İsim: Vëslania Veshaza
Cinsiyet: Dişi
Sihirsel Soy: Melez
Asa: -
Fiziksel betimleme:
Açık kahverengi, omuzlarına kadar dökülen, ipeksi, parlak saçları vardır. Saçlarıyla oynamayı çok seven genç kız ara sıra saçlarının rengini değiştirir. Mavi, derin bakışlı ve hafif çekik gözleri vardır. Annesinden aldığı gözleri bir kedinin sinsiliğiyle bakar. İnce, zarif bir fiziği ve masum bir güzeliği vardır. Daima dik yürür ve bunun kendine güvenin simgesi olduğunu düşünür.
Kişiliği:
Fazlasıyla asude olması biraz soğuk olmasını sağlasa bile onun bundan herhangi bir şikâyeti yoktur. Vësla, fazlasıyla zekî, yaşına göre olgun ve mantıklı düşüncelere sahiptir. Gerektiğinde ciddî olabilir; ancak resmîyetten pek hoşlanmaz ve fazla resmî olanları yapma, kendini beğenmiş görür. Dengesizdir, çabucak ruh hâli değiştirebilir. Ağırbaşlıdır, kendisini zorlayacak ya da yoracak hareketlerde bulunmaz. Eğer karşısındaki kişiden pozitif bir enerji aldıysa onunla arkadaş olmak için her şeyi yapar. Konuşmaları abartılı veya palavra doludur çoğunlukla. Vebalin kendisinde olduğunu kabul etmek istemez ve daima kusuru başkasına atar. Oldukça sabırlıdır. Kendisine verilen görevi eksiksiz yerine getirir. İnatçıdır ama şımarık değildir. Kimseyi sırtından vurmaz, insanları kullanmayı sevmez. Boş zamanlarında kitap okumayı sever; öyle ki kendisini kaptırdığında etrafındaki her şeyi unutabilir.
Ailesi ve yaşamı:
Vësla'nın annesi çiftçi bir ailenin kızı; babası ve annesi henüz bilinemeyen bir sebepten sihirsel soylarını reddetmişler. Ancak annesi kendinde olan bu yeteneği geliştirmekte diretince ailesi ile anlaşmazlık çıkmış ve evden kaçmış. Floransa yakınlarında bir köşke sığınıp ve ailenin büyücü oğulları ile birlikte her yıl Hogwarts'a devam etmiş. Bu arada köşke gelen ressam Achille ile ilişki yaşamış. Ressam köşkü sessiz sedasız terk ettikten günler sonra hamile olduğunu öğrenmiş ve Achille'yi bulmak için evden ayrılmış. Aylarca aramış fakat bir iz bulamamış. En sonunda İtalya'da bir pansiyona yerleşip ve bir gece pansiyon sahibesi yaşlı kadın yardımıyla Vësla'yı dünyaya getirmiş. Daha sonra kendinden yaşça büyük bir adamla evlenmiş ve Vësla o adamı kendi baban sanıyor.
Basit RP örneği:
'Salut Peter! Comment allez-vous?'
'Bién damé!'
'Hey, öğrenmişsin işte.'
'Sayende Bayan Meraud.'
Gülümsedi ve çocuğun bisikletiyle köşeği dönüşünü izledi. Peter Pliymton. Semtteki iki büyücü ailesinden birinin, Pliymton'ların küçük oğlu. Meraud'lar soylarındaki asilliği korumanın en güzel yolunun safkanlarla iletişim içinde olmaktan geçtiğine inanmışlar. Her ne kadar bu düşünceyi aptalca da bulsam annem ve babamın baskısı işin ucunda Peter'la evlenmek fikrinin yattığını gösteriyor. Eğer bir gün bu çirkin emellerini benimle paylaşırlarsa Merlyn Halama kaçacağım. Şimdiden yol paramı biriktiriyorum...
