el sallıyordu, yüzüne birden renk gelmişti. Indis umurunda bile değil gibi görünüyordu, kumral cadı başını iki yana salladı ve onun bu hareketini görmezden gelmeye karar verdi, sadece Chris'e selam vermişti ne kötülük vardı ki bunda? Ama içinde öyle birşey vardı ki kafasını kurcalıyordu hem de fena halde. Sonra Sibi'den sıra gelip bakışlarını Chris'e çevirdi, onlara doğru geliyordu. Teni Güneş'te yanmanın etkisiyle biraz koyulaşmıştı, masmavi gözleri aralarında ki mesafeden bile seçilebiliyordu, boyu uzamıştı, kahverengi saçları yine Güneş'in etkisiyle tıpkı Indis'in ki gibi bir iki ton açılmıştı, ve her zaman ki gibi dağınıktılar. Onunda üzerinde cübbesi vardı ve sol göğsünün üzerinde bina başkanı olduğunu ilan eden rozeti parlıyordu. Marlin aşkına ne kadar da yakışıklıydı! Sonunda Indis'e ağır çekim bir sahneymiş gibi gelen yürüyüşü sonlandı ve Indis'in yanağıan bir öpücük kondurarak onu selamladı, ardından da Sibi'yi.

Aradan geçen kısa bir sessizliğin ardından Sibi konuşmaya başladı "Oo.. Nasılsınız başkanım? Başkanlık sana gerçekten çok yakışmış Chris. Mükemmel görünüyorsun." Chris mahçup bir şekilde önce Indis'e baktı ama Indis hiçbir tepki vermeyince Sibi'ye hafifçe gülümsedi. Biraz daha konuştuktan sonra Indis "Hadi artık binelim, Chris sana anlatacağım öyle çok şey var ki sabırsızlanıyorum" dedi gülerek ve iki sevgili Sibi'ye görüşürüz diyip onu geride birakara ktrene bindiler. Yol boyunca son derece eğlenerek Hogwarts'a ulaştıklarında hava çoktan kararmıştı. İkisi de trenden indiler. Indis uzakta olan ışıl ışıl Hogwarts binasını görünce heyecanlanmadan edemedi. Bu yıl Hogwarts'ta ki 5. yılıydı üstelikte Ravenclaw binasının başkanı olarak başlıyordu Hogwarts'ta ki yeni yılına. Yıl boyunca onu bekleyecek neler vardı kim bilir. Herşeyiyle özlediği yerdi burası kendini evinde hissettiği yer... Indis ve Chris birlikte Hogwarts'a gidecek olan arabalara yöneldiler. Indis arabayı neyin çektiğini göremese de Chris'İn anlattıkları sonucu çeken şeylerin görüntüsünü üç aşağı beş yukarı biliyordu ve açıkcası onları görmediği için oldukça memnundu. Ondan önce arabaya atlayıp Indis'e elini uzatan Chris'in elini tuttu ve kendini arabaya attı. Kısa bir yolculuğun ardından da Hogwarts'ın destansı şatosuna ulaştılar...

Genç cadı içeri girdiği ilk anda yüreği kocaman oldu, böyle muhteşem bir ortam ve böyle muhteşem ilişkleri olduğu için ne kadar teşekkür etse azdı. Hogwarts'ın tablolarla donatılmış eski duvarları onları selamlarken Indis'te tabloların bazılarına merhaba diyiordu. Chris hala yanındaydı ve hep birlikte Büyük Salon'a doğru ilerliyorlardı. Sonunda vardıklarında Indis ChrisT'en ayrılarak Ravenclaw masasına geçti. masada ki herkes Indis ve Norwen'a tempo tutuyor onları alkış yağmuruna tutuyorlardı. Indis gülerek yerine geçti herkesle konuşma nasıl olduklarını sormaya başladı. Çok geçmeden eski dostların arasında koyu bir sohbet başladı ama her şeye rağmen Indis'in gözü Gryffindror masasında yanyana oturan Chris ve Sibi'deydi...
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
http://www.hogwartsekspresi.com
Johnny Amoux Malfoy
Tılsım Profesörü
Johnny Amoux Malfoy


Erkek
Ruh hali : 8. Sezon ~ Büyük Şölen Heyup7
Mesaj Sayısı : 1643
Yaş : 29
Kan statüsü : Safkan
Galleon : 12199
Ekspresso Puanı : 0
Kayıt tarihi : 12/03/08

8. Sezon ~ Büyük Şölen Empty
MesajKonu: Geri: 8. Sezon ~ Büyük Şölen   8. Sezon ~ Büyük Şölen Icon_minitimePtsi 08 Ara. 2008, 13:42

Çiseleyen yağmurun sert bir şekilde pencerenin kenarına çarpmasıyla birlikte açabildi gözlerini. Upuzun yatakta gerinerek doğruldu ve pijamasını çıkarıp üstüne rahat birşeyler giydi. Uzun bir Hogwarts döneminin ardından mezun olmanın verdiği rahatlık vardı içinde. Yedi dönem boyunca neler geçmişti başından. 11 yaşındaydı ilk geldiğinde. Büyük bir şok içindeydi. Daha o zaman aklında dönüp dolaşan düşünce onun yuvasının burası olduğuydu. Burada doğmuştu hayata ve burada kapamalıydı gözlerini. Mezun olduktan sonra en sevdiği ders olan Sihirli Yaratıkların Bakımı dersine profesör olmuştu. Hala minik bir heyecan vardı içinde. Daha 4 ay önce öğrencilik yapıyordu Hogwarts’da. Şimdi ise profesördü. Garipti bu onun için belki de. Çok garipti. Düşüncelerinden sıyrılıp bir şeyler atıştırmak amacıyla Çatlak Kazandaki odasından dışarıya çıktı. Kuytu köşe bir restauranta girerek ayaküstü bir şeyler atıştırdı ve King Cross Tren İstasyonuna ilerlemeye başladı. Cisimlenmek ona çok hoş geliyordu. Ancak ortalık muggle ile doluydu ve yürümek daha mantıklıydı. Uzun bir yürüyüş olacaktı onun için. Yolda ağır ağır yürürken aklına son anda bir şey geldi. Kol saatine baktı. Gözleri onu yanıltıyor muydu? Az önce uykulu gözlerle saati ilerlemiş olarak görmüştü. Ancak trenin kalkmasına uzun bir zaman vardı. Suratına bir gülümseme kondurarak tepede adeta bir alev topu gibi parlayan ve bulutlardan kurtulmak isteyen güneşe bakarak yolunu ters yöne çevirdi.

Uğraması gereken o büyük malikaneye hızlı adımlarla yürüdü. Ancak yol çok uzaktı. Üstünde mugglevari birkaç kıyafet ile dikkat çekmeyeceğini düşünerek tenha bir köşeye çekildi. Tüm konsantrasyonunu toplayarak beynini sadece o noktaya odakladı. Gözlerinin önünden alçısı yerlerde gezinen yıkık dökük bir malikane geçiyordu. Son bir kez etrafına baktı ve gözlerini kapatarak bir pat sesi ile yok oldu. Dış dünyadan soyutlanmıştı sanki. Kendi dünyasında, siyah bir borunun içinde boğulup gidiyordu. Boğazını sıkıca tutan birkaç çürümüş el hissetti. Aynı anda o çürümüş eller yok oldu ve kadim bir dostunun bulunduğu eski bir malikanenin ön bahçesine cisimlendi. Daha önce bahsetmemişti kimseye bu dostundan. Mezun olur olmaz arkadaşına bir emanet bırakmıştı ve bu emaneti almanın zamanı gelmişti. Tekrar baktı kol saatine. Trenin kalkmasına daha çok vardı. Üstünü başını toparlayarak yıkık dökük malikanenin kapısına vardı. İçine ani bir ürperti düşmüştü. Soğuktan olsa gerek, irkildi. Eli ani bir şekilde asasına gitti. Kapıya birkaç kez sert bir şekilde vurdu. Ancak herhangi bir yanıt veya bir tepki yoktu. Birkaç saniye beklemenin ardından korkudan irileşmiş simsiyah gözleri kısıldı. Kapı kendi kendine ardına kadar açılmıştı. Korktuğunu hissedebiliyordu. Çürümeye yüz tutmuş berbat kokan eve ilk adımını attığında çatır çutur sesler duymuştu. Ayaklarının altında olan ahşap neredeyse yerinden çıkıyordu. Ayak uçlarında tedirgin bir halde yürüyerek seslendi: “Kimse yok mu?” Birkaç saniye bekledikten sonra tekrar bağırdı: “Steward neredesin?”

Korku dolu bakışlar ile evi süzdü. Her taraf leş gibi kokuyordu. Eskimiş koltukların üzerine serilen tozlu tozlu yemyeşil örtülerin üzerinde örümcek ağları vardı. Tavandan yere doğru düşen iri toz parçaları saçında birikmişti adeta. Merdivenlerden aşağıya inen kara bir siluet çarpmıştı gözüne. Asasını ani bir şekilde çıkardı. Korku dolu gözlerle hayaletimsi adama yöneltti elinde sıkı sıkı tuttuğu asasını. Aklından lanetler geçiyordu bir bir. Daha da sıkı tuttuğu asasının ucundan kırmızı bir ışık fıskiyesi çıkmıştı. Adamın göğsüne çarpan sersemletme büyüsü anında adamı yere sermişti. İçgüdüleri kesinlikle doğru bir şey yaptığını söylüyordu ona. “Lumos Maxima” Dudaklarından çıkan büyülü sözler ile birlikte asasının ucunda ampul gibi parıldayan bir ışık huzmesi çıkmıştı. Tavandan sarkan tahta parçaları açık kapıdan içeri giren rüzgarın etkisiyle sağa sola sallanıp duruyordu. Duvarlarda bulunan yeşilimsi, yapış yapış madde sayesinde etraf iğrenç bir koku ile dolmuştu. Elleri hafif bir şekilde titriyordu. Koltukları hızlıca devirdi. Emanetini çabucak bulup buradan ayrılması gerekiyordu. “Nereden geldim ki ben buraya?” Peki ya arkadaşına ne olmuştu? Bu adam da kim? Kafasının kemirip duran soruların cevabını bulması geç olmamıştı. Asasının ucundan çıkan ışık huzmeleri karanlık bir yüzü tüm gerçekliği ile aydınlatıyordu. Yüzü kesik kesik olan Steward korku dolu bakışlar ile Johnny’e bakıyordu. Johnny tam onun yanına gidecekken adam yere yığıldı. Hemen Steward’ın yanına koştu ve onu ayıltmaya çalıştı. Gözlerini yavaş yavaş aralayan Steward’ın dudaklarının arasından çıkan tek söz şuydu: “Teşekkür ederim.” Ardından tekrar bayıldı. Ölmüş olabileceğini düşünen Johnny onu yerde bırakıp evi aramaya koyuldu. Üst kata çıktıkça koku daha da artıyordu. Her tarafı sessiz sessiz gezen böcekler kaplamıştı. Yaklaşık 3 ay önce bıraktığı yaratığın seslerini duyabiliyordu. Katır kutur sesler, onun bir şey yiyor olduğuna işaretti. Daracık bir odaya girerek küçük kafesin tozlanmış örtüsünü kaldırdı. Karşısında duran şey birkaç periydi. Çatlak Kazana böyle garip yaratıklar sokmak yasak olduğu için arkadaşına bırakmıştı bu perileri. Şimdi ise Hogwarts’a götürecekti ve işleyeceği ilk ders periler hakkında olacaktı. Perilerin kafesini alarak koşar adımlarla berbat malikaneden çıktı ve bahçede buharlaştı.

King Cross Tren İstasyonuna vardığında herkes büyük bir telaş ile 9 ve 10. peronlar arasından geçiyordu. Sıra ona geldiğinde perileri sıkı sıkı tutarak duvardan geçti buharların arasından süzüldü. Örtüyü hafifçe kaldırarak perilerine gülümsedi ve trene bindi. Kendine kompartıman ararken gülümsemesine neden olan tek şey Lily’i görmesiydi. Muhakkak aynı kompartımana binmeleri gerekiyordu. “Selam Lily.” Diye seslendi. Gözlerinin içi gülüyordu adeta. Bomboş bir kompartımana birlikte oturdular. Elindeki kafesin tozla kaplanmış örtüsünü açarak: “İşte perilerim. Mezun olduktan sonra bir arkadaşıma emanet etmiştim. Az önce aldım bu yaramazları.” Sohbet oradan oraya taşınıyordu. Bir süre sonra içeriye birkaç kişinin girmesi ile birlikte sohbetleri bozulmuştu. Kafesin örtüsünü sıkı sıkıya kapatarak yolculuğun bir an önce bitmesini diledi. Gökte, her tarafa rastgele bir şekilde dağılmış bulutlardan dökülen yağmur, toprağı yerinden oynattıkça hoş bir koku salgılıyordu. Göz kapakları yavaş yavaş kapanırken son bir kez Lily’nin parıldayan gözlerini gördü. Sonra sonu gelmeyecekmiş gibi gelen bir rüya başladı.

Soğuk bir kış günüydü. Üstünde kalın bir mont ve elinde eldivenler vardı. Bembeyaz kar, çamurla birleşince berbat bir hal almıştı. Karlar pencere pervazlarına çatıların dışarıya doğru sarkık uzantılarına birikmişti. Hogwarts’ın kulelerinden aşağıya doğru inen kar hoş bir göz zenginliği yaşatıyordu insana. Quidditch sahasının seyirciler için ayrılmış tribünlerinin upuzun direklerinde bile karlar birikmişti. Kulaklarına dolan: “Yaşasın Ravenclaw, Yaşasın Gryffindor.” Gibi sözler heyecanlanmasına neden oluyordu. Takım Kaptanı olarak karşı takımın kaptanı olan Charlie ile tokalaşan Lily yerini aldığında Uçuş Profesörünün düdüğü çalması ile birlikte zorlu bir rekabet başlamıştı. Johnny, kaledeki yerini çoktan almıştı bile. Kalbi hızlı bir şekilde atarken bir süre sonra: “SAYII! Ravenclaw: 10 – Gryffindor: 0” sesi ile irkildi. Lisa’nın ani sayısı ile Ravenclaw tribünleri sevinç haykırıyordu. Müthiş bir gürültü kaplamıştı ortalığı. İstediği şey de buydu zaten. Cesaretlenmesini sağlayan tek şey… Gryffindor’dan Chris üstüne doğru gelirken en uzun çemberin önüne geçti. Elindeki Quaffle’ı atması ile birlikte yere ani bir şekilde düştü.

Gözlerini açtığı yer hastane kanadı olmuştu. Korku dolu bakışlarla etrafına dikilen arkadaşları Johnny’i pür dikkat süzüyordu. Johnny sırtını dikleştirerek doğruldu ve yatağından ayrıldı. Tüm arkadaşları yavaş yavaş buharlaşarak yok oluyordu. Duvarların içinden geçerek Hogwarts’da dolanıp duruyordu. Kulaklarına dolan çığlık sesleri onu deliye döndürüyordu. Suratına yayılmış o acı ifade asla son bulmayacaktı. Kulak zarı patlıyordu sanki. Korkunçtu, çok korkunçtu. Uzun zamandır acı çekmiyordu. Korkuyla ellerine baktı. Kulaklarından gelen kan ellerine bulaşmıştı. Şok içinde deli gibi bir sağa bir sola koştu. Hayatında böyle bir acı hissetmemişti.

Gözlerini korkuyla araladı. Düdük seslerinin eşliğinde kalkıp Lily’nin arkasından hızlıca ilerledi. Şölen az sonra başlayacaktı. Ancak yapması gereken şey gidip yüzünü soğuk su ile yıkamaktı. Başı dönüyordu sanki. Garipti bugün, çok garipti. Koşar adımlarla tuvalete ilerleyip yüzünü uzun uzun yıkadı ve profesörler masasında, Lily’nin yanında yerini aldı. Hazin bakışlı minik birinci sınıf öğrencilerini binalarına yerleştiren kadim seçmen şapkayı götüren Amortentia konuşmasını yapmak üzere altın kürsüsüne geldi. Her sene yaptığı uyarılarını, kurallarını tekrarladıktan sonra yemeklerin gelmesi ile rahatladı büyük salondaki herkes. Hızlı bir şekilde yemeğini yedi ve Lily ile tatlı bir sohbete girişti.


