" Önüne baksana, küçük şapşal! "
Herhalde bir derse yetişmeye çalışan, Jose'a sert bir biçimde çarpana kadar loş ışıkla aydınlatılmış ıssız koridorda koşar adım ilerleyen küçük bir kız çocuğuydu bu. Çoğu zamanki gibi saçlarıyla gizlediği mavi gözlerini kıza dikme zahmetine bile dikmemişti, fakat cübbesindeki Ravenclaw armasını görmüştü. Ravenclaw... Yetişmek için böyle koşuşturmasına şaşmamalı. İlk gününü hatırlıyordu da Hogwarts'ta, Seçmen Şapka onu Ravenclaw'a koymayı düşünmüştü ciddi ciddi. Yeterince, hatta 'yeterince'den biraz daha fazla zeki olmasına rağmen Slytherin onun kişiliğini tamamen yansıtıyordu işte. Ravenclaw'a karşı her zaman sempatisi vardı, zeki olan erkeklerden hoşlanmasıyla da bina onun gözünde bir artı daha kazanmıştı: Yine de her zamanki asabiyeti üstündeyken kıza yanlışlıkla da olsa ters bir harekette bulunmak, kötü sonuçlar doğurabilirdi. Fakat aklındaki binlerce 'duygusal' düşünceyle ciddi anlamda sinirlenmek pek de mümkün değildi doğrusu. Sadece küçük bir uyarıyla geçiştirmek yeterli olacaktı, nitekim de öyle yaptı.
" En azından çaba göster ki, binanın armasını taşımaya yetecek kadar bir zeka kırıntısından bile mahrum olduğunu düşünmeyelim. Utanç kaynağı. "
Göremese bile kızın faltaşı gibi açılmış gözlerle ona baktığını hissedebiliyordu. Belki içinden birkaç küfür de sayıyordu, fakat bunu bilemezdi. Bunu yüzüne söyleyecek kadar cesareti bulunmuyorsa, o zaman kızın tartışmaya değer birisi olmadığına kanaat getirmişti. Gece siyahı, ipeksi saçlarını arkaya doğru bilmiş bir edayla savurup, kıza hafifçe çarpıp yürümeye devam etti. Yüzüne vuran loş ışık, onun en azından önünü görebilmesine olanak tanımışsa da etrafından geçip giden insanların silüetlerini seçebiliyordu sadece. Gözünün önünden atmıştı saçlarını, şimdi ise hafifçe kıstığı gözlerle O'nu görmeye çalışıyordu umutsuzca. Yüreği hafif bir heyecanla çarparken, aslında O'nu görse de hiçbir şeyin değişmeyeceğini biliyordu. Ne iki çift laf edebilecek, ne de gülümseyebilecekti. Oysa ki ona daha farklı davranmak istiyordu diğer insanlardan, kendisini uçsuz bucaksız bir tarlanın ortasındaki korkuluktan farklı görmeyen bu insanlardan birisi olmasını istemiyordu O'nun. Belki geçen günlerde aralarında geçen konuşma birşeyleri değiştirmişti, ama duygular hala aynıydı. Vazgeçmemişti, daha doğrusu vazgeçememişti. Beni kendisine bağlamayı iyi biliyor... İstemeden de olsa. Bu salakça duygular onu esir aldığından beri kendisinden nefret eder olmuştu neredeyse, 'zayıflık' diye tanımladığı şeylerin onu resmen kontrol etmesi onda gözle görülür bir değişiklik yaratmıştı. Gerek karakteristik, gerek fiziksel. En önemlileri hayaller ve sonu gelmeyen gözyaşlarıydı muhtemelen. Daha önce hiç saçma sapan hayaller kurduğunu ya da incir çekirdeğini doldurmayan sebeplerden ağladığını hatırlamıyordu. Hatta annesinin öylece çekip gitmesi bile ona 2 damlalık gözyaşları ve birkaç haftalık üzüntüden fazlasını getirmemişti. Yine de bir tarafı, bu durumdan hoşlanıyordu. O'nu her gördüğünde garip bir şekilde başının hafifçe dönmesi, boğazının kuruması ya da bir anda ateş basması onu kızdırıyordu, ama sanki bunlar onun yaşamının vazgeçilmez bir parçası haline gelmişti ve bunlar olmadan insan da olmayacaktı. İçinde onu 'insan' yapabilen şeylerin varlığı bir şekilde rahatlatıcı da geliyordu. Bu tip sayısız düşünce içinde attığı adımlar bir anda soğuğun yüzüne çarpmasıyla durdu.