Evi kilitledikten sonra sokak kaldırımına inmek için kullanılan merdivenlere yöneldi. Ayağının altında yavaş yavaş yok olan merdivenlerin üçüncü basamağından Irunn Welling'lerin evinin mutfağı iyi gözetleniyordu. Çoğu zaman hizmetçilerinin koşuşturduğu mutfakta bazen anne ve babasının kavgalarına şahit olurdu Phaédra. Zavallı kız, onları çok mutlu sanıyordu. Oysa kendisini normal bir avukat gibi tanıtan Bélla Meraud'a boşanmaları için ortak avukatları olup olamayacağını sormuşlardı. Annesinin ustaca kurgulanmış yalanları ve neredeyse Phaédra'yı bile kandıracak derecedeki normal davranışları onları kolayca ikna etmişti. Irunn'a bunu söyleyip doğrucu Merlin'i oynamakla, içine atıp kudurmak arasında kalmıştı. Bencil tarafı inatla söylemesi gerektiğini savunuyor olsa da içinde bir yerlerde yaşan savaşı veren merhamet bu konu adına Phaédra'yı ele geçirmişti. Sırf bu konu hakkındaki fikirlerinin değişip değişmediğini gözlemlemek için bir süre aynı basamak üzerinde duraksadı. Weilling'lerin kilise faresini andıran hizmetçileri mutfakta yuvarlanıyor, sakarlıklar yapıyordu. Kadının şapşal hareketleri suratındaki gölgelerin parçalanıp havaya karışmasına yerini muzur bir tebessüme bırakmasına sebep olurken kaldırıma adımını attı.
Sıcak hava elbisesinin açıkta bıraktığı omuzlarını yakıyordu. Saçları hayli yüksekten toplanmış olmasına rağmen hala iri dalgalar halinde omuzlarına dökülüyordu. Babasının saçlarını kestirmesi konusundaki ısrarlarını göz ardı ederek ve belki de sırf inattan uzattığı saçları böyle günlerde tam bir işkence aletine dönüşüyordu. Uzun parmaklarını yelpaze gibi kullanarak havanın yüzüne hücum etmesini sağlamaya çalışıyor olsa da başarılı olmadığının farkındaydı. Parlak mavi gözleri yuvarlarında döndü ve düşen omuzlarıyla birlikte köşeden döndü. Parkta oynaşan çocuklar, kaldırımda sarmaş dolaş gezinen sevgililer ve tepesinde parlayan güneş. Bugün gerçekten kendini yalnız hissetmiyor aksine fazla kalabalık olduğunu düşünüyordu. Oldu olası nefret ettiği yaz ayları şimdilerde iyice bitmek bilmezleşiyordu. Üstelik Hogwarts'ın efsanevi görüntüsünü kitaplarda görmekten bıkmış bir kız çocuğu için takvimden koparılacak on beş yaprak çok fazlaydı. 1 Eylül... Tahminlerine göre hayatının dönüm noktasıydı. Annesinin kuralları aritmansi dersinden yüksek notlar almasını gerektiriyordu. Babası ise rahat kişiliğini yansıtarak yalnızca Qudditch takımına girmesini istemişti. Birilerinin direktifleri doğrultusunda hareket etmekten nefret eden bir kızları olması kuşkusuz en büyük talihsizlikleriydi. Phaédra aritmansi dersini anlamamaya, Quidditch takımına girmemeye kararlıydı. Belki babasının alacağı bir Ateşoku fikrini değiştirebilirdi. Kuruyan dudaklarını ıslatırken sürdüğü nemlendiricinin çilekli tadı ağzını tatlandırmıştı. Nereye gidiyordu? Babasıyla buluşup Diagon Yolu'na gideceklerdi. Hayatında ilk defa kendisinin gerçekten ait olduğu, bir parçası olduğu bir dünyaya adım atacaktı. Ne gariptir ki bu garip durum için bile en ufak bir heyecan hissetmiyordu. Düşünmekten yorulduğunu fark ettiğinde kafasını çarpık kaldırım taşlarından kaldırdı. İleride kocaman gülümsemesiyle kendisine el sallayan adam babasından başkası değildi. Bu güven barındıran gülümseme yıllardır hissetmediği kadar iç ısıtıcıydı. Yakışıklı bir adamdı babası. Son zamanlarda çok çalışıyor olmasından ileri gele kırışıklıklarla bile yakışıklıydı... Derin bir nefes aldı ve kendisini bekleyen adama doğru koşturdu. Quidditch takımına girmeliyim...