En son Johnny Amoux Malfoy tarafından C.tesi 07 Şub. 2009, 21:30 tarihinde değiştirildi, toplamda 4 kere değiştirildi
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
http://www.hogwartsekspresi.com/lejantlar-karakter-kartlary-f164
Lycia Sonia Lonyttå

Lycia Sonia Lonyttå


Kadın
Ruh hali : 8. Sezon ~ Büyük Şölen Yeasj3
Mesaj Sayısı : 69
Yaş : 30
Kan statüsü : Safkan
Galleon : 11768
Ekspresso Puanı : 0
Kayıt tarihi : 14/10/08

8. Sezon ~ Büyük Şölen Empty
MesajKonu: Geri: 8. Sezon ~ Büyük Şölen   8. Sezon ~ Büyük Şölen Icon_minitimePtsi 08 Ara. 2008, 14:59

Peron 9¾... Hiç süphesiz Lycia'nın en sevdiği yerlerden birisiydi. Kalabalık ortamlarda ne kadar bunalsada kompartımanın içinde tanıdığı veya yeni gelenlerle oturup sohbet etmek çok hoşuna gidiyordu. Hoş pek fazla konuşmuyor kitap okumayı tercih ediyordu ama yanında birinci sınıf varsa ve aynı şekilde tam bir Ravenclaw öğrencisi gibi duruyor, sürekli soru sorup bir şeyleri araştırmaya çalışıyorsa bu çok hoşuna gidiyordu. Nolarla sohbet etmek sevdiği şeylerden birisiydi. Elindeki koca valizlerle arkasını dönüp hala kendisine bakan babasını gördüğünde tatlı bir şekilde gülüp el sallamaya başladı. " Cześć, ojciec..!"* Bir yandan bağırıyor, bab asının kendisini duymasını ümit ediyordu. Sakin bir şekilde arkasını dönüp trene doğru ilerlemeye başladı. Kimseye çarpmadan ilerlemeye çalışsada bu olanaksız bir şeydi. Trene bindiği anda gözüne ilk takılan şey omzunda duran siyah örümcekli kızdı. Büyük ihtimalle birinci sınıftı çünkü boyu Lycia'nın en fazla göğüs hizasına geliyordu.

Siyah gözleri gene sinsilikle parlamıştı. Bazen Slytherin olmasını düşünüyordu ama Ravenclaw en iyi binaydı, en azından kendisine göre. Saçlarını savurarak yürümeye başladı. Tam kız kompartımana girecekken omzundan tutup geriye doğru ittirdi.
"Çekil şurdan, seni iğrenç solucan!" Havalı bir şekilde kompartımana girip hızlıca cam kenarına yerleşti. Üstündeki Ravenclaw cübbesine aldırmadan sırtını duvara dayanmıştı. Bu deri koltukları çok seviyordu. Ne adar eski gibi görünsede çok rahattılar. Kendini biraz büyük hissetmek en sevdiği şeydi. Tam çantasından kitabını çıkaracaktı ki kompartımanın önünden geçen Persy'i görmüştü. Hızlıca yerinden fırlayıp kompartımanın kapısında Persy'nin arkasından baktı. "Hey! Persy! Burdayım!"
Persy hızlıca arkasına dönüp bu aksanlı sesin nerden geldiğine bakmaya çalışmıştı. Lycia eliyle 'gel' dercesine işaret yapıyordu. Persy sonunda Lycia'yı görebilmişti ki yavaşça Lycia'nın olduğu kompartımana doğru ilerlemeye başladı.

Persy kendisinden ne kadar bir yaş büyük ve Slytherin olsada onu seviyordu. İkisi akla sığmaz çılgınlıklar yapıyor, gerektiğinde ise birbirlerini hiç tanımıyormuşcasına davranıyorlardı. Persy içeri girdiinde belli bir süre yerleşmesini bekledi. Siyah gözlerini merakla Persy'e çevirip onu soru yağmuruna tutmaya başladı. Bu arada tren çoktan kalkmıştı. Sonunda Hogwarts'a gidiyordu...

***

Büyük salona sonunda girmişti. Birinci sınıflar belli bir yere dizilip seçmen şapkaya bir bir oturtuluyordu. Slytherin, Hufflepuff Gryffindor ve Ravenclaw... Neredeyde çoğu binaya aynı sayıda öğrenci gidiyordu. Bi' ara üst üste Ravenclaw seçilmesi bütün Ravenclaw masasını ve Lycia'yı sevindirsede diğerlerini mutlu ettiği söylenemezdi. Seçim bittiğinde iki yanıanda birer tane birinci sınıf oturmuştu. Budnan rahatsız değildi ama onların soracağı sorualra katlanacak gibide değildi. Sadece Profesör Derwent!in konuşmasının bitmesini istiyordu. Şu yemeği yiyip uyumayıda tabii ki. Sonunda Profesör Derwent gür sesiyle "Şölen başlasın!" demişti. Herkesin önünde beliren yiyecekler öylne enfes duruyordu ki yenmeyecek gibi değildi. Tabağına bir iki parça yiyecek alıp yemeye başladı.

Yorgunluk ve mutluluk duygularının bir arada toplandığı siyah gözlerini etrafta gezdirip sınıf başkanlarının birinci sınıflara yol göstermesini izledi. Sonunda yatağına kavuşacaktı. Her zamanki yerinde yatacaktı. Cam kenarı ve ranzanın üst katında. Evet orayı seviyordu. Ortak salona girdiklerinde direkmen kızlar yatakhanesine bir ruh gibi süzülüp uyumaya gitmişti.


Cześć, ojciec: Hoşçakal, baba.
Persy NPC karakterdir.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
http://www.hogwartsekspresi.com/lejantlar-karakter-kartlary-f164
Frances Sibi Chapman
Seherbaz
Frances Sibi Chapman


Kadın
Ruh hali : 8. Sezon ~ Büyük Şölen 43772825vu8
Mesaj Sayısı : 287
Yaş : 35
Kan statüsü : Safkan
Galleon : 11847
Ekspresso Puanı : -1
Kayıt tarihi : 20/09/08

8. Sezon ~ Büyük Şölen Empty
MesajKonu: Geri: 8. Sezon ~ Büyük Şölen   8. Sezon ~ Büyük Şölen Icon_minitimePtsi 08 Ara. 2008, 17:46

Peron dokuz üç çeyrek, beklenen Eylül ayının gelmesiyle yine dolup taşıyordu. Express ise çoktan gelmiş, öğrencilerini bekliyordu. Sibi ise elinde bavulları, etrafa bakınıyordu. Öğrenciler sabırsızlıkla trene doluşurlarken birinci sınıflar hemen fark ediliyordu. Pek çoğunun yüzü heyecandan al al olmuş, merakla büyük sınıfları inceliyorlardı. Annesinden ayrılmak istemeyenler ise Sibi’nin komiğine gidiyordu, kendini hatırlıyordu da; ilk senesinde heyecandan annesine sarılmayı bile unutmuştu. Derin bir çekti, şimdi ise genç kızlığa adım atmış, annesinin değimiyle kocaman olmuştu ve onu uğurlayacak kimsesi yoktu yanında. Omuz silkti, ne de olsa kendi başının çaresine bakabiliyordu. Bu sırada biraz ilerde Indis’i gördü ve yaramaz çocuklar gibi koşmaya başladı. Kuzeninin yanına varır varmaz boynuna sarıldı, bütün yaz boyunca haberleşseler de onu özlemişti. Ardından William’ı selamladı, sadece kibarlıktan selam veriyordu, bu yüzden adamın soğuk tavırlarına aldırmadı. Indis’i ağabeyinden koparmayı başarması biraz zaman alsa da kısa bir süre sonra baş başaydılar. Gülümseyerek kuzeninin suratına bakıyordu, her zaman ki gibi çok emin duruyordu. Küçük bir farkla… Sibi o anda onun çoktan cüppesini giydiğini fark etti, genelde trende giyinirlerdi. Neden diye sorduğunda ise duyduklarına hiç şaşırmamıştı. Demek biricik kuzeni Bina Başkanı olmuştu! Gerçekten çok sevinmişti onun için, sonuna kadar hak ettiğini düşünüyordu. Sibi onu kesinlikle kıskanmıyordu, bu denli sorumluluk alabilecek biri değildi o, hem Chris varken kimseye düşmezdi bu görev. Sibi onun Gryffindor Başkanı olduğundan emindi, o bu görev için biçilmiş kaftandı ne de olsa. Öylesine güvenilir ve çalışkandı ki… Kendine kızarak silkelendi, yine dönüp dolaşıp konu Chris’e gelmişti. Buna bir son vermeliydi, onlar sadece arkadaşlardı ve ayrıca Indis ile birlikteydi. Yani en son öyleydi, sonra aralarında kavga çıkmıştı bildiği kadarıyla. Indis vakur bir sesle Chris’i bekleyeceğini söyleyince konunun açılmasını fırsat bilen Sibi aralarının nasıl olduğunu sordu. Sesindeki soğukluk onu bile rahatsız etmişti, kuzeninin fark etmemesini umdu.

- Kendini nasıl affettirmesi gerektiğini iyi biliyor. Mükemmel biri…

Ensesindeki tüylerin hepsinin diken gibi sertleştiğini hissetti, bedenini esir alan soğuk ürperti çok keskindi. Derin bir sızı kalmıştı bu sözlerden geriye, yüreğini kanatan ince bir kesik gibiydi suratına çarpan kelimeler. Aklı alsa da kalbi anlamıyordu, canının acıyacağını bilse de ondan vazgeçemiyordu işte. Bir yandan büyük bir utanç duyuyordu, gözlerini Indis'den kaçırdı bir an için. Böyle bir davranışı kesinlikle kendine yakıştıramıyordu, hem kendine hem de kuzenine ihanet ediyordu. Sonra bir anda bedeni öfkeyle doldu, kendini büyük bir haksızlığa uğramış gibi hissediyordu. Sibi sevgisine karşılık bulamadıkça hırçınlaşıyor, aklına olmadık şeyler getiriyordu. İşte yine o anlardan birindeydi, içinden bir ses Indis'in onu kıskandırmaya çalıştığını söylüyordu. Bir havalardaydı resmen, Chris, Chris, Chris... Nispet yapar gibiydi, insan kuzenine böyle yapar mıydı? Az önce kendini suçlu gibi hissettiğine pişman oldu, Indis daha fazlasını hak ediyordu. İmalı bir şekilde Chris gibi sevgilisi olmasını dilediğini söylediğinde kızın yüzü görülmeye değerdi. Pek sevgili kuzeni çaktırmamaya çalışsa da bozulmuş, birden yüzü asılmıştı. Amacına ulaştığından emindi, şüphe Indis'in damarlarında dolaşmaya başlamış olmalıydı. Şimdi kafa patlatma sırası ondaydı, uğraşıp dururdu artık. Zafer nidasına benzeyen bir ses çıkardıktan sonra başını çevirdi ve biraz ilerdeki Chris’i gördü. Sevinç çığlığına benzeyen bir sesle çocuğa seslendi, bir yandan da el sallıyordu. Dönüp bakmasa da kuzeninin onu izlediğinden emindi ama umursamadı. Şu anda tek düşündüğü onlara doğru gelen Chris’di, Sibi’ ye bir ömür gibi gelen üç aylık bir aradan sonra ilk kez onu görüyordu. Yakışıklılığından hiçbir şey kaybetmemişti, tek kelimeyle göz kamaştırıyordu. Dış görüntüsüyle büyük bir tezatlık oluşturan mütevaziliği yine üzerindeydi, tüm asaletiyle yanlarına gelmişti. Indis’i yanağından öptüğünde içini sızlatan his, Sibi’yi selamlamasıyla kayboluverdi. İlk andaki şaşkınlığını üzerinden attıktan sonra taminide yanılmadığını gördü. Chrsitopher de cüppesini geçirmişti üzerine, rozeti ise sabahın ilk ışıkları altında parlıyordu.

" Oo.. Nasılsınız başkanım? '' Sesindeki tatlı alay ile duyduğu memnuniyeti dile getirmek istemişti. Onunla konuşurken Sibi'nin yüzü ışıl ışıl olmuştu, onunla konuşmayı ne kadar özlediğini fark etti. '' Başkanlık sana gerçekten çok yakışmış Chris. Mükemmel görünüyorsun. "

Hafifçe kızarışını Indis'e kaçamak bir bakış attıktan sonra mahcup gülümsemesini izledi, büyük bir sükunetle. Ardından ikilinin kendilerine ayrılan kompartımanlarına gidişini… Şimdi yine kedisiyle baş başa kalmıştı, bavulunu yeniden eline alıp trene bindi. İçerisi tıkış tıkış olmasına rağmen sonlara doğru boş bir kompartıman bulmayı başardı ve cam kenarına geçti. Kalkmaz üzere olan trene yetişmeye çalışan öğrencileri görebiliyordu, bazıları sandıkları yetmezmiş gibi baykuşlarının kafesini de taşıyordu. Geçitte belirenlerin arasında Blair’i görür gibi oldu, şimdiye kadar kızın ortada olmayışını fark etmemişti. El sallamaya başladı, kızın onu görmesini umuyordu. Bu sırada kompartımanın kapısı açıldı ve içeri iki kişi girdi. Onları tanımıyordu, kendinden küçük olmalıydılar ama yine de Sibi Hufflepuff’lı çocukları selamladı. Bir yandan da gözünün önüne gelen sarı saçlarını geriye atmaya çabalıyordu, onları toplamayı sevmiyordu ama önüne gelmelerine de sinir oluyordu. Omuz silkip yarım bıraktığı romanını çıkardı, yolculuk sırasında kitap okumak en iyisiydi. Görünüşe göre Blair onu bulamamıştı, kıza hak veriyordu, neredeyse trenin en sonundaydı. Eskimiş cildinde parmaklarıyla gezindikten sonra kaldığı sayfayı açtı ve okumaya başladı. Bu sırada trenin düdüğü kulaklarını yırtarcasına boğuk bir sesle çalınıyordu, ardından hareket etmeye başladırlar. Yol boyunca Sibi kafasını kitabından kaldırmadı, Hogwarts’a vardıklarında ise çok acıkmıştı. Trende bir şeyler atıştırmadığına çok pişmandı, açılış konuşmasının kısa sürmesini ve hemen şölenin başlamasını umuyordu. Yavaş adımlarla trenden indiğinde onu bekleyen Blair ile karşılaştı, kıza sarıldıktan sonra beraber kendi kendine hareket ediyormuş gibi duran arabalara bindiler. Kısacık araba turundan sonra yeniden evlerindeydiler, koşar adımlarla şölenin verileceği Büyük Salon’a yöneldiler.