Neredeyse transa geçmiş bir halde Ortak Salona gideceği halde, yolunu oldukça değiştirip dışarı çıkmıştı. Soğuk... Ah, bu duygu onu yeniden eski Jose'a döndürmeye yeter de artardı bile. Kendisini bir şekilde güçlü, yenilemez hissetmişti. Sanki beyninin içinde dönüp duran 3 karakter vardı, birincisi her zamanki kız; soğuk, alaycı ve bilmiş. İkincisi; duygusal, melankolik ve üçüncü karakterden nefret eden. Diğeri ise bambaşkaydı, bugüne kadar aklından bile geçmeyen düşünceleri açığa çıkartmak için uğraşıp duruyordu. O aşık olmayı seviyordu, her zaman mutluydu ve her şeyin bir iyi yanını buluyordu. Tamamen zıt düşüncelerin onu zaman zaman kontrol ettiğinin farkında bile değildi oysa ki Jose. Yüzüne ve saçlarına sık sık yağmur damlaları düşmeye başlayınca yine ufak bir hipnoz seansından kurtulmuşçasına başını hafifçe sallayıp, sırtını dikleştirdi. Bugün oldukça güzeldi aslında. 'Kötü' diyebileceği bir olay olmamıştı daha ki bu bile başlı başına mutlu olmak için bir sebepti Jose için. Süet çizmeleri hafif hışırtılar çıkartarak, yağmurdan ıslanmış olan elmas yeşili çimenlerin üstünden geçiyordu. Nereye gittiği hakkında bir fikri yoktu, gözleri hızla esip saçlarını kuş yuvasına döndürmek için çaba sarfeden rüzgardan korunmak için kısılmıştı iyice. Dışarda çok az kişi vardı görebildiği kadar, güneş rengini henüz vermemişti yapraklara, havada berrak bir çekicilik vardı. Bu nedendi belki de bazılarının dışarda olmasına, yani onun gibilerin. Başını hafifçe kaldırdı gökyüzüne doğru, yüzüne düşen yağmur damlalarının serinlettiğini hissediyordu onu. Göle yakın bir bankın üstündeki iki Gryffindor'lu kız, heyecanlı bir şekilde birşeyleri tartışıyordu. Yağmur ya da dondurucu hava onları pek de etkilememişti henüz anlaşılan. Bahçenin en tenha, en uzak köşesiyse Slytherin'den bir çifti ağırlıyordu. Vay vay vay... Emily'nin o çocuğu kapacağı belliydi zaten. Arkadaşı olan kıza bakarken, sevgilisiyle olduğu ve en çok da mutlu olduğu için kıskanan bir ifadeyle kırmızımsı dudağının ucu hafifçe yukarı doğru kalkmıştı. Biraz da aşağılama belki... Ne de olsa böyle 'aşk kumruları' durumları onun için bir komedi gösterisi gibiydi.
Saçlarını savurup, yürümeye devam ederken griye boyanmış gökyüzünün ne kadar sakin olduğunu düşünüyordu sadece. Koyu gri pamuklar gibi gözüken bulutlarla beraber, bu fırtınada bile sakinliğini koruyan bir tablo gibiydi. Üstündeki ince cübbeye iyice sarılıp, bahçenin koruya yakın bir kısmındaki ağacın dibine çöktü. Dikkatle bakmamıştı, fakat akasya olduğunu tahmin ediyordu. Bahçe çoğunlukla her daim yeşil kalan çamlarla doluydu, fakat arada akasyalara da rastlamak mümkün oluyordu. Yapraklarından çoğu hastalıklı bir sarı-turuncu renk almış, yere düşmüştü. Kalitesiz bir battaniyenin üstüne oturmuş gibi olan his de bundan kaynaklanıyordu işte. Kollarını kavuşturup, başını hafifçe yukarı kaldırınca O'nun önünden geçtiğini gördü. Oturuyor olması iyiydi; başı fena halde dönmüştü ve eğer tutunabileceği bir yer olmasaydı dengesini kaybetmekten korkabilirdi. İçindeki o yabancı duygu yine baş göstermişti işte, dondurucu soğuğun ortasında bile resmen yanıyordu. Görür görmez başka tarafa bakmıştı, onu görünce saçma sapan hareketler yapabileceğinden korkuyordu. Ama yine de varlığı onu mutlu kılıyordu, bir şekilde. Okula doğru yavaş adımlarla ilerliyor, etrafına bakınıyordu. Kolunun altına aldığı bir sürü kitaptan dolayı onun derse gireceğini tahmin etmişti. Okulun kapısının ardından yavaşça gözden kaybolunca, içindeki hisler de yabancı bir el tarafından çekilip kopartılmış gibi son buldu. Gözlerini kapatıp, öylece oturdu birkaç dakika. Eskiden sadece bir arkadaş olarak gördüğü birisine karşı onun tabiriyle 'duygusal saçmalıklar' hissetmesi yeterince kötü değilmiş gibi, O'nun kendisini hala sadece pek de samimi olmadığı bir arkadaşı olarak gördüğünü biliyordu. Belki de bu yüzden az da olsa dizginleyebiliyordu duygularını, eğer ufak bir işaret almış olsaydı çok daha gereksiz hareketlerde bulunacaktı, sanki hayat birden toz pembe olmuş gibi. Ki onu tanıyan biri bu halini görecek olsaydı, hemen herşeyi anlardı. Onun için de, ölümden ya da böcekler tarafından yenilmekten daha kötü birşey varsa o da zayıf tarafının, yani O'nun öğrenilmesiydi artık. Kafasından tüm düşünceleri atmak için olağanüstü bir çaba sarfetti o anda, tüm bunları düşünmek sadece kendisini O'na daha fazla kaptırmasına neden olacaktı. Zihnini sadece yüzüne çarpan rüzgara verdi, ve başının üstünde ritmik seslerle birbirlerine çarpmakta olan ölü, uzun parmaklara benzeyen çıplak ağaç dallarına.