Yaklaşık bir saat sonra kendini bulduğu rutubet kokulu han ona büyü ile ilgili birşeyden çok sefaleti hatırlatıyordu. İçerideki tek tük masalar boştu, en köşedeki karanlık masada yüzü gözükmeyen bir adam oturuyordu. Etraftaki sessizlik ayakkabılarının parlayan burunlarına sürtünerek ilerleyen böceğin sesini bile duymaya müsaitti. Tam karşısında duran tezgâhın arkasında çizilen tabloya tam oturan, ucube bir adam vardı. Suratı buldog köpeklerini andırıyor, yağlı saçları insanın midesini tersine çeviriyordu. Fersiz bakışları, böcek kabuğunu andıran gözleri vardı. Çizik içinde kalmış hissi veren suratında asık bir ifade vardı ki Phaédra'yı en çok rahatsız eden bu olmuştu. Rengi atmış, sökülmüş bir bezle temiz bir bardağı kirletmekle meşgulken bakışları Phaédra'ya kaydı. Yavaşça kalkan kaşları ve belli belirsiz kıvrılan dudakları saldırgan gözükmesini sağlarken aynı derecede korkutucuydu. Phaédra bakışlarını kaçırdı ve derin bir nefes alarak babasının kolunu çekiştirdi.
'Hemen defolamaz mıyız?' diye fısıldadı.
'Sen değil Phaédra. Önce ben gidip bazı işlerimi halledeceğim, sonra gelip seni alırım. Ayrıca defolmak da ne demek oluyor?'
Babasının çatık kaşlarına ve sinirden seğiren suratına şapşal şapşal baktı bir süre. Sonra kollarını birbirine kenetledi ve omuz silkerek vitrine yakın duran masanın etrafındaki iki sandalyeden birine çöktü. Diğerinin ayağı kırık gibi duruyordu. Ortam bir ofis kadar loştu. Masaların üzerine konulan mumların tek görevi diplerini aydınlatmaktı. Arada bir dolu olan diğer masadan gelen hırıltılarla üst kattan gelen çıtırtılar birleşiyor, Phaédra'nın delirmesine ön ayak oluyorlardı. Tüm bu iğrenç görüntüleri izlerken babasını iğnelemek için arkasını döndüğünde çoktan yok olduğunu fark etti. Hissettiği huzursuzluk tavan yaparken saçlarını bir arada tutan tokayı yavaşça çıkarıp güzel yüzünü saçalrıyla örtmeye çalıştı. Mümkün oldukça dikkat çekmemeye çalışıyor olsa da etrafa yaydığı güzel kokuyu unutuyordu.
Giderek çileden çıkan kız huzursuzca kıpırdanıyor, barmenin yanına gelmek için girişimde bulunmaması için Tanrı'sına dua ediyordu. En çok da babasının onu bırakıp gidişiydi sinirini bozan. Nereye gitmişti? İşten kastı neydi? Şuursuz adam. Her seferinde kızını bir köşeye fırlatıp arkadaşlarına koşuyordu. Annesi ile babasının kavga etmelerine yol açacak iki nedenden biriydi. Eskiden babasını şikayet etmek hoşuna gidiyor olsa da şu sıralar evde yükselen kahkahaya bile tahammülü yoktu. Yalnızlığı içinde boğulmak, sadece ona ait olmak istiyordu. Oysa bu konuşkan ve etrafındakileri yoran Phaédra'ya ters bir durumdu. Belki de Emily ile son görüşmelerindeki konuşmalarıydı buna sebep. Patavatsız, ucubenin tekiydi. Ona yeryüzünden yakıştırabileceği tek şey tezgâhın arkasında Phaédra'ya doğru aç gözlerle bakan adamdı. Omzunun üstünden adama doğru ters bir bakış attı ve tekrar vitrinin önünden geçen insanları süzmeye başladı.