Her zamanki gibi büyük bir özenle süslenmişti Büyük Salon, tüm profesörler tam kadro oradaydılar. Müdüre Derwent ise tam ortalarına oturmuş etrafı denetliyordu. Gryffindor masasına geçerken Sibi'nin yüzünde gülücükler açmıştı, herkesi çok özlediğini hissetmişti bir anda. Blair soluna geçerken boş kalan sağına kimsenin gelmemesi için dua ediyordu. Çok geçmediği beklediği ikili göründü, Indis ve Chris de gelmişti. Ayrı binalarda oldukları için ayrılmak zorunda kaldılar, Sibi’nin bu duruma üzüldüğü söylenemezdi. Chris onun için ayırdığı yere oturunca birkaç kişinin şaşkın bakışlarına aldırmadan, sevinçle ellerini çırpıştırdı. Henüz konuşmaya başlamışlardı ki seçim başladı, tüm dikkatler miniklere çevrildi. Binasına seçilen her öğrenci için masadan büyük bir gürültü kopuyordu, coşkulu nidalar zaten gergin olan yeni yetmeleri daha zorluyordu. Başka zaman olsa onların bu çekingen halleriyle eğlenirdi ama Chris’in ağabey tavırlarına ayak uydurmaya çalıştı. Başkan olmanın da verdiği sorumlulukla birinci sınıfları okula alıştırmaya çalışıyordu. Sibi ise onun uzun konuşmasını fırtsa bilip bir yandan karnını doyuruyor, ağzının dolu olmadığı zamanlarda da onu destekleyen sözler söylüyordu. Indis’in hemen yanlarındaki Ravenclaw masasından onları izlediğinden emindi, rahatsız olmak bir yana kıskandığını bilmek onu mutlu etmişti. Uzun bir aradan sonra ilk kez kendini çok iyi hissediyordu.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Maudié Jimena B'lorié

Maudié Jimena B'lorié


Kadın
Ruh hali : 8. Sezon ~ Büyük Şölen Heyup7
Mesaj Sayısı : 49
Yaş : 30
Kan statüsü : Safkan
Galleon : 11714
Ekspresso Puanı : 0
Kayıt tarihi : 09/11/08

8. Sezon ~ Büyük Şölen Empty
MesajKonu: Geri: 8. Sezon ~ Büyük Şölen   8. Sezon ~ Büyük Şölen Icon_minitimePtsi 08 Ara. 2008, 20:38

Gergin geçen yaz tatili boyunca, özlemişti ikinci yuvasını. Daha iyi anlamıştı Hogwarts’ta geçirdiği günlerin ne kadar rahat olduğunu. Oysa bir yaz önce düşündükleri böyle miydi ki? Tatilin gelmesini dört gözle bekler, evinden gelen bir mektupla ailesine özlemi büyür, sıkıcı ve bunalımlı derslerden kurtulmak isterdi. Peki, bu çok istediği yaz tatili neden umduğu gibi olmamıştı? Babası, babaannesi ve kendisine söz vermemiş miydi, onları İtalya’ya seyahate çıkaracağına dair. Söz vermemiş miydi, işlerinden vakit ayırıp ailesiyle vakit geçirmeye? Aslında dışarıdan bakılınca sırf bir tatile çıkamadığı için üzülen, şımarık bir çocuk durumuna düşüyordu Maudié. Ama iş sadece tatile çıkamamak değildi, Maudié için sıkıntılı geçen bir yaz tatile çıkamamaktan ibaret olamazdı. Onu asıl gergin yapan, tüm yaz boyu evlerine gelen Sihir Bakanlığı çalışanları ve onların sordukları saçma sapan sorulardı… Annesinin ölümü üzerinden o kadar uzun zaman geçmişti ki; ne zaman acısı azalsa, bir konuşma, bir soru, bazense bir hikâye onu anımsatıyordu. Bu yaz da, evlerine annesinin ölümüyle soru sormaya gelen Sihir Bakanlığı çalışanları, ‘O’ndan sürekli bahsederek tüm tatili altüst etmişlerdi. Babası ise tatil planlarını oktan unutmuş bir vaziyette, işlerine geri dönmüştü. Tam bir kabustu bu yaşananlar Maudié için. Fazlasıyla acı, fazlasıyla gerçek… Ona sorulan tüm sorularda, sanki annesinin ölümü gözlerinin önüne geliyordu. Annesinin o yaşama sevinci olan gülümseyişini, fotoğraflardan görmüştü hep. Ama sanki dün ölmüş gibi geliyordu, sanki hep yanındaydı ve kısa bir süre önce ölmüş gibi. Kaç senedir açıklığa kavuşmayan, bir türlü öğrenilemeyen bu ölümün ne bir suçlusu, ne bir tanığı vardı. Maudié, çektiği bu acının sonucunu almak istiyordu; nasıl olmuştu da annesi ölmüştü?

Bu sorgulamaların azaldığı dönem, Hogwarts’tan mektup gelmesiyle eş zamanlıydı. Sadece evden uzak kalmak için, babaannesi ile gittiği dükkanlarda oldukça oyalanmış ve hiçbir ilgisi olmayan eşyalara bile vakit ayırarak ilgileniyormuş gibi görünmüştü. Aslında bu ona iyi gelmişti. Sorulardan uzakta, evden uzakta ve düşüncelerden uzakta geçen birkaç saat bile büyük kazanç sayılırdı Maudié’ye göre. Kısa bir alış-veriş döneminin ardından, Maudié’nin istekle beklediği Hogwarts’a yolculuk tarihi gelmişti. 9. ve 10. peronarın arasındaki duvardan geçiş, ardından babaannesi ile vedalaşması… Her ne kadar babasının gelmesinden yana umutsuz olsa da, yüreğinde kısa bir ümit filizlenmişti istemsizce. O an, beklenmedik bir şekilde; babasının, Maudié trene bineceği an yanında belirmesi üzerine en güzel mutluluklardan birini yaşamıştı. Ne de olsa uzun bir süre daha görüşemeyeceklerdi. Hiçbir şekilde kırgın ve üzgün bir şekilde ayrılmak istemiyordu onlardan. Kırmızı trenden çıkan sesler ve dumanlar eşliğinde, kendisini önceden bulduğu ve sandığını yerleştirdiği kompartımana attı. Gözleriyle babaannesini ve babasını bulmaya çalıştı ve onları trenden biraz daha uzaklaşmış bir şekilde kendisine bakarken gördü. Onlara mutlu bir şekilde görünmek istiyordu. Dişlerini gösterecek biçimde sırıtarak el salladı. Aslında mutlu görünmek zor gelmemişti, çünkü kendisini zaten mutlu hissediyordu. Sahtecikten mutlu görünmek gibi zoru yoktu hayatta Maudié için. İnsanı iki parçaya bölüyordu sanki. Acısını içinde yaşamak başlı başına büyük bir zorlukken, bunu hissettirmemek –ya da hissettirmemeye çalışmak- büyük bir ızdıraptı. Trenin yavaşça ilerlemesi ile birlikte kafasını pencereden ters yöne çevirip, kapının açılması ile içeri kimin girdiğini görmeye çalıştı. Ilsé*, her zamanki sıcak gülümseyişi ve cıvıl cıvıl hareketleri ile içeriye dalıvermişti. Maudié onun yanında kendini oldukça rahat hissediyordu. Ilsé fazlasıyla saf ve oldukça geveze bir kızdı. Muggle doğumluydu ve annesi bir öğretmen, babası ise çiftçiydi. Ilsé ile 1. sınıfın başında, kompartımanda karşılaşmışlardı. Maudié’nin sessiz yapısını Ilsé’nin gevezeliği tamamlıyordu. Fakat Ilseé’nin bu gevezelikleri Maudié’yi sıkmıyordu; aksine dinlerken oldukça eğleniyor ve Muggle dünyası hakkında oldukça ilginç şeyler öğreniyordu. Bazense yaptığı dedikodularla, Maudié’yi güldürüyor, onun havasını değiştirmesine yardımcı oluyordu. Kısacası; seviyordu Ilsé’yi…

Ilsé, sandığıyla birlikte içeri girdiğinde ilk cümlesi ‘Mau ! İnanmıyorum, ne kadar da uzamışsın sen!’ olmuştu. Maudié onun bu sözlerine gülerek karşılık verdi. Esmer cadının yanında somurtmak elde değildi zaten. Birbirlerine sarıldıklarında, Ilsé’nin çiçek kokularını andıran kokusunu özlemiş olduğunu fark etti. Kısa bir, dönemin nasıl olacağı hakkında yapılan konuşmanın ardından Ilsé, başından geçen ilginç olayları anlatmaya başladı. Biraz ince olan sesi, kahkaha attığı an daha da inceliyordu. Ilsé’nin anlattıklarından en çok hoşuna giden ve gülmesine sebep olan hikâye; mahallelerindeki bir erkek çocuğun Ilsé ile yaptığı uzun bir laf dalaşı sonucunda, Ilsé’ye ‘Sen bir cadısın!’ demesi ve ardından Ilsé’nin oldukça şaşırmış bir şekilde ‘Hey! Sen bunu nerden biliyorsun?’ sorusu olmuştu. Ilsé ile tatrtışan çocuğun, kızın verdiği cevap üzerine söylediği sözler ise ‘Na-nasıl yani? Doğru söylüyor olamazsın! Dalga ge-geçme benimle’ diyip oradan ayrılmasıydı. Ilsé, anlatırken çocuğun taklidini yapıyor, olayı tekrardan yaşıyormuş gibi hem şaşırıyor, hem sinirleniyordu. Onun bu mimikleri Maudié’nin gülmekten gözlerinden yaş gelmesine sebep olmuştu. Ilsé ise tekrar tekrar aynı surat ifadelerini takınıyor ve Maudié’nin gülmekten soluğunun kesilmesine neden oluyordu. En sonunda biraz daha ciddi olmaya çalışarak ‘Ilsé, yeter! Tamam mı ? Lütfen kes şunu.’ demişti Maudié. Ilsé de son bir taklit daha yaparak yerine oturmuştu. Kahkahaların kesildiği anda, kompartımandan içeri pasta ve şekerlemeler satan, hafif şişman, kumral bir cadı girdi. Maudié ve Ilsé kazan pastası ve çikolatalı kurbağa alarak kucaklarını doldurdular. Maudié, parasını şimdiden harcamayı istemiyordu, fakat şekerlemesiz bu yol eğlencesinden mahrum kalırdı.

Ilsé ve Maudié bir yandan şekerlemeleri yiyorlar, bir yandan da sohbet ediyorlardı. Arada bir kafalarını pencereye doğru çevirip, manzara hakkında yorumlarda bulunuyorlardı. Gerçekten huzur vericiydi… Özellikle, şu anda gerçekleştirdiği yolculuğu seviyordu Maudié; 5 senedir aynı yere olsa da. Güneşin sadece ufak bir bölümü görünüyordu şimdi. Tepelerin ardına doğru uçan birkaç kuş, sanki güneşe ulaşmak istiyor, ona batmadan önce yetişmek istiyor gibiydiler. Ağaçların, güneşten kalma ışınlar ile oluşturdukları gölgeler ise oldukça karanlıktı. Hogwarts ekspresinin raylarından gelen sesleri çok seviyordu Maudié. Uyumlu bir koronun, uyumlu bir şekilde beste yapması gibiydi sanki. Ayrıca, gerçekten de Hogwarts’a gittiklerini kanıtlıyordu. Bu düşünceler içerisindeyken derin bir nefes aldı. Kompartımanın içini sessizlik kaplamıştı. Anlaşılan Ilsé bile yol boyunca süren uzun sohbetten yorulmuştu. Kazan pastasının, elinde kalan son parçasını da midesine indirdikten sonra, dudağının çevresinde birikmiş olan şeker kalıntılarını yalamaya koyuldu. Bunu yapmayı fazlasıyla seviyordu… Kompartımanın sessizliğini, kapının açılmasıyla birlikte içeri kafasını uzatan gözlüklü bir çocuğun, cüppelerini giymeleri gerektiğini söylemesi bozmuştu. Ilsé, Maudié’den önce davranıp cüppesini üzerine geçirivermişti bile. Maudié de henüz derli toplu olan sandığının içerisinden aldığı, Gryffindor cüppesini üzerine geçirmeyi başarmıştı. Sandığını tekrar kapatmadan önce, kıyafetlerinin üzerine yerleştirdiği ufak aynasından yüzünü incelemeye başladı. Sarı saçları temiz ve uçları kalkık kalkık vaziyette oldukça sade ama güzel görünüyordu. Buz mavisi renkteki gözleri ise Hogwarts’a varmanın heyecanı ile ışıldıyordu. Ufak bir tebessüm ile aynayı tekrar yerine koydu ve sandığını kapattı. Az bir yol kaldığı her halinden belli oluyordu. Koridorlarda artık daha fazla duyulan öğrenci sesleri, gökyüzünün oldukça kararması ve Eylül ayının getirdiği rüzgarın ağaçların dallarını savurması, her Hogwarts’a varılmasından yakın bir zaman öncesinde gördükleri ve duyduklarıydı.

Trenin iyice yavaşlaması sonucu durmasının ardından, tüm öğrenciler sanki trenden çıkamayacakmış gibi bir hisse kapılır gibi, aceleci bir tavırla koşuşturuyorlardı. Maudié her ne kadar sandığını taşımakta biraz zorlansa da, en çok zorlandığı şey kendisini ezilmeye karşı korumak ve başkalarını ezmemeye çalışmaktı. Trenden ufak bir itelemeyle çıkmış olmasının ardından, gözü Ilsé’yi aramaya koyuldu. Kafasını her an, ayrı bir tarafa çevirdiği sıralarda gözlerindeki Ilsé’yi bulamama telaşı da artıyordu. Trenden çıkan her bir öğrenci direkt olarak binecekleri şeylere doğru ilerliyorlardı. Yüzünde sıkıntılı bir ifadeyle, trenin kapısını gözlerken Ilsé’nin somurtan yüzü ile kapıdan kendini attığını gördü. Gözleri Maudié ile buluşunca, doğru ona doğru ilerledi ve birlikte yürümeye başladılar. Ilsé yürümesi esnasında söylediği kızgın cümlelerle Maudié’nin dikkatini ona vermesini sağlamıştı. ‘Ah, o Slytherin zorbaları! 1. sınıflarla başladılar hemen, hem de daha ilk günden!’ demişti Ilsé. Gecikmesinin nedenini anlamıştı Maudié. Anlaşılan yine koruyuculuk damarı tutmuştu Ilsé’nin. Maudié gizleyemeyerek attığı kahkahanın sonucu olarak, Ilsé’den ‘Gülme’ der gibi bakan, kızgın, neredeyse alevler çıkacak gözlerle karşılaştı. Anında kesilen gülüşünün ardından, Ilsé gülmeye başlamıştı bu sefer. Anlaşılan Maudié’nin korkmuş halini oldukça komik bulmuştu. Artık ikisi de gülüyorlardı. Çevrelerinden kendilerine bakan ve bir anlam veremeyen öğrencileri gördükçe, gülmeleri daha da artarak devam ediyordu. Sonunda binecekleri bir araba buldular ve yerleştiler. Yol boyunca fazla konuşmaya gerek duymadılar. Her yeni bir dönemin başlangıcı; yeni maceralar, yeni sorumluluklar ve yeni zorluklar demekti ve bunlar iki tane, genç Gryffindorlu cadı için de nefes kesici bir heyecan olacaktı.

Hogwarts’ın dışarıdan görüntüsünün ihtişamı, içerisindeki görkemli havanın yanında sadece küçük bir başlangıç gibi kalıyordu. Öyle ki, Hogwarts’ın öğrencilerine kucak açtığı, yeni gelen minik öğrencilerin bu görkemli okula bakışlarından belli oluyordu. Gökyüzünün karanlığı, sonbaharın kendisini rüzgarıyla hissettirmeye çalışma gayesi, Büyük Salondaki şölen havasının yanında sönüp kalıyordu. Kusursuz ışıklandırma ve Salon’un tavanındaki gökyüzümsü hali okulun sıradan bir okul olmadığının en ufak, ama en güçlü kanıtlarındandı. Büyük Şölen demek, başlangıç demek, başlangıç demek; bir sürü lezzetli yemek ve tatlının mideye indirilmesi demekti. Tabi yemeğin öncesinde Seçmen Şapkanın öğrencileri binalarına yerleştirmesi ve ardından da yapılan kurallar zinciriydi. Maudié bu kuralları 5. kez duyacak olmanın sıkıntısını hissetti bir an. Aynı zamanda da artık büyüdüğünün bir kanıtı olarak ele aldı konuyu ve bu düşüncenin verdiği haz ile yüzünde çok bilmiş bir ifadenin belirmesine engel olamadı. Ilsé ile oturdukları Gryffindor masasının ucundan, profesörlerin masasını ve diğer binalardaki öğrencilerin hallerini izlemeye başladılar. Kısa bir süre devam eden gürültünün ardından, Seçmen Şapka şarkısını söyledi her zamanki gibi. Bu dönem söylediği şarkı hoşuna gitmişti Maudié’nin. Ardından binalarına yerleştirilen öğrenciler ve okul müdiresi Profesör Derwent’ın açıkladığı kural ve yasak maddeleri… En sonunda gelen talimatla, Salonda çatal-bıçak sesleri yankılanmaya başlamıştı. İşte tüm öğrencilerin sevdiği bölüm bu olmalıydı. Altın tabaklarla ve bardaklarla yenip içen şeylerin tadı çok daha lezzetli geliyor olmalıydı ki, tabaklarda gelen yiyeceklerin çoğu bitmiş oluyordu. Uzun süren şölenin ardından sınıf başkanlarının görevlerini yapması, öğrencileri yatakhanelerine götürmeleri gerekiyordu. Yeni gelen 1.sınıf öğrencileri hem gözleri ile geçtikleri yerleri inceliyor, hem de yollarını kaybetmemeye çalışıyorlardı. Maudié’nin ise bu güzel geçen şölenin ardından yapmak istediği tek şey, hiçbir şeyi düşünmeden uyumaktı, ki böyle de olacağını düşünüyordu. Kaygısız ve düşünmeksizin bir uyku, kendisini mutlu ve güvende hissettiği bir yerde olabilirdi ancak. Bunun olabilmesi için de Hogwarts’tan farklı bir yer olabilir miydi?


~*Ilsé NPC karekterdir^^


En son Maudié Jimena B'lorié tarafından Salı 09 Ara. 2008, 19:56 tarihinde değiştirildi, toplamda 4 kere değiştirildi
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Crestencia Ethél Fletcher
Yazar ~ Vampir
Crestencia Ethél Fletcher


Kadın
Ruh hali : 8. Sezon ~ Büyük Şölen 42446019ix9
Mesaj Sayısı : 702
Yaş : 29
Kan statüsü : Kanının statüsü hakkında hiçbir fikri yok. Fakat damarlarında lanetli kanın aktığına inanıyor.
Galleon : 11815
Ekspresso Puanı : 16
Kayıt tarihi : 12/11/08

8. Sezon ~ Büyük Şölen Empty
MesajKonu: Geri: 8. Sezon ~ Büyük Şölen   8. Sezon ~ Büyük Şölen Icon_minitimePtsi 08 Ara. 2008, 20:51

Karanlık gökyüzü müydü yoksa ayın bize küsmesi miydi en başından beri sorun? Güneşin bizi terk etmesiyle gelen ayla aralarındaki bir küslük yüzünden, bizleri karanlıkta bırakması adil miydi? Azapla geçen gecelerin telafisini alacağımızı müjdeleyen güneş, Tanrısal, ihtişamlı, görkemli güneş… Ayın yüzümüze bile bakmadığı zamanlar bizleri ışınlarıyla kucaklayan hep güneş değil midir zaten? Küçük kızın düşünceleri güneş tarafından ısıtılmayı özlerdi bazen. Bu tür zamanlarda ondan nefret etse, kurtulmayı dilese bile sarılırdı ona tüm gücüyle. Güneş Silvia’yı inceler, ardından ondaki iğrençliği fark ederek bırakır giderdi küçük kızı. Küçük kızın gözleri buğulanır, büyür, matlaşırdı. Ardından timsah gözyaşları dökerdi güneşe. Aya geri dönmesi için yalvarır ardından ise söverdi dünyayı. Öleceği günün özlemiyle yaşar sanki bir pıtırkurtu gibi isteksiz ve minik, kirli bir leke olurdu. Güneşi özlemediğini söylediği zamanlar onu en çok özlediği zamanlar olurdu korkusu yüzünden. Isı özlemiyle atan kalbi dışarıdaki ılıman havayı arzularken Silvia’nın düşünceleri dışarıyı seyretmekten ve doğadan olabildiğince uzak durmaktan yanaydı trenin “çuf, çuf”larını dinlerken. “Şıp, şıp, şıp” Yağmur damlacıkları narin bir dokunuşla trenin penceresine konarken Silvia, bir rüyadaymışçasına bakıyordu ufuk çizgisine. Gökyüzünün, kara ile birleştiği ince çizgi bembeyaz görünür olmuştu hava kapkara olunca. Bulutlardan sessiz ve sakin bir biçimde akan saf ve temiz su ağaçların onu kucaklamaları arasından sıyrılıp insanlara düşüyordu eziyet olsun diye. Silvia, doğayı sevmemesinin nedenini bu tür zamanlarda anlardı. Doğa saftı, Silvia’nın bebekken bile hiç olmadığı kadar. Narin ve güçlüydü. En önemlisiyse anaçtı. Gelen her şeye kucak açar zararlarına katlanır kendini yok ederdi. Küçük kız, kendine yararı dokunmayacak şeyleri elinin tersiyle iten insanlardandı. Bu alışkanlığı küçüklüğünden beri devam etmekteydi. Diğer insanlara göre iyi sayılabilecek babası, onun bu huyundan nefret etse de küçük kız, bildiklerini okumayı, özgürlüğü, anı yaşamayı severdi. Eskiden… Şimdi ki halinden bin kat daha istekliydi bir şeyler yapmaya bebekliği. Değişikliği seven yapısı zamanla bir canavara dönüştürmüştü onu. Bu süreç bir tavşanı öldürmekten kartal öldürmeye kadar birçok süreçten oluşuyordu Silvia için. Küçükken tavşanı Reçel’i kafasını bir taşla ezerek öldürmüştü. Babasının avcılık yaptığı zamanlarda tavşanları vurarak, derilerini yüzdüğünü çoğu kez görmüştü. Altı yaşında bir kız çocuğuna bu görüntüyü izletmek babasını aptallığından kaynaklanıyordu. Babasının yaptığı bu iş onu, büyüklerini teklit etmeye özendirmişti. Babasının aldığı yavru tavşanı belki 3 belki de 4 kere kafasından vurarak parçalara ayırmıştı kafasını. Ardından kendisini odasına kilitlemiş ve Reçel’in cesediyle beraber yatağında ağlamıştı. Bu düşünceler şimdi onu tedirginlik öte korkuya itiyordu. Babasıyla ava çıktığı zanlar hariç biç bir hayvanı öldüremez olmuştu. Titreyen bedeni büyük bir suçluluk duygusu yayarken bedenine, bir hayvanı öldürmek onun için imkânsızdı. Öldürenlere bir şey diyemezdi fakat kendisi yapamazdı. Yapamazdı…

-“Hey, Yüce Merlin aşkına Silvia! Yıl boyunca bir daha konuşmamaya kararlısın sanırım! Hogwarts’ın önündeyiz ve sen bunu fark etmeyecek kadar dalgınsın!”


Dış dünyadan bir ses… Hayaller âleminin ve kendi düşüncelerinin esiri olan küçük kız, “Kuzusunun” tatlı sesiyle gerçek dünyaya geri postalanınca ani bir hırçınlıkla gözlerini kaldırarak ona baktı tüm öfkesi ve nefretiyle. Küçük “kuzusunu” oracıkta boğazlayabilirdi. “Hey, yeminini yine unutuyorsun Olympé!” Persy’yi bir an için boğazlamayı mı düşünmüştü? Yunan Tanrılarından gelen kan bağlarını hiçe sayarak? Ona hafif bir tebessümle baktıktan sonra “Uyardığın için teşekkürler Persy, sanırım ayakta uyuyorum gerçekten de…” Küçük kız, tren koridorlarına çıktığında belki derin düşüncelere dalmasından belki de bavulunun ağırlığından yorgundu. Biraz sonra yiyeceği yemekleri düşündükçe içten içe seviniyordu aslında. Sadece… Küçük kız korkuyordu son zamanlarda kendisinden… Sık sık aklına Reçel’in gelişi de bu düşünceleri yüzündendi. Trende sürekli onu düşünmüştü. Bir de yetimhanede ölen çocuğu… Ölen çocuk 3-4 yaşlarında size tüm masumiyetiyle bakan küçük bir oğlan çocuğuydu, adı Eustace’dı. Silvia ona yetimhaneye geldiği ilk günden ısınmış ve tüm anaçlığıyla yetimhanenin zorluklarından korumaya çalışmıştı. Masmavi gözleri ve yarım açık ağzıyla bakarken size, nasıl “hayır” diyebilirdiniz o küçük çocuğa… Silvia yazın sonundan birkaç gün önce onun başında kitap okurken küçük çocuk “Silvia öleceğim değil mi?” diye sormuştu ona. Silvia bu sözler üzerine dudaklarını ısırmış ve son günlerde iyice bembeyaz kesilmiş çocuğa bakmış, ona sıkı sıkı sarılmıştı. Hiçbir şey söylememiş olmanın verdiği vicdan azabından ölebileceğini düşünüyordu Silvia. Küçük çocuk o gece uykusunda huzurlu bir şekilde ölmüştü. Silvia da onun yanındaydı. Küçük çocuk Silvia melekleri görüyorum…” demiş ve zaten yarı kapalı gözlerini tamamen kapatmıştı. Silvia birkaç gün içinde o çocuğu unutmuştu fakat hala aklına geldiğinde ağlayası geliyordu. Trenin merdivenlerinden indikten sonra Persy’nin yanında kıpırdandığını fark etti. Muhtemelen atsız araba korkusu yeniden azmıştı her sene olduğu gibi. Birinci sınıflar göletten geçerken ne kadar şanslı olduklarını düşündü. O ilk kez Hogwarts’a gelmişken havada müthiş bir yağmur ve fırtına vardı. İliklerine kadar donmuşlardı. Persy ile ilk kez o zaman karşılaşmışlardı zaten. Silvia atsız arabalara vardıklarında irkildi. Atsız arabalar artık atsız değilmiş gibi görünüyordu. İğrenç yaratıklar onları çekmekteydi. Persy’nin dirseğini dürttükten sonra iğrenç şeyleri işaret ederek “Sanırım korkun biraz daha körüklenecek Persy. Ne kadar iğrenç atlar bunlar böyle.” dedi. Fakat Persy ona hayretle bakıyordu. Kaşlarının tekini kaldırarak “Bana oyun oynama Silvia, orada hiçbir şey yok!” dediğinde hafifçe tökezledi. İyice deliriyordu. Bavulunu tutmadığı eliyle kafasını kaşıdı ve omuzlarını silkti tekrardan. Persy ile birlikte bir atlı mı atsız mı olduğu bilinmeyen boş bir arabaya bindiler ve sessizce Hgwarts’ın giriş kapılarından içeri girdiler.

Meşalelerle aydınlatılmış koridorda ilerleyen öğrenci kafilesi Büyük Salona girdiğinde tabaklar bomboştu. Fakat Büyük Salon muhteşem denebilecek güzellikteydi. Persy ile Ravenclaw masasına gitmek için ayrıldıklarında içten içe heyecanlandığını fark etti. 5. sınıf mı oluyordu şimdi? Olmuştu da rüyada değildi. Vücudu ona fısıldamadan büyüyüp duruyordu. Kolları ve bacakları önceki yıllara göre oldukça uzundu. Fakat kendisi dışında her şey aynı gibiydi. Ravenclaw masasının birbirine bitişik sıralarına oturduktan sonra birkaç tanıdık görme umuduyla etrafına bakındı. Joanna ona oldukça uzakta bir yere oturmuş bir çocukla sohbet ediyordu. Yine yalnızdı. Persy’den başka dostu olmayacaktı demek bu sene de. İçini çekerek, konuşmaya başlayan Profesör Derwent’e dikti gözlerini. Çeşitli şeyler söylendi ve seçmen şapka getirildi. Silvia’nın küçük kalbinin atışları eski şapkayı görünce hafif çarpıntılarla yükseldi ardından normal hızına döndü. Beş yıl önce o da bu şapkayı takmıştı kafasına. “Sinsi bir kızsınız Miss Farquat… Hımm… Fakat zekânız ağır basıyor gibi. Sanırım seni Rowena Ravenclaw’ın kolları arasına yollayacağım…” Seçmen şapkanın içten bir sesle söyledikleri hala kulağındaydı. Nasıl unutabilirdi ki zaten… “Yumulun!” Tabaklarda beliren yemeklere göz gezdirdiği anda ağzından küçük bir salya aktı istemsizce. Bu yemekleri görmeyeli o kadar uzun zaman olmuştu ki! Yemekhanenin leş yemeklerinden sonra… Ağzına attığı yemekler boğazındaki kuruluktan zar zor ilerlerken Silvia, evinde hissetti kendini. Babasının yanından başka bir yere “ev” demek çok güzeldi. Tabaklar tertemiz hale geldiğinde hala doyamamış hissediyordu kendini. Bu ne açlıktı ondaki… Maymun iştahı yine baş göstermişti. Profesör Derwent yasakları ezberlemiş gibi sıralarken Silvia, hafifçe gözlerini kapadı. Yorgundu… Beyninin için berraktı… Rüyalar âleminde tekrardan gezinmek istiyordu… Uyku için mükemmel bir bileşimdi bu. Sükûnetle öğrencilerin ayağa kalkışını izledi ve sonunda kendisi de kalktı. Yeni sınıf başkanları Indis ve Norwen onları binalarına götürürken esnemekteydi küçük kız. Uykuya mahkûmdu…


~ Eustace ve Joanna NPC karakterlerdir.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Nicole Marissa Magdalene
Fontjoncouse Otel Ortağı
Nicole Marissa Magdalene


Kadın
Ruh hali : 8. Sezon ~ Büyük Şölen Friendssx9
Mesaj Sayısı : 4533
Yaş : 32
Kan statüsü : Safkan
Galleon : 12679
Ekspresso Puanı : 75
Kayıt tarihi : 02/07/08

8. Sezon ~ Büyük Şölen Empty
MesajKonu: Geri: 8. Sezon ~ Büyük Şölen   8. Sezon ~ Büyük Şölen Icon_minitimeSalı 09 Ara. 2008, 19:51

Nicole’ün Hogwarts’dan giderken tek istediği şey yaşadığı onca şeyi unutup o eski kirli yaşanmışlıkların bir sona erdirip kendine tertemiz üzerine yaşanmışlıkların sorgulanmadığı yeni bir sayfa açmaktı. Hogwarts’da olan son gününde “Yepyeni umutlara ışık tutacak olan yeni bir yıla başlamak” diye yazmıştı. Bunun nedeni kendi içinde keşfetmek istediği benliğinden kaynaklanıyordu. Belki de şu ana kadar kaderin bir cilvesi olarak gördüğü mutsuzluklarına mutsuzluk katmasındandı. Bilmiyordu, ama artık birilerine bağımlı olmak ya da birilerinin desteğiyle yaşamak istemiyordu. Bu yüzden babasının ona geçen seneden yaptırdığı evin inşaatının hızlandırılmasını istediğini belirten bir mektup yazmıştı. Babası da evin inşaatının Hogwarts’ın kapanmasına yakın bir zamanda biteceğini bir yazan resmi bir yazı göndermişti. Hiç özlememiş miydi, yoksa kızını ya da Nicole hal hatır sormadan yazdığı mektubundan sonra bu kadar resmi bir cevap alması gayet doğal mıydı? Bilemiyordu ya da düşünmek istemiyordu. Belki biraz bencillik de ediyordu; fakat artık bu yoldan yürümeye karar vermişti başka çaresi olmadığını biliyordu. Ailesini seviyordu, ama her zaman onlara agucuk gugu cuk bir şekilde olmayacağını bilmeli bir şekilde kanıtlamalıydı. Bu konu da çok kararlı ve istikrarlıydı. Sevgisi göstermemek zor olsa da bir daha ki senesine geldikten sonra seneye ağır ağır ufka çıkarcasına kendini gösteren bir güneş gibi doğacak ve en tepe noktasına gelene kadar istediği her şeyi adım adım yaşayıp bir anda tüketmeyecekti. Bu yüzden aileyi ikinci plana atıp kendine zaman ayırması gerektiğini düşünüyordu. Tepe noktasına gelip insanları alev alev yakıp etkilemeye başladığında ise ağır adımlarla iz bıraka bıraka yanlarından ayrılıp gecenin karanlığında kaybolup bir yıldıza dönüşecekti. Her gün ayrı bir şekilde güneş olarak ayrı bir güzelliği yansıtırcasına doğup yıldız olarak gecenin karanlığında diğer yıldızların arasına saklanacaktı. Ailesi zaten her türlü bir şekilde yanında zaten olacaktı ve olmalıydı. Bunu bildiğinden onlarla çok fazla zaman geçirip her hangi bir ayak bağı da olmak istemiyordu. Çünkü beklenmedik zamanlarda beklenmedik şeyler olabiliyordu. Aynı kardeşine de olduğu gibi onları da kaybederse altüst olmamak için ne onlarla çok yakın ne de çok mesafeli olacaktı.

Hogwarts’ın hemen anneyle ve babayla olan buluşma ve ardından büyümenin verdiği yeni etkilerle üzerine yüklenen sorumluluklar… Ailesi ona eski yaşadıkları eve yakın küçük ama bir o kadar da büyük olan evi yaptırmışlardı. İnşaatın en eski halini gördüğünden Nicole evin bitmiş ve annesinin zevkine göre az çok döşenmiş evi görünce gözlerine inanamamıştı. Bu evde tek başına yaşayabilmesi bir mucize olmalıydı. Her seferinde olduğu gibi aileyle bir hafta bir tatile gidilmişti. Tatilde herkes tüm sevgisini az çok belli etmişti. Ama eve gelince, herkes gene eski hallerine dönmüştü. Nicole babası oradan oraya koşturan bir işkolik haline dönmüştü. Annesi ise kendi evlerinde ki küçük dekorasyon işlerine vermiş deli gibi oradan oraya koşturup bir mimardan diğer mimara gidip teklifleri değerlendiriyordu. Nicole ise tek başına yaşadığı evin tadını çıkartıyordu. Evde oturup eve has eğlenceli işler yapmaya bile çalışıyordu. Bazen aval aval televizyon izliyor, bazen de kitap okuyup hayaller kuruyordu. Evin havasından çok sıkılınca da evinin yakınında olan kumsala gidip güneşlenip göle giriyordu. Her şey monotonlaşmış olsa da kendi başına bir şeyler yapmak onu çok mutlu ediyordu. Arada sırada babasının eskiden kullandığı arabayla gezmeye izni oluyor, arkadaşlarını veya evin alışverişini yapıyordu. Çok sevmediği ama bir o kadar da hoşuna giden Muggle hayatı yaşıyordu. Ailesi ona herhangi bir hizmetçi veya ev cini isteyip istemediğini sormuştu; fakat Nicole hiç kimseyle uğraşmak istemediğini çok zorda kalırsa da birilerini çağırarak işini halledebileceğini söylemişti. Çok fazla sihre başvurmaya gerek kalmıyordu, zaten Hogwarts dışında sihir yapmak da yasaktı.