Varla yok arasında bir yerdeydi. Korku içinde biryerlerde yeşerirken içinde bulunduğu yalnızlık ruhunu dinlendiriyordu. Tehdit altındaydı ama hiç olmadığı kadar rahattı. Gözleri arada sırada tavana doğru kayıyor, sallanan avizenin kafasına düşmemesini diliyordu. Orta Çağ'da kalmış gibiydi herşey. Şamdanlar, avizeler, masalar, halılar ve yavan dekorlar. Duvarların yarısı tahtayla kaplanmış diğer yarısı ile üzerine şekiller çizebileceğiniz kalınlıkta bir yağ ile örtülmüştü. Rengin mavi olması bir ihtimaldi, Phaédra'ya en doğru gelen ihtimaldi. Boş duvarlardan birinde tutunduğu bir çivi düşmesine rağmen hala asılı duran, zevksiz bir tablo vardı. Halkı onu terk etmiş, geriye kocaman bir şato harabesi bırakmıştı. Gotik dönemden kaldığını tahmin ettiği tablo yanılmıyorsa Jack Jackson imzalıydı. Daha önce duymuş muydu? Sanmıyordu. Ortamdaki hiç birşey Meraud'ların evindeki şık ve gösterişli objelere uymuyorken böyle korkunç bir tabloyu daha önce görmüş ve ya ressamını duymuş olması imkânsızdı. Annesinin alış - verişi babasına yıkmasının sebebi de anlaşılıyordu. Asla girmek istemediği bu ortam ona çok uzaktı. Sallanan küpeleri, diz üstü etekleri ve abartılı makyajı buraya fazlaydı. Oysa buranın sefilliğine alışmışken fark ettiği bir şekilde burası annesine fazlaydı. Burada herşeyin bir ağırlığı vardı. Her şey rutubet kokuyordu ve her şey aynı derecede iğrençti. Oysa annesi buraya girdiği anda sırıtacaktı, buranın ucubesi o olacaktı.
Derin bir nefes aldı ve daha önce hiç fark etmediği oğlanın tam da karşısına kurulduğunu anladı. Kaşlarını çattı ve yüzüne zorlanıyormuş gibi bir ifade oturtarak hatırlamaya çalıştı. Spencer Warrington. O büyük sevetin varisi, küçükken evcilik oynadığı çocuk. Suratını fetheden gülümsemeye engel olamadı ve dişleriyle engellediği dudaklarını rahat bırakarak kıvrılmalarına izin verdi. Yüzüne doğru elleriyle taradığı saçlarını geriye doğru savurarak masaya yaklaştı. Bundan daha iyi bir zamanlama olamazdı. Çocuğun yakışıklı suratını süzüyor, doğru kelimeyi seçmeye çalışıyordu. Oyun istemediği belliydi. Oyun istediği zaman genelde saç çekme yöntemini kullanıyordu. Zihninin önlerine hücum eden anıları durdurmaya çalışarak
'Bon Dieu! Seni görmek... Gerçekten güzel.' Bir süre duraksadı ve şaşkın bakışlar atıp 'Hey, beni gerçekten şaşırttın. Nasılsın?' diye mırıldandı.
'İyi gibiyim Spencer.'