Birkaç ay evde ya da dışarıda geçirdiği günlerin ardından ailesinin yoğun istediği üzerine yatla birkaç ailelerin tanıdık dostlarının çocuklarıyla mavi tura çıkmaya karar vermişlerdi. Bu da aileler tarafından çocukların deneme süreciydi. Nicole bunu biliyor ve herkesi buna göre örgütlüyordu. Bazıları kendinden yaşça küçüktü, onları rahatlıkla sinir edip ağlatıyor, bazen de şakalarla güldürüyordu. Ama tanıştığından içinde bilinmeyen hisler keşfetmesine sebep olan kendisinden birkaç yaş büyük olduğunu düşündüğü bir çocuk vardı ki! İlk içinde ki hislere anlama varamasa da olayın sonunda anlayacaktı. Aileler ilk olarak güvertede buluşarak bir parti vermişlerdi. Böylece de tanışmamış olan çocuklar tanışabileceklerdi. Nicole ilk bu duruma alışamasa da sonunda alışıp herkesle konuşmaya başlamıştı. Partide annesinin tasarladığı pembe yaza uygun straptez bir elbise giymişti. Tanıştığı herkesin sabırla elini sıkıp öpüşerek selamlıyor. Konuştuklarında da büyük dikkatle dinleyip cevap veriyordu. Partinin sonunda gece saat 5 civarında partinin sona ermesinin hemen ardından yatın kalkması bir oldu. Küçük çocuklar partinin verdiği yorgunlukla mışıl mışıl yattaki kendi özel odalarında uyuyordu. Yatta herkesin kendine ait bir odası vardı. En büyüklerden biri olan ve adını partide öğrendiği Mark vardı. Mark’la çok fazla konuşmasalar da bakışmışlardı. Nicole selamlaşırken çocuğun gözünün mavisinin içinde kaybolmaktan korkarcasına geriye çekilmişti. Karşında ki çocuk bir anlam verememişçesine ona bakıyor, saygısızlık etmemek adına gülümsüyordu. Nicole ne kadar da ahmak davranmıştı ilk görüşte böyle bir pot kırılamazdı. Ama karşısında ki çocuğun gözleri o kadar değişik bir koyu maviydi ki korkmaması imkânsızdı. En sonunda Muggle buluşu olan yatta beraber binmişlerdi. Konuşmasalar da anlam veremedikleri bir çekimle yeşil ve mavi gözlerin çakışması yaşanıyordu. Ne gariptir ki çocuk herkese diğer herkese göre çok sessiz ve asil duruyordu. Nicole daha önce hiç böyle birini görmemişti. Ne kadar ona karşı çekingen davransa da yatta binerken, çocuk ona yer vermişti. Herkes uyuyorken, Nicole uyuyamamıştı. Uyamayınca da denizin tadını çıkarmak üzere yatın oturma kısmının olduğu yere çıkmıştı. Hiç kimsenin olmadığını düşündüğü anda birden karşısına gene o koyu mavi gözler ve ardından gizemli gülümsemeyle beliren Mark. Nicole bu sefer denizin verdiği esintiyle kendinegelip Merhaba diyebilmişti. Mark bunu duyar duymaz yanına gelmiş, ona gülümsemiş ve merhaba diyerek konuşmaya başlamıştı. Gecenin o güzel karanlığı içinde gelişen sabahın aydınlığına kadar uzanan büyük bir sohbetin ardından gülüşmeler ve istemeden gecenin verdiği romantikliğin içinde gerçekleşen yakınlaşmalar… Nicole denizin içinde kaybolmak istercesine onun o denize benzer gözlerinin içinde kaybolmak istiyordu. Belli ki Mark da ona karşı bir şeyler hissediyordu. Gözlerine bakınca denizin içinde yeşil bir yosunu görmüşçesine sevinen küçükçocuklar gibi parıldıyordu. Ayın altında duran iki çift siluet gibi birbirlerini kendilerine anlatıyorlardı. Karanlığın içinde birbirlerinin gönüllerine ışık saçıp sarmaşık olan ve suyla beslenen iki bilinmez kişilerdi. O kadar derin bir yaşanmışlık vardı ki ikisinin de gözlerinde yaşanmışlık dolu kök salmış bir mevsim çiçeği vardı. Nicole Mark anlatırken kafasını onun omzuna koymuş manzaranın güzelliğiyle Mark’ın o derinden gelen sesini anlatıyordu. Gece saatleri içinde olduğundan onun omzunun üstünde uyuya kalmıştı. Omzuna başını yaslamış olan bu masum kızı uyandırmak istenmiyordu Bu yüzden Nicole omzuna koyduğu başının üstüne başını koyarak oda uyumaya çalıştı. Ellerini tutup bir yandan da soğuğun verdiği titremesini kesmek istiyordu. Ama elini tutarsa uyanacağından korktuğundan tek kolunu hareket ettirebildiğinden kendi mantosunun o kısmını çıkarıp Nicole’ün üstüne serdi Bu an onlar için ölümsüz gibiydi. İkisi de herhangi bir manzara resminden çıkmış iki küçük ama bir o kadar çabuk büyümek zorunda kalan iki erişkindi. Nicole o kadar rahat ve güvendeydi ki onun omzunun ve kollarının altında bir güvercin kadar hür olduğundan rüyasında birbirlerinin en tatlı halini hayal edip birbirlerine sessizce şarkı söylüyorlardı. İkisi de gecenin yaşanmışlığı ardından aynı rüyayı görüyorlardı. İçlerinde aynı telaş içinde sürükleyici belki de akıl almaz rüyalar görüyorlardı. Ama sabah güneşinin Nicole’ün gözlerini almasıyla kesilmişti. Birlikte el ele yürüdükleri rüyaları… Nicole tam kalkacakken kafasının üstünde birinin olduğunu hissedince duraklamıştı. “Bu Mark olmalı onu uyandırmamalıyım” diyerek kendi kendine söylendi. Neler olmuştu hiçbir şey hatırlamıyordu. Yanında ki Mark’tı sadece bunu biliyordu. Ama onun omzunda ne zaman uyumuştu. Uzun uzun konuşmuşlardı; fakat ne konuştuklarını heyecandan unutmuştu. Uyandırsa sorsa gene o parlayan masmavi bakışlarının altından büyük bir gülümsemeyle yanaklarını okşardı. Yanaklarını okşamış mıydı? Bilmediği hisler içinde olduğunu biliyordu. Akşam ne olduğunu hatırlamaması işte bu tam fiyaskoydu, ilk baştan tanıştığı gibi yaşanan bir trajedi. Nicole kıpırdanmalarından olacak ki Mark aniden güneşe doğru gözlerini açıp kafasını kaldırdı. Tam kaldırdığı sırada Nicole kafasında ki ağırlığın azalmasıyla birlikte derin bir iç çekerek Mark’ın o güven verici omzundan başını kaldırdı. Üstünde ki montu sabah kalkınca eliyle iteleye iteleye Mark’a örtmüştü. Mark üstünde ki mantoyu görünce gülümsedi ve ardından o etkileyici aksanıyla “Günaydın seni uyandırmak istemedim ve bu yüzden böyle bir şekilde uyuya kalmışız.”diyerek konuşmaya başlamıştı. Nicole o ilk tanıştığı o resmi Mark’la şimdi ki Mark’la dağlar kadar fark olduğunu biliyor, hissediyor, gece olanları unutmuş olsa da mantık yürütebiliyordu Mark ve Nicole bir anlığına kendilerini kaybetmişcesine gene bakışıyorlardı. En sonunda Nicole çok yorulduğunu söyleyen birkaç cümle söylemişti. Ardından kendine engel olamamışçasına aniden gelişen kocaman yanaktan bir öpücük kondurdu. Seni seviyorum demek isterdi. Belki de bu öpücükle beraber, ama ilk günden her şeyi bir anda tüketip bitirmek istemediğinden Mark’ın pamuktan farksız olan yanağının üstüne masum bir öpücük kondurmuştu. Mark kızın bu davranışı karşısında şaşırmış bir o kadar da mutlu olmuş bir hale dönmüştü. Bir öpücük, rüya gibi bir gecenin ardından içten gelen bir davranıştı. Umut veren hayallerine hayal katıp havalara uçmasına sağlayan bir öpücük mutluluğunu altın harflerle yazamazdı ki bulutların en üst tepesine… Seviyordu, kahretsin hiç bilmediği bir bilmece gibi parlayan kızın gözlerinin içinde delicesine kaybolmak istiyordu.

Odasına giden Nicole o geceyi hatırlamaya çalışıyordu. Geceliğin tek başına olduğunu hatırlıyordu. Ama Mark ne ara gelmişti. Ne ara başını omzuna koymuştu. Hatırlamayacağını anlayınca başını yastığa koyarak biraz olsun uyumaya karar verdi. Çok rahat uyumuştu; fakat biraz düşünmeye ihtiyacı olduğundan bu uyku onu rahatlatacaktı. Birkaç saat uykunun ardından kapının çalındığını duydu. Kim olabilir diye düşünürken geceden kalma elbisesini düşünerek kapıyı açtı. Marktı gelen Nicole gibi geceden kalma değildi. Şortunu ve tişörtünü giymişti. Kahvaltı geçeli çok olmuştu belli ki! Nicole gözlerini ovuşturarak kendini uykusundan arındırmaya çalıştı. Mark ise onun bu tatlı halde olduğunu görünce “ Hadi kalk bakalım, bütün gece konuşturdun beni ve hala uyuyorsun. Ne zaman kalkacağını merak ediyorum. Beklemeye de dayanamıyorum. Konuşacak kimse yok diyerek muzur bir şekilde konuşmaya başlamıştı. Nicole bu yakın tavırlar yeni bir günaydın söylemini duyduktan sonra “Ya aslında ben böyle değilim. Neyse biraz rahat bırak da giyineyim senin kadar hızlı değilim anlayacağın kadarıyla” diyerek odaya giren Markı gerisin geri kovalayarak itti. Mark ilk karşı koymak istedi; fakat Nicole göründüğü kadar zayıf biri değildi “Beş dakikaya gelirim” diyerek kapının önünde durmasına gerek olmadığını belli ettikten sonra valizini açıp eline gelen ilk bikiniyi giydi. Giyindikten hemen sonra sabırsızlıkla dışarı çıktı. Bütün küçük çocuklar uyandığın etrafta büyük bir telaş vardı. Çok değişik bir koya gelmişlerdi ve herkes kendince hazırlandıktan sonra denize girerek suyun tadını çıkarıyorlardı. Mark’ın onu beklediğini zannediyordu; fakat görememişti. Denize girip girmediğine bakmaya kalktığında aniden birinin onu itmesiyle denizin dibini boylarcasına içine düşmüştü. İtenin kim olduğunu anlamak adına suyun içinde arkasına döndüğünde Mark onun ittiğini ve ittikten hemen sonra ayağının kaymasıyla birlikte düştüğünü görmüştü. Bunu görünce Mark Nicole önceden attığından ve sonra kayıp düştüğünden üst üst üste düşmüşlerdi. Nicole hem Markın üstüne atlamasından hem de onu ilk olarak denize atmasından dolayı bolca su yutmuştu; fakat bu onun kahkahalarla gülmesine engel olmamıştı. İkisi de bir anda yana yana denizin içinde bulmuşlardı kendilerini. En sonunda denizin tadını çıkararak su da oyunlar oynamaya ve dibe batıp çıkmaya başlamışlardı. Nicole denizde doğduğundan denizi çok severdi. Mark da belli ki denizi çok seviyordu. Birbirlerini tamamlamışlardı. Ne olursa olsun eğleniyor. Birbirlerini incittiklerinde bile gülüyorlardı. Denizde doğan Marissa için denizin içinde sevdiği biriyle beraber yüzmesi bir ilkti ve bunun keyfini çıkararak Mark’la yüzmek bambaşka bir eğlenceli ve güvenli oluyordu.


En son Nicole Marissa Magdalene tarafından Salı 09 Ara. 2008, 20:29 tarihinde değiştirildi, toplamda 5 kere değiştirildi
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Nicole Marissa Magdalene
Fontjoncouse Otel Ortağı
Nicole Marissa Magdalene


Kadın
Ruh hali : 8. Sezon ~ Büyük Şölen Friendssx9
Mesaj Sayısı : 4533
Yaş : 32
Kan statüsü : Safkan
Galleon : 12679
Ekspresso Puanı : 75
Kayıt tarihi : 02/07/08

8. Sezon ~ Büyük Şölen Empty
MesajKonu: Geri: 8. Sezon ~ Büyük Şölen   8. Sezon ~ Büyük Şölen Icon_minitimeSalı 09 Ara. 2008, 20:08

Günler sevdiklerinle beraber çok hızlı geçer derler ya, Mark ve Nicole aşkı da ağır ağır yaşasalar ve tatsalar da o kahrolasıca zaman denilen bir dilim olduğundan çok çabuk geçmişti. Bir kum saati kadar önemli ama hızlı geçen bu zamanlarda, her seferinde Nicole Mark’ın farklı bir yanını keşfederek ona derinden bir bağla bağlanmaya başlamıştı. Nicole Mark’ın bağlılığından emin olamasa da herkesten sakladığı ve asil duruşuyla herkese bir duvar ören Mark, Nicole’e bütün kapılarını sonuna kadar açmıştı. Birbirlerini tamamlayan iki arkadaş, sırdaş ve bazen de gecenin verdiği güzelliklerle beraber sevgili olmuşlardı. Nicole gemi de yapılan gezilerden çok Mark’la ilgileniyordu. Etrafta ki herkes bunun bilincinde olsa da göz yumuyor. Yaşadıkları bu masum aşkı doya sıya izliyorlardı. Kendi ayakları havaya değdiğinde onu yere çekip kendine getirecek biri vardı artık. Ayrılığı istemiyor düşünmüyorlardı. Zaman bilmeksizin gittikçe büyüyen bir aşkın sarhoşluğuna kapılmış gidiyorlardı. Ama ayrılık onlar için kaçınılmaz gerçekti. Daha dün tanışmışlar gibi her günü yeniden yaşarcasına seviyorlardı birbirlerini… Bazen küçük bir kucaklaşma birbirlerini hissetmeleri için yetiyordu. Zaten gözlerinde o kadar büyük bir çekim kuvveti vardı ki birbirlerine bakınca bile sanki birbirlerine sarılmış veya öpmüşçesine mutlu oluyorlardı.

Peşi sıra geçen günler ve gittikçe büyüyen aşktı kalplerinde ki hiçbir şekilde dostluklarından kaybetmiyorlar yerine kazanıyorlar, kendilerince bir keşfe çıkıyorlardı. Bir haftalık yat tatili onlar için bir ay kadar yaşanmışlıklarla dolu bir o kadar da bir gün kadar hızlı ve birbirine doyamadan son bulmuştu. Nicole Mark’ı kaybetmeyeceğini biliyordu. Çünkü o dünyanın öbür ucunda kendisi dünyanın öbür ucunda bile yaşayıp onu düşünmese bile düşünüp bir yerlerde hatırlayacağını biliyordu. Çok zıt olan iki karakterin çakışması olmuştu onların aşkları hemen tomurcuk verip gelişmiş. Kendi içlerinde yeni bir yaban mevsimi çiçeği doğmasını sağlamıştı. Ayrıldıkları gün iki sevgilinin yüzünde mutsuzluktan eser yoktu. Hatta ailesine ilk defa doya doya sarılıp birbirine göz kırparak vedalaşmışlardı. Nicole’ün annesi bu duruma çok sevinmişti. Ama zaten 3 gün sonra herkesin okulu başlayacağından ailesiyle de çok fazla zaman geçirip olanları anlatamayacaktı. Zaten anlatmasını isteyen de yoktu. Çünkü hepsi kendi içinde Mark ve ona özel olan anılardı. Mark’ın hayatı gelgitlerle dolu bir hayattı. Ailesi insanların sandığı kadar sorunsuz ve asil değildi. Kapılı kapılar ardında görünmesinin ve içinde ki çocuğun çıkaramamasının nedeni de ailesiydi. Nicole’e tanıştıktan sonra içinde ki ortaya çıkamayan küçük çocuk çıkmıştı. Mavi gözleri hep soğukkanlı bir şekilde bakarken Nicole sayesinde biraz daha çocuksu bir parlaklık ve tatlılıkla parlamaya başlamıştı. Nicole ilk olarak Mark’a her şeyi anlatmasa da gün geçtikçe onun anlattıklarının doğruluğuna hissedir hissetmez hayatıyla ilgili en küçük bir ayrıntıyı atlamadan anlatmıştı. Bir hafta boyunca ikisi de kendilerini bir kez daha keşfetmenin tadını çıkartarak ailelerinden bağımsız bir şekilde hareket etmenin tadını çıkarmaya karar vermişti. Yatla dünyayı turluyor. Arkadaşlarına hediyeler alırken, birbirlerine fikirlerini soruyorlardı. Nicole Hogwarts’da okuyordu, Mark ise Nicole adını bile tam olarak hatırlayamadığı başka bir büyücülük okuluna gidiyordu. Orada baya bir başarılı olduğundan ve ailesinin yarısından çoğu orada mezun olduğundan o okula gitmesini uygun görmüşlerdi. Nicole onun farklı bir okulda olmasına üzülmüştü, fakat hep yan yana olmayınca birbirlerini daha fazla özleyebileceklerdi ve bu gerçek aşk ise birbirlerini hiçbir şekilde ihanet etmezlerdi.

Muggle yat tatilinin bitiminin hemen ardından evine gelen yeni Hogwarts mektubu, ihtiyacı olan yeni kitapların listesi ve bir de evet inanılmaz ama gerçek olan Hogwarts’da başkanlığına seçildiğine dair bir mektup ve başkanlığın gurur kaynağı olan o Slytherin arması vardı. Sonunda istedikleri gerçek olmuştu. Çok beklediği söylenemezdi; fakat olması herkes açısından mükemmeldi. Adım yaklaşan mutluluk dolu zirveye ulaşan aşamalardan geçiyordu. Gittikçe yaklaşıyordu kaderinin ona ördüğü zincirli yolları kıra kıra delip deşiyor. Kendi kaderine inatla pes etmeyeceğini söyleyip hiçbir gücün onu kötü etkilemeyeceğini gerekirse ellerinden kan damlarcasına savaşacağını söylüyordu. Ne de olsa o bir Slytherinliydi. Damarlarında o asil kan dolaşırken her şeyi bir anda kaybetmesi olanaksızdı.

Hogwarts’a gitmeden koca bir üç günü vardı. Mark’dan ayrıldığına çok üzülmüştü; fakat sınıf başkanı olduğundan aşktan çok işe zaman ayırıp kendinden küçüklere kendini asil bir şekilde göstermeliydi. Bu yüzden o 3 gün boyunca oradan oraya koşuşturarak geçmişti. Kıyafetler, yeni derslere ait olan kitaplar, biten parşömenler, tüy kalemleri vb. birçok malzemeler almıştı. Ailesi ona bu sıralar yardım edemezdi, çünkü annesi editörlüğe yeniden başlamıştı ve şu an da büyük bir balığın peşinde koştuğunu söyleyerek kendisi ya odasına kapıyordu. Ya da oradan oraya uçarak röpörtajlara gidiyordu. Babası da her zaman ki gibi Nicole bilmediği ve aklının da eremeyeceği davalar peşindeydi. Nicole bu duruma üzülmüyordu, aslında başkan olduğunu bile doğru düzgün anne babasına söyleyememişti. Ama kimin umrundaydı. Onlar için değildi artık içinde yaşadığı bu küçük telaş… Hepsini kendi için yapıyordu.

Hogwarts trenine bineceği gün de annesi ve babası evlerinde değillerdi. Nicole kendi evinde kaldığından tamamen soyutlanmıştı; fakat arada sırada Mark’ın ona gitmeden önce hediye ettiği Mugglelar tarafından yapılan telefonla arayıp görüşüyorlardı. Eskiden olsa Muggle eşyalarının yanına yaklaşmazdı. Çünkü o bir cadıydı. Ama zaman geçtikçe her şeye karşı tutumu değişen insanların buna karşı davranışı niye değişmeyesin diki! Hogwarts trenine yarın binerken zorluk olmasın diye eşyalarını önceden alıp teker teker hazırlamıştı. Anneannesinin eskiden hazırladığı çok gizli tarifi bir suyun içine katıp içince istediği yerin adını söyleyecek ve sonunda istediği peronda olacaktı. Arkadaşlarını çok özlemişti. Hepsine beğeneceklerini umduğu özel hediyeler almıştı. Bir ara Mark Profesörlere alıp almamayı sorduğunda Mark alay ederek bunun yanlış anlaşılacağını ve yakışmayacağını söylemişti. “Asil biri olmak istiyorsan, bu kadar bonkör olma. Sen bir Slytherinlisin. Bende öyle olduğuma göre şimdilik sevdiğin birkaç arkadaşına hediye alman yeter canım” demişti. İlk defa canım dediğini anlamayan Nicole teşekkür ederek gülümsemişti Mark. Delicesine seviyor ve günde güne onun bu akılcı tavrına bağlanıyordu. Perona giderken ki karanlık yolda gelmişti aklına bunlar… Hogwarts trenine erken gelmişti. Etraf çok kalabalıklaşmamıştı, bunu bir avantaj gibi görerek hemen kendilerine ait peronun olduğu yere gidip eşyalarını yerleştirdikten sonra heyecanla bulunduğu kompartımanın oralarda dolanıyordu. Tam o sırada tanıdık bir yüz, gözlerine inanamayacak bir güzellikte bir parlaklıkla içeri girmişti. Tatilin verdiği güzellikle biraz esmerleşmiş ve bu sayede gözünün o balımsı yeşilliği ortaya çıkmıştı. Liz’di bu. Kompartıman da boğulunca trenden çıkmayı düşünen Nicole karşısına çıkmış heyecan içinde konuşup onu çekiştirmeye başlamıştı bile. Ama o da ne Liz’in çekiştirmeden önce ki sevincine ilk bir anlam verememiş olan Nicole, onun da kendisi gibi Slytherin’e öz başkanlık armasını görünce çığlıklar içinde sarılan arkadaşına sıkıca sarılıp öpmeye başlamıştı. Kız onun bu sevecen ve candan halini görünce “Vay canına Nicole! Harika görünüyorsun.”demişti. Tabi ki de değişecekti Nicole, artık kendini her şeyin akışına bırakmış mutluluklarını kendi bulup yaratıyordu. Tabi onu da bulan bir mutluluk buna ortak olmuştu ve bundan dolayı kendiyle gurur duyuyor ve mutlu oluyordu. Nicole bu yoruma sinsi sinsi sırıtarak teşekkür etti ve ardından başından geçen ne varsa anlatmaya karar verip başlamıştı. “Teşekkür ederim Liz, sen zaten öyleydin ve gittikçe güzelleşiyorsun. Herkesin canını yakmaya şimdiden başladığını duydum. Bu arada başımdan ne olaylar geçti bir bilsen. Nereden başlayacağımı bile bilmiyorum. Ama artık hayallerimde ki sevgilim, benden uzakta da olsa var.”diyerek sırt çantasında en ön gözünde ki Mark’a ait olan fotoğrafı gösterdi. Kız dinleyip başını sallayıp geçiştiriyordu Nicole; fakat Nicole Mark’ı çok özlediğinden onla ilgili olanları kendine hatırlatmak istercesine bir daha bir daha anlatıyordu. En sonunda Liz bir işi olduğunu söyleyerek Nicole’ün çenesinden kurtulurcasına kaçmıştı. Nicole Liz’in ondan kaçtığını görünce kahkahalarla bir işi varsa gitmesinin en iyisi olacağını söyledi. Artık uyuyup rüyalarda o hayal ettiği erkeğin gerçeğini görmenin zamanıydı. Hogwarts’a geldiklerinde her şeyi daha rahat bir şekilde uzun uzun gene anlatacaktı. Nasıl olsa bu yüzden şimdi dinlememesi daha iyi olmuştu belki de Liz’in… Nicole hiçbir şeyi sorgulamadığından ve hep bir gizemin kalmasını istediğinden Liz’i zaten anlayabiliyordu.

Hogwarts’a geldiklerini bildiren siren sesi. Nicole kıvrılarak da olsa rahat bir uykudan uyanmanın verdiği güzellik içinde esneyip, bavullarını çıkarıp odasına koymaya koyuldu. Liz ‘de yanında aynı şeylerle meşgul görünüyordu. Trenden eşyalarını indirip kaldırmak üzere konulan yerlere koyduktan sonra Büyük Salona doğru yola koyuldular. Yan yana yürüyorlardı. Liz’le ama Nicole sezinlediği bir hisle Liz’in bir telaş içinde olduğu belli oluyordu. Ne oluyordu. Acaba hala Felipe’le ilgili bir olay mı vardı? Bunları düşünürken Hogwarts gene tüm sevecenliği ve ihtişamıyla göstermişti kendini. İnsanı kucaklarcasına iyi ve kötü ayırt etmeden herkese selam veriyordu. Profesörler yavaş yavaş yerlerini almaya başlamışlardı bile. Nicole’de Liz’i sanki kolundan çekiştirircesine takip ediyordu. En sonunda içerden gelen uğultunun dinmesi ve Liz’in Nicole birkaç bilgi vermesinin ardından şölen bütün görkemliliğiyle başlamıştı.

Her zaman ki gibi seçmelerin yapılmasının ardından Profesör Derwent’ın kendine has herkesi hipnotize eden konuşmasının bitmesiyle yemekler masada bir anda belirmişti. Küçük Slytherinliler heyecan içinde tanıdıkları kişilerin yanına oturarak hayret içinde mırıldanıyor bir yandan da yemek yiyorlardı. Nicole dikkatle miniklerin halini görüyor ve onlar adına güzel bir senenin başlaması adına kendisine bakınca gülüyor. Her şeyin yolunda olduğunu belli ediyordu. Çok sevmişti bu ortamı ve insanların ona gurur verici bakışlarla bakıp söylenmesini, bir sene de bu kadar değişir miydi bir cadı ama sanki bir sihirli değnek değmişçesine bütün davranışları değişmişti. O da ne tam o sırada Liz’e ilişmişti gözleri Felipe’le konuşuyorlardı. Bu manzarayı kaçırmak olmayacağından hemen onları görebileceği bir yere geçmişti. O da ne Liz aniden ona sarılmış onu nasıl sevdiğini söylemişti. Böyle bir manzarayı görünce arayı girmesi olmayacağından Nicole iki birbirine açılamayan ama hoşlandıkları belli olan sevgiliyi yalnız bırakıp diğer arkadaşlarına merhaba diyerek selamlaşmaya başladı. Kuru kuru selamlaşmaların ardından daha demin ki olanları anlatırcasına Liz Nicole’e göz kırpmıştı. Neler olduğunu bildiğinden hiçbir şey demeden minikleri arkada olduğunu kontrol ede ede Hogwarts’ı tanıtmaya başlamışlardı. Liz’in bilmiş ve gurur verici sesiyle başlayan küçükleri hafiften dehşete düşüren konuşma “Slytherin Ortak Salonu’na buradan gidiliyor. Şimdi beni takip etmenizi ve gruptan kesinlikle ayrılmamanızı istiyorum.” Aslında küçükler neyin nerede olduğunu bilmediğinden Liz ne söylese öyle anlayacaklardı. Merdivenleri yavaş yavaş inerken Liz’in Nicole bir işaret vermesiyle aynı anda yapılan sihirle ortalıkta büyük bir feryat figan kopmaya başlamıştı. “Lumos Maxima!” diyerek iki cadı da ortalığı ayağa kaldırmışlardı. Ortamın aydınlanması etrafı daha iyi görmelerine neden olunca herkes nedense derin bir nefes almış gibi gelmişti Nicole bilinmez bir neden dolayı, en sonunda bir resim tablosuyla yolları sona ermişti. Nicole heyecandan ilk ne diyeceğini unutsa da gözlerini kapatıp birkaç dakika düşündükten sonra şifreyi söyledi ve Slytherin’in kapısı ardında kadar artık yeni bir döneme yataklık etmek üzere açmıştı kapılarını... Kapı da onları bekleyen Bina sorumluları vardı. Küçük çocuklara Yatakhaneyle ilgili birkaç şey anlattıktan sonra onların yatakhanelerinde dinlenmeye çekilmeleri söyledi. O sırada Nicole ve Liz günün yorgunluğun verdiği ağırlığı biraz olsun atmak için deri koltuklara yaslanarak o anın tadını çıkarıyorlardı. En sonunda bütün bücürlerin odalarına dağılmasından sonra Liz adını ve soyadını söyleyerek kendini tanıttı. Ardından Nicole en tatlı ve sıcak olan ama bir o kadar da asil duran (Mark’ın deyişiyle) sesiyle “Nicole Marissa Magdalene” demişti. Kızların bu sıcak tavrı ve asil duruşlarını seven bina sorumlusu da kendi adının Julie Annwyl Lovett olduğunu söyledikten sonra Liz ve Nicole portenin tekrar dışına çıkıp diğer öğrencileri almak üzere büyük salona doğru yola koyulmuşlardı. Bakalım gecenin sonunda onları hangi sürpriz veya hangi macera merhaba diyerek şaşırtacaktı. Nicole her şeyi bekliyordu. Çünkü onun bulunduğu bütün ortamlarda bu görülüyordu.


Mark NPC karakterdir.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Issa Philippe
Ravenclaw 7. Sınıf Öğrencisi
Issa Philippe


Kadın
Ruh hali : 8. Sezon ~ Büyük Şölen 44692542ju9
Mesaj Sayısı : 478
Yaş : 31
Kan statüsü : Safkan
Galleon : 11758
Ekspresso Puanı : 12
Kayıt tarihi : 09/12/08

8. Sezon ~ Büyük Şölen Empty
MesajKonu: Geri: 8. Sezon ~ Büyük Şölen   8. Sezon ~ Büyük Şölen Icon_minitimePerş. 11 Ara. 2008, 00:32

Kırmızı ve küçük Hogwarts trenin raylar üzerinde giderken sallanması Issa’yı pek rahatsız ediyormuş gibi gözükmüyordu. Çünkü kızıl ve kıvırcık saçlara sahip kız evden çıkarken arkadan topladığı saçlarını kendini rahatsız etmesin diye serbest bırakmış ve başını cama yaslayarak bir müddet dışarıyı izledikten sonra yosun yeşili gözlerini etrafı görmeye kapatmıştı. Gözlerini kapatıp da hayal dünyasının kendine rüya adı altında sunduğu çoğu zaman uyurken yüzünde aptal bir gülümseme olmasına sebebiyet veren görüntülerle baş başa kalmasından bu yana dakikalar geçmiş; hatta Hogwarts denen Cadılık ve Büyücülük okuluna varmalarına yalnızca on-on beş dakika kalmıştı. Issa ise hala hayal dünyasında âşık olduğu çocukla baş başaydı.

Yeterince büyük olmasına rağmen Issa’ya küçük gelen kompartımandaki hareketlilik Issa’yı sonsuza kadar görmek isteyeceği bir rüyadan koparıp gerçek dünyanın kucağına bırakmıştı. Sonbaharın soğuk etkisinden ve yağmurdan korunmak için üzerine giyindiği kat kat ve onu bir Muggle’dan farksız göstermeyen kıyafetlerini hızla üzerinde çıkartarak özensizce bavulunun ilk gözüne tıktı ve ardından üzerine geçirdiği düz siyah göğsünde adeta parlayan bir yeşil ile yılanın işlenmiş olduğu cübbesini giydiğinde farkına vardı yeniden evden ayrılmış ve Hogwarts’a gidiyor olduğunun. Çoğu kişinin aksine Hogwarts’a alışamamıştı, sevmiyordu bu okulu. Öğrenciler, profesörler birçoğuyla iyi geçindiği söylenemezdi. Daha kendi binasındakiler ile anlaşamazken sürekli bulanıklar ile karşılaşmak daha da çekilmez kılıyordu Hogwarts’ı.