İyiydi aslında, gibisi fazla. İlk başlarda yadırgadığı bu mekânın bir parçası oluyordu yavaş yavaş. Kızılımsı kahverengi saçlarının grileştiğini, elbisesindeki çizgilerin solduğunu, benzinin attığını düşünmeye başlamıştı. Ait olması gerektiği yerde gibiydi. Meraud'ların biricik kızları kendini Kazan'da mutlu mu hissediyordu? Annesinin kulağına gitse Madam Cleumentaun'ı Fransa'dan geri getirirdi. O yaşlı, bunak cadı az çektirmemişti Phaédra'ya. Dik dur, yemek yerken kurallara dikkat et, uyumlu giyin, düzgün konuş... Emirlerle geçen bir çocukluğu vardı. Tek çocuk olmanın en zor yanıydı belki de, annesi gibi bir kadına tek başına katlanıyordu. Evet, onu seviyordu ama çoğu zaman ondan uzak dururdu. Annesi hep daha fazlasını isteyen, arsız bir kadındı. Çıkarcıydı, çoğu zaman kızını bile yalanlarına alet ediyordu. Ne istiyordu ki? Phaédra canı yandığında ağlamazdı, isteklerini tek başına gerçekleştirmeye çalışırdı, evde varla yok arasındaydı. Yine de tüm sıkıntıların, kavgaların altında yatan nedenmiş gibi sahneye çıkarılırdı. Yorulduğunu hissettiğinde, nefes almak bile canını yakıyorken dışarı çıkar saatlerce eve dönmezdi. Yalnız geçen hafta kendinin bile şaşırdığı bir şekilde sert bir kavganın başrol oyuncusu olmuştu.
Ona arkadaşlarla çıkacağımı söyledim. Beni dinlemedi, Samantha ile dedikodu yapıyordum demiyor da toplantı tarihlerindeki karışıklığı düzenliyordum diyor. Meğer Williams'lar bize gelecekmiş, neden eve geç kalmışmışım. Ahh, o sırada kaçmalıydım evden. Tanrım, bu kadın beni gerçekten delirtiyor!
'Aslına bakarsan okul için birşeyler almak için çıkmış olmamıza rağmen babam beni buraya fırlattı.' Gözlerini devirdi ve pot kırdığının farkına vararak utanmış bir tavırla elini ensesine götürüp sıvazlarken 'Afedersin, yani beni burada bıraktı diyecektim.'
Elmacık kemiklerinin üzerlerinin kızardığını biliyordu, hep böyle olurdu. Elini yavaşça ensesinden çekti ve kucağında duran koluna sert bir çimdik attı. Kendine gelmesi gerektiğinin farkındaydı. Ağzına geldiği gibi konuşmaya devam ederse çocuğun gömleğine olan beğenisini de dile getirecekti. Sarhoş olmuş gibi hissediyordu. Uzun süredir teneffüs ettiği bu ağıt koku başını döndürüyor, midesinin kalkmasına yol açıyordu. Spencer'ın durdurmasına rağmen sefil bir girişimde bulunup masaya doğru hareketlenen yaşlı barmeni fark ettiğinde suratındaki ifade parçalanıp yok oldu. Adamın hareketlerindeki kasvet insanı daha da ürpertiyordu. Büyük elleriyle tuttuğu tepsiyi burunlarına sokarak hırıltılı ses tonuyla
'İçecek alacak mısınız?'
Konuşunca daha da çirkinleşen yüzü Phaédra'nın sinirlerini alt üst etmişti. İçmeleri için emir veriyor, tehdirkâr bir edayla dişlerini gıcırdatıyordu. Yakından bakıldığında daha da yaşlı görünen bu adamın koyu kahve, yırtık ve ısrarcı bakışları iki çocuk üzerinde gidip geliyordu. Spencer 'ın tedirginliğini fark etmesini dileyerek, umutla baktı çocuğa. Herhangi bir sipariş vermesi yeterliydi, yeter ki garsonu yanı başlarından def etsin.