Tren düdüğünü çalarak yavaşlamaya başladığından kompartımanların kapılarının açıldığı trenin küçük koridorunda uğultular başladı. Herkes yolculuktan kurtulmak istermişçesine trenin tiz düdüğü ile kompartımanlardan koridora fırlamıştı anlaşılan, kendi kompartımanındakilerde çıkmaya başlayınca yavaş olsa da Issa da bu küçük yer terk etmek için ayağı kalktı. Her zamanki gibi trene geç kaldığı için kendi arkadaşlarının yanına gitmek yerine bulduğu ilk kompartımana atmıştı kendini, bu yüzden çoğu birinci sınıf olan tanımadığı yüzlerin kapıdan çıkmasını bekledi ve onların ardından bavulunu çekiştirerek kendine koridora attı. Dar ve uzun olan koridor boşalmış öğrencilerin çoğu durmuş olan trenden kendisini dışarıya atmıştı bile. *Uyuşuk.* diye düşündü ve hasta birinin attığı adımlar kadar isteksiz ve yavaş olan adımlarını iki kat hızlandırdı. Hogwarts’a varmadan arkadaşlarını bulabilmeyi ümit ediyordu. Trenin yumuşacık havasının ardından dışarıya çıktığında etkisini gösteren sert hava birkaç dakika içinde havaya toplanıp ardından hızlıca yok olan su buharı gibi etkisini yitirdi. Aslında etkisini yitiren hava değildi, Issa’nın vücudu trenin sıcaklığını unutmuş ve bulunduğu ortama uyum sağlamıştı. Ve Hogwarts’ın içine gitmelerini sağlayacak çekicisiz arabaların yanına vardığında birbirleri ile konuşan ve şakalaşan arkadaşlarını gördü az ileride. Birbirlerini özledikleri her hallerinden belli olan kızlara doğru yürürken gerçekten de okulu özlemese de onları ne kadar özlediğini anlamıştı. Bu okulu çekilir kılıyorlardı onlar. Bu taş yığını kocaman binanın duvarları arasında beraber coşuyor, beraber sinirleniyor, beraber üzülüyorlardı. Onlar Issa için bir korsanın elde ettiği en büyük hazine kadar değerliydiler ve onları kaybetmemek için korsanın yapacağından da kötü işler yapabileceğini biliyordu kendinin. “ Selam Kızlar!” yüzündeki kocaman gülümseme ve içi gülen gözler ile dudaklarından uçup giden kelimelerde kullandığı ses tonu son zamanlarda Issa’nın ses tellerinin ürettiği en neşeli sesti kesinlikle. Ardından gelen kucaklaşmalar, öpüşmeler ve tatil sohbetleri ile geçen hızlı dakikaların ardından artık okulda idiler.

Açılış töreni her zamanki gibiydi. Heyecanlı birinci sınıfların seçim töreni artık Issa’nın ilgisini çekmiyordu, ilgi alanlarından kendi seçimi ile birlikte çıkartmıştı seçimleri. Bu yüzden birinci sınıfların seçmen şapka töreni adı altında yedi yıllık kaderlerini belirlemelerini izlemektense masaları ve etrafını bir çember gibi doldurmuş öğrencileri izleyerek geçirirdi zamanını. Onların tatil boyunca ne kadar değiştiğini, geçen senelere oranla en çok nerelerinde farklılıklar olduğunu incelerdi. Ve kendine bahşedilen inanılmaz dikkatinden olsa gerek arkadaşlarında veya herhangi birinde meydana gelen en ufak bir değişikliği bile fark ederdi. Bu günde bu heyecanlı kalabalığın arasında yemyeşil gözlerini açarak yaptığı buydu. O salak seçmen şapkanın yine nelerden bahsedip saçmaladığı umurunda değildi. Olması gerektiğinde uzun veya kısa sürmeyen seçimden sonra masalarına yeni gelmiş öğrencileri teker teker süzdükten sonra yapılan sıkıcı konuşmayı dinlemektense tüm seçim boyunca yaptığı işe devam etti. Ve sonunda biten – kıza asırlar gibi gelen- konuşmanın ardından gelen ‘yumulun’ talimatı ile önlerinde beliren yemekler ile Hogwarts’ın en çok neresini özlediğini buldu. Hiç kuşkusuz mutfaktaki ev cinlerinin hız kesmeden damaklardan unutulmayan tatlar bırakan yemekleriydi özlediği! Aşırı kilolu bir kız olmamasına rağmen dolgun bir görünüşe sahipti, bu görünüşün nedeni de lanet boğazını tutmayı bilmemesiydi. Yemeğin adının veya hangi mutfaktan geldiğinin ona göre hiçbir önemi yoktu, tek önemi olan şey; tadıydı… Ve buradaki ev cinlerinin elinden çıkan ve kızın midesine inen her şey bir vampirin insanın kanını içerken duyduğu eşsiz zevki yaşatıyordu Issa’ya.

Yemeğin başlaması ile kâh gülerek kâh konuşarak geçirilen akşamın ardından yorgun döndükleri yatakhaneye girdiklerinde ‘iyi gecelere’ benzeyen bir şeyler mırıldanarak kendini yatağına attı ve oracıkta uykuya daldı, bir dizinin aynı bölümünü tekrar tekrar izlermişçesine bu gece de göreceği rüya her geceki ile aynı olacaktı. Siyah saçlı hırçın çocuğu görecekti onu hiç tutmadan bırakırken…
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Clariss Luisa Pietra
Model
Clariss Luisa Pietra


Kadın
Ruh hali : 8. Sezon ~ Büyük Şölen 90752870na1
Mesaj Sayısı : 641
Yaş : 31
Kan statüsü : Safkan
Galleon : 11846
Ekspresso Puanı : 0
Kayıt tarihi : 10/09/08

8. Sezon ~ Büyük Şölen Empty
MesajKonu: Geri: 8. Sezon ~ Büyük Şölen   8. Sezon ~ Büyük Şölen Icon_minitimePtsi 26 Ocak 2009, 13:43

Yepyeni bir döneme adım atmak için sadece şu gösterişli kıpkırmızı tren raylarının üzerinde duran ihtişamlı Hogwarts trenine binmek kalmıştı. Herkes için yepyeni bir başlangıç olacaktı belkide, özellikle de I. sınıflar için. Heyecanla biten dönem, aynı heyecanla başlıyordu. Başlangıç ve bitişler hep böyle olurdu zaten. Kimi üzüntülü bir heyecan yaşardı, kimi mutlu bir heyecan yaşardı. Kassidy ise üzüntülü heyecan yaşayanlardandı. Oradan ayrılırken sanki yuvasını hiç dönmemek üzere terk ediyormuşçasına üzülmüştü. Ona orada herşeyi öğreten Hogwarts, onda büyük izler bırakmıştı, çok büyük izler... Mutluluklar, kırıklıklar, umut ve aşk... Bütün bu duyguların hepsi onda büyük etkiler bırakmıştı, peki aşk? O ise onda en büyük iz bırakan duyguydu belkide. Aşka inanmayan Kassidy, ona kanının son damlasına kadar inanmış hatta bu duyguyu tüm kalbiyle tatmıştı. Etkisini hala sürdüren duygular bazen ona büyük bir yük olsada orası için herşey değer diye düşünüyordu herzaman. Tüm bunları zihninden geçirirken büyük bir heyecanla I. sınıfların trene binişini izliyordu. Biran kardeşiyle kendisi gelmişti aklına. Onlarda böylelerdi üç sene öncesine kadar. Gözüne kestirdiği ufaklığa bakarken onun asil Slytherin'e yakıştığını düşünüyordu zihninde. "Böyleleri kendini belli eder..." diye söylenmesinin ardından oldukça ağır olan bavullarını büyük bir esarfla taşımıştı trene kadar. Trene binmesiyle birlikte anlamıştıki dönem başlamıştı bile. Aklına Eleanor geldi, o nerelerdeydi? Buraya beraber gelmişlerdi ama her sene olduğu gibi ikiside birbirini unutmuşlardı anlaşılan. "Daha sonra onu nasılsa bulurum." gibi bir şeyler söylemesinin ardından bağırışmaların çıktığı vagona doğru ilerlemeye başladı. Biri Gryffindor, biri Slytherin'den oluşan iki çocuk bir şeyler zırvalıyor, ardından bağırışmaya başlıyorlardı. Birkaç Gryffindor'lu onları sakinleştirmeye çalışırken, Slytherin'liler ise ortamı kızgınlaştırıyordu. Kassidy ise ortamı kızgınlaştıran tarafı almıştı herzaman ki gibi. "O lanet olası bulanığı yere ser!" bunun gibi bağırışlarda bulunan Slytherin'liler, Slytherin'li çocuğu kışkırtıyorlardı. Kassidy bir süre sonra sıkılmış ve ve kendini boş olan vagonlardan birine atmıştı. Uzun sürmeden Eleanor ve Jade'i beraber görmesi onu rahatlatmıştı. Aralarında çıkan sorunu halletmiş olmaları Kassidy'nin üzerinden büyük bir yükün kalkmasını sağlamıştı. Artık gidip arkadaşlarıyla konuşmalıydı, sonuçta konuşacakları çok şey vardı. Arkadaşlarıyla sohbete başlamalarının ardından çoğalan konular her seferinde onların ne kadar çok anlatacak şeylerinin olduğunu kanıtlar hale getirmişti. Konuştukları konular o kadar ilerlemişti ki en can acıtıcı konular bile açılmıştı. Yaz aşklarını anlatan kızları büyük bir sessizlikle dinleyen Kassidy, bir kez daha aşık olmamaya yemin etmişti. Kızlar buna her ne kadar karşı gelmiş olsalarda Kassidy bunlara aldırış bile etmemişti. İçini saran korku onu aşka küstürmeye yetiyordu. Başına gelen her şey aşk yüzünden olmuş ve herşeye karşı gelmişti aşkı için. Bütün hayatını yakıp kül etmişti biranda, nasıl olurdu da içinde aşka karşı herhangi bir korku olmazdı ki bu durumda?

Tren hareket etmeye başlamış ve bütün kapılar kapanmıştı. Artık Hogwarts'a doğru yol almaya başlanmıştı. Tren, büyük bir sarsıntıyla ilerlemeye devam ederken kızlar sarsıntının etkisiyle yere serilmiş ve ardından büyük bir kahkaha kopartmışlardı. Kahkahanın yaydığı gürültüyle meraklı gözler üzerlerinde toplanmıştı. Kızlar buna aldırış bile etmiyor, kahkaha atmaya devam ediyorlardı. Birçok kişi bu görüntü karşısında aralarında fısıldaşıyor ve çoğu kişiden "Bunlar içkiyi fazla kaçırmış olmalı, şunların haline bak!" gibi yorumlar çıkarıyorlardı. Kassidy'nin bu kahkaha atan kızlardan olması savunma iç güdüsünün çoğalmasına neden olmuştu. Kahkaha atmaya devam ederken bir yandanda "Kesin sesinizi ve tozolun buradan!" gibi birşey söylemiş ve fısıltıya devam eden meraklı gözleri sinirlendirmeyi başarmıştı. Hala yerde duran kızlar ise koparttıkları kahkahaya devam ediyorlardı. Herkes susmuş onları izlerken Kassidy ise onları susturmaya çalışıyordu "Şşşh..." Artık sessizlik sağlanmış ve kalabalık dağılmıştı. Kızlar ise yerden kalkmış vagonlardan birine yerleşmişlerdi Kassidy ile birlikte. Mugglelardan öğrendikleri Doğru mu, Cesaret mi? oyununu oynamaya karar veren kızlar oynamaya başladıklarında çok büyük zevk almış ve eğlencelerine eğlence katmışlardı. Oynadıkları oyun hepsinin hoşuna çok gitmiş ve Cesaret! dendiğinde yaptıklarını gittikçe çılgınlaştırdıklarında kahkahalarını engelleyemiyorlardı. Sıra Kassidy'e geldiğinde Kassidy bir çılgınlık yapıp "Cesaret!" demişti. Kızların kafasından geçenler Kassidy'nin pek hayrına değildi anlaşılan. Aralarında kıkırdaşıp ardından Kassidy'e muzipce bakmalarından anlaşılıyordu her şey. Kızlar aralarında anlaştığı kararı Kassidy'e söylerken bir yandan da kıkırdaşmalarına devam ediyorlardı, "Git ve yan vagondaki Gryffindor'lu çocuğu dudağından çılgınca öp!" Kassidy bunun karşısında şaşkınlık içerisinde kalmıştı. Daha önce hiç yapmadığı ve kesinlikle yapmak istemediği birşeyi ucube Gryffindor'lulardan birine yapacaktı. Şaşkınlığı devam ederken ağzından çıkan kelimeler şunlar olmuştu; "Yooo... Bunu yapmamı beklemiyorsunuz değil mi?" bunları söylerken ses tonu o kadar titrekti ki bunu gizlemeye kimsenin gücü yetmezdi. Kızlar ise ona bu soru karşısında ciddi bakışlarla bakıyorlardı. Kassidy bu bakışların hangi anlama geldiğini biliyordu. Ve böyle birşey yaparsa başına ne tür şeyler geleceğininde gayet iyi bir şekilde farkındaydı. Peki yapmassa, bu seferde onun bir korkaktan başka bir şey olmadığını düşüneceklerdi. Kassidy savaşın ortasında kalmış savunmazsız bir muggle gibi hissetmişti kendini. Tarif edilemez duyguların içinde kalakalmıştı öylece. Bu his onu çıldırtmaya yeterde artardı bile. Kassidy bu duyguların içerisinde ani bir kararla vagonun kapısını açmış ve yan vagonun kapısını açıp içeri girmişti. Kalbi ilk defa bu kadar delirmişçesine atıyordu. Kenidini bunu yapmaya zorunlu gibi hissetmesi kalp atışlarını iyice hızlandırıyordu. Karşısında duran Gryffindor'lu çocuk ise ona şaşkın bakışlarla bakıyordu. Daha fazla duramayacaktı burada, bitmeliydi artık bu işkence. Hızla Gryffindor'lu çocuğun yüzüne ellerini dayadıktan sonra onunla öpüşmeye başladı. Bu ancak birkaç saniye sürmüştü. O anda yükselen tuhaf sesler Kassidy'i yerin dibine sokmuş ve utancından ne yapacağını bilememişti. Hala bunu yaptığına inanamıyordu. Orayı derhal terk etmeliydi yoksa yanaklarından süzülen yaşları durdurmaya gücü yetmeyecekti. Ama onun yolunu kesmiş olan dudağından öptüğü Gyffindor'lu karşısında ona doğru bakıyordu "Heey, durur musun bir dakika?!" Kassidy burada bir saniye bile kalmak istemiyorken Gryffindor'lu çocuk onu durdurmuş ve konuşmak istiyordu. Ne diyecekti şimdi o Gryffindor'luya, her şey bir oyundu mu? delilikti bu yaptığı, büyük bir delilik. Aslında çok da kötü değildi ama ilk öpüşmesi böyle olmamalıydı. Zaten hiçbir kız böyle olmamasını isterdi. O tüm bunları düşünürken işler iyice sarpa sarmış ve Gryffindor'lu çocukla vagonda birbaşlarına kalmışlardı. Çocuğun gitgide ona yaklaşması ise dikkatinden kaçmıyor değildi Kassidy'nin. Kendini büyük bir çıkmazın içine sokmuştu bile bile. Bundan sonra olucakları düşünmek bile istemezken kapının arkasından fısıldaşıp gülen arkadaşları gözüne çarpmıştı. Kapının dışında olanlar onun içinde pusuya yatmış olan Kassidy'i uyandırmıştı. Hızlı bir manevra yapıp Gryffindor'lı çocuğu kenara doğru itmişti. Tam bu sırada ise çocukta Kassidy'nin kolunu yakalamıştı. Kassidy artık sinirlenmeye başlıyordu. Her şey yeterince kötüyken birde bu çıkmıştı. "Bırak kolumu, derhal!" Gryffindor'lu çocuk Kassidy'nin kolunu bırakmış ve kenara çekilmişti Kassidy ise kapıyı açmış ve kızların yüzündeki ifadeye dikkatlice bakıyordu. O kadar kötü bir durumdaydı ki oradan ayrılmazsa yanaklarından akan yaşları durduramayacaktı. Hiçbir şey demeden hızla uzaklaşıyordu oradan trenin en tenha tarafına doğru. Arkasından gelen biri vardı ama onu geri çevirecek gücü bile yoktu bu durumda. Kenidini vagonlardan birine zorlukla atmış ve kapısını büyük bir gürültüyle sımsıkı kapamıştı. Oturduğu yerde yanaklarından süzülen her bir yaş damlası, büyükannesinin ona hediye ettiği ışıltılı kolyeye çarptıktan sonra yere savruluyordu. Camdan dışarı bakarken tek bir dileği vardı bütün sıkıntılarının geçmesi. Artık onun omuzlarına büyük bir yük oluyordu bu sıkıntılar. Taşıyamayacaktı artık bütün hepsini tek başına. Uzun bir süre dalıp gitmişti dışarı bakarken. Bu sırada yalnız değildi, tabi henüz bunun farkında bile değildi. Kapının camından onu izleyen Gryffindor'lu çocuk, Kassidy'den etkilenmişçesine bakıyordu. Kassidy tekrardan yanaklarından süzülmeye başlayan yaşları durdurmaya çalışırken içeri Gryffindor'lu çocuk girmiş ve arkasından da "Oturabilir miyim?" demişti Kassidy'nin yanını gösterirken. Kassidy onu görmesiyle birlikte nabız atışlarının çoğaldını farketti. Onun yüzüne bakmaya cesareti yoktu yaptıklarından sonra. Her şey o kadar utanç vericiydi ki... Gryffindor'lu Kassidy'den hala bir yanıt bekliyordu Kassidy ise sadece "Beni yalnız bırak!" diyebilmişti onun sorusuna karşılık. Yanaklarından süzülen yaşlar gittikçe hırçınlaşıyordu. Onları durdurabilicek güç bulamıyoru kendinde. Gözyaşlaını saklayabilicek tek birşey bulabilmişti burum içinde, ellerini yüzüne kapatmıştı. Gryffindor'lu ise gitmesi gereken yerde Kassidy'e bakıyor ve ağlamasının nedeninin o olduğunu düşünüyordu. "Ağlama lütfen..." diyebilmişti çocuk bu durum karşısında. Kassidy ağlamaya devam ediyordu hıçkırıklar eşliğinde, bütün içinde biriktirdiklerini zehir gibi dışa püskürtmeye başlamıştı. Artık düşüncelerini dışa vurmalıydı "Kendimden çok utan..." daha fazla birşey söylemeden Gryffindor'lu çocuk Kassidy'e yaklaşmak istermişçesine bir adım attı. Kassidy ürkek bir kedi gibi geri çekilmiş ve "Sana beni yalnız bırakmanı söylememişmiydim?!" diyebilmişti sadece. Hala ağlamasına devam ediyordu ama biraz daha sakinleşmişti artık. Ancak Gryffindor'lu Kassidy'nin söylediklerini dinlemeden onun yanına oturmuş ve Kassidy'nin yüzünü ellerinin arasına almıştı "Lütfen ağlamanı istemiyorum..." gözleri birbirlerine kenetlenmişti sanki. İkisininde yüzü kızarmış bir şekilde önlerine eğilişlerdi. Yanaklarından süzülen yaşları elinin tersiyle silen Kassidy tekrardan dolan gözleriyle dışarı bakmaya çalıştı. Gözyaşlarını her ne yaparsa yapsın gizleyemiyordu. Bu sırada ona yaklaşan Gryffindor'lu çocukla Kassidy'nin arasında birkaç santim kalmıştı ancak. Kassidy farkına varmadan tekrar ona doğru döndüğünde Gryffindor'lu bir hamle yaparak Kassidy'nin elini tuttu ve "Sana zarar gelmesini istemem." dedi Kassidy'nin gözlerinin içine bakarken. Kassidy elini çekmek için bir hamle yaptı fakat Gryffindor'lu çocuk ondan önce davranıp eli ile Kassidy'nin çenesini kavradı ve suratını onun suratına yakınlaştırdı. "Sakın konuşma." diyerek Kassidy'nin pembe dudaklarına masum bir öpücük kondurdu. Kendini Kassidy'nin dudaklarından çektiği anda Kassidy'den acı bir tokat yedi. Tokadın etkisiyle gerilemiş olan Gryffindor'lu hiçbir şey demeden terketti vagonu. Arkasından baka kalan Kassidy'nin gözünün önünden film kareleri gibi geçen bu olay, duygularının karmakarışık bir hale gelmesini sağlamıştı.

Artık tren yolculuğu sona ermiş ve Hogwarts'a varılmıştı. Öğrenciler büyük bir hızla toplanmış ve kapıdan çıkıp Hogwarts'a varmak için can atıyordu. Eşyasını toplayan öğrenci kapıdan çıkıyor ve tren yavaş yavaş boşalıyordu. Çıkışta bavullarını alarak sessizce dışarı çıkan Kassidy, Gryffindor'lu çocukla karşılaşmamak için dua ediyordu. Gryffindor'lu çocukda bu arada Kassidy'i arıyor, trenden inenleri teker teker kontrol ediyordu. Trenden inen Eleanor ve Jade'in Kassidy'e bağırmasıyla arkasını dönen Kassidy, Gryffindor'lu çocukla göz göze gelmişti. Eleanor ve Jade Kassidy'nin yanına gelmesiyle birlikte "Hadi kızlar, hızlı yürüyün biraz." demesi Eleanor ve Jade'i şaşırtmıştı. Gryffindor'lu çocuk adeta kalabalığı yararak Kassidy'e ulaşmaya çalışıyordu. Kassidy ise ondan köşe bucak kaçmaya devam ediyordu. Ama Gryffindor'lu çocuk daha hızlı davranarak Kassidy'e iyice yaklaşmıştı.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Clariss Luisa Pietra
Model
Clariss Luisa Pietra


Kadın
Ruh hali : 8. Sezon ~ Büyük Şölen 90752870na1
Mesaj Sayısı : 641
Yaş : 31
Kan statüsü : Safkan
Galleon : 11846
Ekspresso Puanı : 0
Kayıt tarihi : 10/09/08

8. Sezon ~ Büyük Şölen Empty
MesajKonu: Geri: 8. Sezon ~ Büyük Şölen   8. Sezon ~ Büyük Şölen Icon_minitimePtsi 26 Ocak 2009, 13:44

Kassidy'nin korktuğu başına gelmişti. Gryffindorlu çocuk onu görmüş ve arkasından seslenmeye başlamıştı. Kassidy duyuyordu fakat duymazdan gelerek gittikçe adımlarını hızlandırıyordu. Aslında merak etmiyor değildi adını nasıl öğrendiğini, konuşurken ismini söylememişti, peki nasıl öğrenmişti? Bunu düşünürken kalbinin atış ritmine uygun olmayacak şekilde yavaşlamıştı yürüyüşü. Sanki geri geri gidiyordu ayakları. Hem karşısına alıp ismini nereden öğrendiğini sormak istiyor, hemde onun yüzüne bakmak istemiyordu. Belkide korkuyordu tekrar gözlerine bakmaktan. Ama kaçınılmaz bir şekilde vagonda yaşadıklarını gözünün önünden biran olsun atamıyordu. O dakikaları hafızasından bir türlü silemiyordu. Kalbinin atışlarını durduramadığı gibi kendinede engel olamamıştı ve tam arkasını dönücekken Gryffindor'lu çocuk ondan önce davranıp Kassidy'i kolundan sıkıca tutup kendine çevirmişti. Gryffindor'lu çocuk ona öyle derinden bakıyordu ki Kassidy içinde oluşan korkuya hakim olamamıştı. Bu korkunun anlamını o da bilmiyordu. İçindeki korkunun gözlerinden okunmasından korkan Kassidy çocuğun gözlerine sadece bir defa bakabilmişti. Gryffindor'lu biraz sert bir tavırla "Benden kaçıyorsun!" demesiyle Kassidy'nin gözlerine anlamlı bir ifadeyle bakış attı. Kassidy ise gözlerini kaçırarak "Nerden çıkardın, senden neden kaçayım ki?" diyebilmişti sadece. Gryffindor'lu pek inanmayan gözlerle "Kassidy yapma lütfen, bes belli benden kaçıyorsun. Ama neden? Bende sana soruyorum nedenini." Kassidy şaşkındı, ne diyeceğini bile bilmiyordu. Bir anlık kararla "Canımı acıtıyorsun, çek elini kolumdan." diyebilmişti ama Gryffindor'lu aldırış bile etmiyordu. Ne elini kolundan çekiyor ne de gözlerini Kassidy'nin gözlerinin üstünden ayırıyordu. Kassidy, onları izleyen Jade ve Eleanor'a çaresizlikle "Siz gidin canım ben geleceğim." diyebilmişti. Eleanor ve Jade onaylarcasına başlarını sallayıp oradan hızla uzaklaştılar. Kassidy gözlerine takındığı donuk ifadeyi Gryffindor'luya çevirmişti. "Nedir derdin benimle? Sürekli peşimdesin." Gryffindor'lu ses tonunu yumuşatmıştı "Senin üzülmen beni çok üzdü. Ağladığını görünce içimde birşeyler hissettim. Tarifi zor şeyler..." Kassidy anlamak istemiyordu bazı şeyleri. Belkide zor geliyordu herşey. "Niye üzülüyorsun, anlayamıyorum?" alacağı cevabı çok iyi bilesine rağmen soruyordu. "Anlamak istemiyorsun o kadar. Biraz düşün Kassidy..." Gryffindor'lunun yüzünde oluşan umut belkide son bir umuttu, bu umudu Kassidy'nin gözlerinde bırakıp uzaklaşmıştı oradan. Kassidy ise bakakalmıştı arkasından öylece. Geçektende anlamıyordu bazı şeyleri. O kadar açıktı ki herşey, gözlerini yummuş, kulaklarını tıkamıştı sanki olanlara karşı. Kendine gelerek yoluna devam etmeye çalışsada attığı adımlar onu sersemleştirircesine hüsrana uğratıyordu. Kafasında oluşan düşünceler her yalnız kaldığında bir tümör gibi yiyip bitiriyordu onu. Yalnız kalmaması gerekiyordu bir süre, ancak başka şeylerle kendini meşgul ederek bundan kurtulabilirdi. Kendini aceleyle Eleanor ve Jade'in yanına attı, o lanet olası düşünceler tekrardan başlamak üzereydi. "Selam kızlar, ben geldim!" yüzünü sahte gülümseyişiyle donatmıştı yine. Düşüncelerinden kurtulamazken mimikleri hep donuk ve sahte olurdu aynı şimdi olduğu gibi. İçindeki duyguları her nekadar gizlemeye çalışsada Eleanor ve Jade onda birşeyler olduğunu anlamıştı. Bilmek bile istemediği duyguları bazen onun dışında herkes biliyor gibi geliyordu ona. Özelliklede Eleanor ve Jade herşeyin farkında görünüyorlardı. "O çocukla ne konuştunuz Kassidy?" Kassidy'nin korktuğu soruyu soran Jade, büyük bir merakla cevap bekliyordu. Ama öyle gözüküyordu ki Kassidy bu soru karşısında kaçamak cevaplar verecek ve bu konuyu kapatmak için elinden geleni yapıcaktı. "Şşşeyy... Trende kavga etmiş-tik, bunun için gelmiş canım!" yalan söylediği her halinden belliydi, aslında yalan söylemekte en başarılı Slytherin'lilerden biriydi ama aynı şeyi Eleanor ve Jade'e uygulayamıyordu. Bu sırada inanmamış gözlerle bakan Eleanor ve Jade Kassidy'i sinirlendirmişti. Onlara karşı birşeyler söyleme isteği duymuştu içinde "Hepsi bu kızlar, başka birşey yok, olamazda!" bütün içindeki duyguları çiğneyip geçmişti üzerinden. İnkar etmişti duygularının hepsini. Doğru muydu bu yaptığı yoksa tam bir saçmalık mı? Kendide sanmıyordu doğru olduğunu ama her şey imkansızdı onun için. İmkansızlık, herşeyi söküp götürüyordu, içinde kuvvetli fırtınalar kopartıyordu adeta. Çok uzaktaydı ışık onun için, koskoca bir karanlığın içinde duran küçücük bir ışık onu umutlandırmaya yetmeyecek kadar imkansız görünüyordu. Her şey bir son bulmuştu sanki. Hiçbir şey yepyeni bir başlangıç için bembeyaz değildi. Büyük lekeler vardı beyazlığın içinde. Sanki hiçbir zaman temizleneyemecekti o lekeler...

Hogwarts tüm ihtişamıyla karşılarında duruyordu. O kadar mükemmeldi ki tablodan çıkarılmış bir manzara resmini hatırlatıyordu insana. İhtişamını yüzyıllardır devam ettiren Hogwarts herkese umut katıyordu. Okulun merdivenlerini hızla çıkan öğrencilerin yüreklerini dolduran umut, heyecan ve mutluluk gittikçe artıyordu. Büyük salona profösörler eşliğinde gelindiğinde ihtişamına şaşkınlıkla seyirci kalan I.sınıflar ilerleyip ilerlememe konusunda tereddüt yaşıyorlardı. Bütün öğrenciler bina masalarına oturmuş ve heyecandan yerlerinde duramayan I.sınıfları izliyordu. Herkesin büyük salonda yerini almasının ardından her dönem olduğu gibi profösörler, yeni öğrencileri Seçmen Şapkanın etrafında toplayıp binalarını seçmeye başladılar. Her bir öğrencinin binasının belirlenmesinin ardından büyük sevinç çığlıkları kopuyor ardından diğer öğrenciye geçiliyordu. Kassidy ise bunlardan tamamen uzak bir şekilde olanları izliyordu. Olanlardan uzak olan sadece Kassidy değildi elbette. Aynı şekilde Kassidy'i tırım tırım aramaya devam eden Gryffindor'lu çocukda tamamen uzaktı olup bitenden. Kassidy tedirginlikle etrafına bakınırken korktuğu başına gelmişti. En sonunda Gryffindor'lu çocukla göz göze gelmişlerdi. Kassidy bunun karşısında aniden sandalyesini geriye itmiş ve gözlerini yumup onun yanına gelmemesi için dua etmeye başlamıştı. Ama artık çok geçti herşey için. Gryffindor'lu çocuk profösörlere her nasılsa görünmeden Kassidy'nin yanına ulaşmayı başarmıştı. Onunla konuşmak için sıkıca kavramıştı kolunu. Kassidy onun ellerini kolunda hissettiği anda pes etmişti ve gözlerini yavaş yavaş aralayarak açmıştı. Onun gözleriyle gözlerine değmesiyle içinde kıpırdaşmaya başlayan duygular onu tedirginleştiriyordu. Çaresizliğiyle beraber söküp atmak istiyordu tüm bu duyguları içinden ama olmuyordu.

Profösörler yeni gelenleri binalarına yerleştirip kuralları hatırlattıktan sonra büyük şöleni başlatmışlardı. Herkes enfes tatta olan yemekleri büyük bir iştahla yemeye koyulmuştu, iki kişi hariç. Gryffindor'lu kimsenin haberi olmadan Kassidy'i götürmüştü büyük salondan. Kimse onların hangi cehennemde olduklarını bilmiyordu. Eğer onların yokluklarını farkederlerse işte o zaman ikisininde başı büyük bir belaya girerdi. Her binanın ortak salonunun bulunduğu kolidorda yükselen iki ses hararetli bir şekilde konuşuyordu. Bunlar büyük salondan kaçmış olan çılgın aşıklardan başka kimse olamazdı. "Kassidy sana aşığım, kanımın son damlasına kadar. Anlıyorsun değil mi? Seni deliler gibi seviyorum, sen-sen benim olmalısın!" Gryffindor'lu çocuk Kassidy'e isyankar ve ihtiraslı konuşuyordu. Onun sessizliğine anlam veremiyordu bir türlü. Kassidy, ona göre o kadar masumdu ki. Birbirlerinin gözlerinin içine bakıyorlardı derin sukunetin içinde. O kadar kenetlenmişlerdi ki birbirlerine sanki hiç kopmayacak gibi bağlanmışlardı. Kassidy buna bir son getirmek için Gryffindor'lunun dudağına masum bir öpücük kondurduktan sonra usulca girivermişti yatakhanesine.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
 
8. Sezon ~ Büyük Şölen
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası
 Similar topics
-

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
 :: Mantar Pano :: RPG İçi Sayfalar-
Buraya geçin: