|
| Dolunay (Bölüm 2) | |
| | Yazar | Mesaj |
---|
Eurydice Black Slytherin Bina Sorumlusu, İksir Profesörü
Ruh hali : Mesaj Sayısı : 2206 Yaş : 30 Kan statüsü : Safkan. Galleon : 12424 Ekspresso Puanı : 89 Kayıt tarihi : 05/06/08
| Konu: Dolunay (Bölüm 2) Ptsi 26 Ocak 2009, 19:50 | |
| Tarih: Aralık 1951 Hava Durumu: Hafif rüzgârlı Başlık Sahipleri: Elizabeth Black, William Julian O'Neil, Kronos, Symphonie Iréne Clyde, Charles Ernest Bright Güneşin doğarken büründüğü kızılımsı renk büsbütün ele geçirmişti Britanya’yı. İngiltere’nin köhne Muggle mahallelerinde gazete satmak için yola koyulan küçük çocuklar, evlerinden arabalarına doğru ilerleyen Mugglelar’a yetişmek adına, ayaklarında potinler hızlıca koşuşuyorlardı taşlı sokak aralarında. Ellerinde kömür paketleri, fırınlara doğru ilerleyen işçiler biraz sonra kapkara olacak yüzlerine elveda diyordu. Kilisenin çanları her saat başı ötüyor, yepyeni bir zaman diliminin haberini veriyordu insanlara. Hafiften esen meltem kuş cıvıltılarına karışıyor, ağaçların yapraklarını sallandırıp duruyordu. Kiliselerine koşan rahipler diğerleriyle yerlerini değiştiriyor, orada sabahlayan insanlar da ellerini açmış tanrıya yalvarıyordu. Muggle dünyasında bu gelişmeler devam ederken, büyücü dünyasındaki genç cadı ölümle büyük bir savaş içinde, gözlerini açacağı dakikayı bekliyordu…
xxx
Göz kapaklarını ani bir şekilde açmasıyla kapalıyken içinde boğulduğu karanlıktan kurtulmuş; net olmayan, sade bir aydınlığa kavuşmuştu. Başını biraz daha dikleştirmeye çalıştığında boynuna, beline ve kollarına saplanan acı dişlerini sıkmasına neden olmuştu. Gerilen yüz hatları nedeniyle yanağında oluşmaya başlayan karıncalanma hissi gittikçe artıyordu. Görüşü biraz daha netleşirken, içinde bulunduğunu anladığı Hastane Kanadı’na nasıl geldiği sorusu merak uyandırıyordu beyninde. Nefes alış verişinde ciğerlerine dolan ve onları acıyla kavuran iyot ve eter kokusu biraz daha yayılıyordu her defasında. Başucundaki komodinin üzerindeki saati eline almak için uzandığında tüm vücudunu kasıp kavuran acı daha da şiddetli bir darbe indirmişti Liz’e. Başını biraz kaldırıp yarı çıplak sayılabilecek vücuduna baktığında gördüğü bembeyaz sargılar ve kırmızıya bulanmış havlular endişesini daha da körüklüyordu. Belini büsbütün sarmış olan bez nemliydi ve kırmızıya dönük bir renkteydi. Elini oraya götürdüğünde, bulaşan kan onu biraz daha korkuturken yakınlarda kimsenin olup olmadığını epey merak ediyordu. Vücudunun bu mahvolmuş halini gördüğünde ilk hatırlayamadığı korkunç anları sonraları kısa kısa da olsa anımsamaya başlamıştı. O dehşet verici yaratığın saldırısını bütün Hogwarts duymuş olmalıydı. Çalar saati eline aldığında metalin yüzeyinden kendisine yansıyan suratı onun moralini sıfırlandırabilecek yegâne şeydi. Kaşında büyük bir sargı bezi vardı. Yanağında pençe izi olduğunu sonradan anladığı üç derin çizik elmacık kemiklerinden çenesine dek devam ediyordu. Çatlamış dudakları ve morarmaya başlamış gözaltları onu bir ölüden farksız kılıyordu. Hüsrana uğramış bir savaşçı misali yere fırlattığı çalar saatin paramparça olan camının çıkarttığı ses ayak seslerinin ve konuşmaların kendisine doğru gelmesini sağlamıştı. Bu sırada perdeleri aralayıp, elinde metal bir kapla içeri giren kadın yüzünde endişeli bir gülümsemeyle Liz’e yaklaşıyordu. Genç cadının yorgunluktan ve acıdan kısılmış gözlerini gören kadının çığlığı bütün Hastane Kanadı’nı yerle bir etmiş, sevincinden elindekileri yere düşürmüştü.
“ Profesör Derwent… O yaşıyor efendim, yaşıyor! ”
Duyduğu ayak sesleri biraz daha artarken şişman kadın pamukları suda ıslatıp Liz’in kuruluktan çatlamış dudaklarına sürdükten sonra yana çekilip komodinin çekmecelerinden birini açtı. Bu sırada perdeleri ardına dek açıp içeri giren iki profesörün mizaçlarını tam olarak kestiremese de az önce kadının söylediklerinden yaşlıca olanın müdirenin ta kendisi olduğunu fark etti. Biraz daha dikkatli bakmaya başladığında diğerinin de pek hoşlanmadığı fakat ona hayatını borçlu olduğu Muggle Araştırmaları Profesörü Clyde’ın oluşuyla yüzünü biraz daha ekşittikten sonra şifacının kendisine doğru yanaştığını fark edip yüzünü diğer tarafa çevirdi. Küçüklüğünden beri sevmediği ilaçlardan birini veya bitkileri ağzına tıkıştıracağını sandığı kadın elindeki lastikle Liz’in birbirine dolanmış saçlarını topladıktan sonra geri çekilip ona bir kez uzaktan baktıktan sonra arkasını dönüp oradan uzaklaştı. Muggle Araştırmaları Profesörü kendisine birkaç soru soruyordu fakat Liz’in bunları cevaplamaya pek niyeti yok gibiydi. Tek tük verdiği cevaplara aldanmayan kadın soru sormayı bıraktığında, onu rahat bırakmayı tercih etmiş gibiydi. Başını sağa çeviren Liz gözlerini profesörlerden kaçırmaya çalışarak, çatlak ve kısık bir sesle sordu;
“ William… O, öldü mü profesör? ” | |
| | | William Julian O'Neil Ravenclaw 5. Sınıf Öğrencisi
Ruh hali : Mesaj Sayısı : 1164 Yaş : 29 Kan statüsü : Melez Galleon : 11962 Ekspresso Puanı : 7 Kayıt tarihi : 17/08/08
| Konu: Geri: Dolunay (Bölüm 2) Ptsi 26 Ocak 2009, 19:56 | |
| Bembeyaz pamuğu andıran bulutların olduğu, tek bir siyah leke bile olmayan devasa odadaydı. Oda olup olmadığını söylemek zordu çünkü bir uçsuz bucaksız bir beyazlıktı bu. Bulut ve pamuk arasında kararsız kaldığı yumuşak zeminde uzanmış, gözlerini mavinin her tonuna sahip gökyüzüne dikmişti. Beyaz renginden gelen bir parlaklık vardı ama güneş yoktu. Her şey beyazdı, sadece bu parlaklıktan kaçmak istediğinde bakabileceği gökyüzü vardı. Gözlerini kapamak bile işe yaramıyordu, zaten kapalıydılar. Üşüdüğünü de hissetmiyordu, oysa üzerinde sadece bir pantolon vardı. Kendi üşümediğini anladığında üzerinde yattığı şeyin bir kar yığını olduğunu düşündü. Soğuk değil aksine sıcaktı ama kara benziyordu. Cevabı merak ettiğinden gözlerini açtı. Beyaz, o kadar parlaktı ki tüm görüntüyü gözü kapalı görüyordu. Gözlerini kısmıştı, parlaklık gözünü acıtıyordu. Beyaz ve mavi renklerinin oluşturduğu bu tabloya oldukça uyumsuz biri vardı karşısında. Siyah bir takım elbise giymiş uzun boylu, uzun siyah saçları olan bir adam elini ona uzatmış yüzünde özlediği bir gülümsemeyle ona bakıyordu. Nerede olduğunu ilk defa merak etti. Julian O’Neil on yıl önceki haliyle karşısında duruyordu. “Baba…” Konuşmaya çalışsa da sesi çıkmamıştı. Ama dudaklarını kıpırdatmasından olsa gerek adam demek istediğini anlamış ve birden ifadesi sertleşmişti. William elini uzattığında birden o yüzde hiç göremeyeceği kadar alaycı bir gülümseme belirdi suratında. Ve görüntüsü yavaş yavaş şeffaflaşarak yok oldu. Ve Will tekrar boğucu bir karanlığa gömüldü…
Gözleri kapalıydı ama siyah değildi sanki her yer. Yoğun bir ışık veya başka bir şey karanlığı aydınlatıyordu. Ölüp ölmediğini merak etti. Her şeyin bitmiş olması gerekmiyor muydu öldüyse? Nasıl hala nefes alabiliyordu ki. Muggle kitaplarından bildiği cennet ve cehennem kavramlarını hiçbir zaman inandırıcı bulmamıştı. Yetersiz açıklamalarla beyinlerini doldurduklarını düşünmüştü hep ama eğer öldüyse ama hala düşünebiliyorsa böyle bir şeyin gerçek olması gerekmez miydi? Bunları düşündüğünde sadece uyuyor olduğunu fark etti. Uzanmıştı ve kesinlikle sıcak bir yerdeydi. Ölmüş olduğunu sanmıyordu çünkü çevrede konuşan insanlar vardı. Yine de gözlerini korka korka araladı. Ne görmeyi bekliyordu ki? Beyaz bulutlar, Muggle’ların inandığı sevimli melekler… Veya kaynar bir kazan, kırmızı figürler ve ateş… Düşünceleri çocuklaşmış olmakla beraber aslında içten içe ölmüş olduğuna inanıyordu gözleri kapalıyken bile hissettiği beyazlık nedeniyle. Gözlerini açtığındaysa tek umudu bir şekilde babasını tekrar görmekti. Nitekim ışık yüzünden kıstığı gözlerle meraklı hatta hevesli bir şekilde etrafına baktıysa da tek gördüğü perde olduğunu birkaç saniyede anladığı beyaz kumaştı. Tekrar gözünü kapadığı sırada yanında bir şey hareket etti.
Korkuyla doğrulmaya çalışmasının onu suçu olduğu söylenemez ne de olsa yaşayıp yaşamadığını bile bilmiyordu bir saniye öncesine kadar. Şimdi de her şeyi hatırlayınca kurtadamı, Elizabeth Black’i arıyordu gözleri. Göl Kenarında değildi artık. Hastane Kanadında olduğunu anlamıştı ama nasıl buraya gelmişti? Black neredeydi? Kurtadama ne olmuştu? Onu rahat rahat paramparça edebilecekken niye saldırmamıştı? Kafası karmakarışıktı ve mantıklı düşünemiyordu. Bir terslik vardı burada bu şekilde olmasında. Doğrulmaya çalışırken sağ omzunda korkunç bir yanma ve batma hissetti, tekrar yatağa yığılmıştı. O da neydi? Giyiyor olması gereken kan içindeki cüppe de yoktu üzerinde. Beyaz, uzun kollu, pijamayı ve gömleği andıran şeyi sol eliyle neredeyse parçalayarak düğmelerini açtı ve çıkardı. Merak ve korkuyla sağ omzuna baktığında oldukça büyük bir bandajla sarılmış bir yara olduğunu gördü. Tabi… Kurtadam… Akşam yaşadığı her saniye gözünün önünde belirdi birden. Kurtadamın sivri tırnaklarının yanağında ve boğazında açtığı kesikler… Omzundaki yarada bir batma hissetti, etini delen dişleri... Komodinindeki aynayı kaptı. Ne göreceğini tahmin edebiliyor ve bundan korkuyordu. Yansımasını gördüğünde yanılmadığını anladı. Düşündüğünden daha kötüydü görüntüsü. Yüzünün tüm rengi gitmişti, kâğıt gibi beyazdı. Ve bu beyazlığında belli ettiği bir kesik vardı sol kulağından üst dudağı hizasına kadar. Kesiğin pembe renginin tonu kesiğin derin olduğunu ve uzun süre kanadığını düşünmesine neden olmuştu. Gözleri boynuna takıldı. Birden fazla çizik vardı boynunda çok derin olmamakla beraber. Kurtadamın dişlerinin neden olduğunu bilmese de onun yaptığını anlamıştı. Çevresindeki perdelerin arkasındaki insanları fark etmemişti. Elinin gevşemesiyle aynanın yatağa düşüşünü bile fark etmemişti. Şok içinde tırmalanmış ellerine bakıyordu. Neler olmuştu? Neden olmuştu? Peki, kendi ne olmuştu? | |
| | | Symphonie Iréne Bright Ölüm Yiyen
Ruh hali : Mesaj Sayısı : 367 Yaş : 30 Kan statüsü : Safkan. Galleon : 11708 Ekspresso Puanı : 20 Kayıt tarihi : 29/12/08
| Konu: Geri: Dolunay (Bölüm 2) Ptsi 26 Ocak 2009, 23:17 | |
| Gözlerini kırpmadan beklediği çocukların uyanmasını, bir çift laf etmesini o kadar içten istiyordu ki… Bütün gece kâbus gibi geçmiş olmalıydı. William’ı sık sık kontrol ediyordu, tabi Elizabeth’i de… Gece çok zorlanmışlardı şifacı ile. Bütün bir gece uğraşmışlardı. Hatırlıyordu da… Çocukları Hastane Kanadı’na taşıdıktan sonra Ernest’a gönderdiği patronus ortalığı karıştıracak cinstendi. Sonrasında telaşlı bir biçimde müdireye durumu bildirmesi ve bunu anlatırken birkaç profesörün bunu duymuş olması korkunçtu. En azından öğrenciler duymamıştı, fakat onlar da duyduğu an Hogwarts büyük bir tehlikeye girebilirdi. Tekrardan Hastane Kanadı’na geldiğinde karşılaştığı manzara ile önce içi kalkmış sonrasında ise yardıma gitmişti. Elizabeth’ten süzülen kanlar yatağı dahi mahvetmişti. William ise apayrı bir acıydı. Symph ne yapacağını bilemez bir halde almıştı soluğu onun yanında. Dersine epey ilgi gösteren ve Symph’in güvenini kazanan bir öğrenciydi. Şimdi ise o yatakta ölüm ile cebelleşiyordu. O an kendi çocuğunu öldürmek isteyen cani kadın gitmiş, yerine şefkatli bir anne gelmişti. William ile özel olarak ilgileniyordu. Slytherinliler’i severdi fakat Elizabeth ona karşı epey kin besliyordu ki bu da Symph’in ona yakınlaşamaması demekti. Fakat o gece ikisinin de yüzündeki yarıkları görünce, harikulade düzgün olan hatların mahvoluşunu kendi gözleriyle izleyince içinde bir yerlerde acıma duygusu kırıntılarının olduğunun farkına vardı. Belki de o iki genç bir daha asla uyanmayacaktı…
“ Çocukların ailelerine haber vermeliyiz diyorsunuz Profesör Derwent fakat Elizabeth’in ailesine halen ulaşamıyoruz. Ve… William’ın annesi ise izini kaybettirmiş. Yani bulsak bile ne diyeceğiz ki? Çocuklarınız vahşi bir hayvan tarafında paramparça edildi, bunu size bildirmek istiyoruz. Lütfen endişelenmeyin mi? Bir yandan da haklısınız. Bu onların bilmesi gereken bir şey ama- ”
Devamında gelen kırılma sesiyle adeta yerinden fırladı Symph. Şifacının perdeli bölmelerden birine girdiğini görünce ve ardından gelen çığlığı duyunca hemen oraya doğru ilerledi. Ardından gelen Profesör Derwent endişeli bir yüzle şişman bayanın söylediklerini dinliyordu. Ve perdeyi açıp içeri girdiklerinde karşılaştıkları manzara ile Symph’in kalbi neredeyse yerinden çıkacaktı. Çünkü Liz yaşıyordu… Yaşamasına yaşıyordu da gerçekten dağılmıştı. Yüzü berbattı. O muhteşem yüz mahvolmuştu saldırıda. Vücudunun geri kalan yerleri ise yüzünden daha beterdi. Çabuk toparlayabileceğini sanmıyordu. O an Merlin’e yalvarmaya başladı. Çocuklardan biri kurtulmuştu, diğeri de kurtulmalıydı. O akşam kendisi gelmeden önce ne gibi bir şey yaşandığını bilmiyordu. Büyük ihtimalle çocuklar bazı kişiler tarafından sorgulanacaktı. Onların yerinde asla olmak istemeyeceğini düşündü Symph. Yaşadığın o korkunç dakikaları her gece rüyanda tekrar yaşamak, birileri sana soruları sorduğunda o ana dönmek… Elini yapıştığı perdeden çekip ilerideki koltuğa yönelmişti ki Black’in sesiyle yapacağı eylemden vazgeçti.
“ Ölmedi Elizabeth, ölmedi tatlım. ”
Bu düşünce bile sıkıntıya sokmuştu Symph’i. Ölse çocuğun ailesine ne derdiler? Elizabeth’in uyanmış olması yeniden kriz geçirmeyeceği anlamına gelmiyordu ki. Başına koyduğu elini tekrardan kalça hizasına indirdiğinde yavaş adımlarla William’ın pek umut verici gibi gözükmeyen bölümüne ilerliyordu. Titreyen elini perdeye uzatıp, kapalı bölümü açtığında karşısındaki manzara ile adeta havalara uçtu. Çünkü William yaşıyordu… Tutuğu nefesini salmasıyla beraber geri çekilip Profesör Derwent’e haykırması bir oldu.
“ Yaşıyor Profesör Derwent, ayılmış… Gerçekten de ayılmış… ” | |
| | | Samuel Bright Ravenclaw Bina Sorumlusu, Uçuş Profesörü
Ruh hali : Mesaj Sayısı : 903 Yaş : 29 Kan statüsü : Safkan. Galleon : 11805 Ekspresso Puanı : 1 Kayıt tarihi : 03/11/08
| Konu: Geri: Dolunay (Bölüm 2) Çarş. 28 Ocak 2009, 01:00 | |
| Günün ilk ışıklarıyla tekrar insan haline dönmesi… Bu da az azcı verici sayılmazdı ama ucunda kurtlaşmış bir beynin verdiği açlık, öldürme isteği değil insan hali olacaktı. Acıyı biraz daha katlanılır yapıyordu bu düşünce, biraz. Ormanın derinliklerinde bir iki parça kıyafeti sardığı siyah bir paltonun yanında kıvranırken her ne kadar kendini tutmaya çalışmış olsa da kurt bedeninde sıradaki dönüşümüne kadar son kez uludu. Ağaçlardaki kuşları kaçırtacak, ormandaki yaratıkları huzurlu uykularından edecek bir ulumaydı bu. Siyah tüylerinin saça dönüşmesi, bir hayvanın tüylü derisinin bir insanın açık renk tenine dönüşmesi… Dakikaları haftalar gibi hissettiren acı. Her şeyin sonucu buydu zaten, acı. Hayatı boyunca bu duygudan hiç kurtulamamıştı, daha da kurtulamayacak gibi görünüyordu. Acının, zayıflığın, caniliğin esiriydi. Yeni kimliği Kronos’ta böyle duygulara sahip yaratıkların eseriydi zaten.
Acılı dönüşüm bittiğinde paltosuna sarılı kıyafetlerinin olduğu ağacın altına gitti. Giydiği her şey siyahtı ama uzun, siyah mont diğer giysilerini göstermiyordu. Ejderha derisiydi, kışta dışarıda hayatta kalmasını sağlıyordu. Bunun gibi soğuk bir sabahta soğuğu umursuyor olsa minnettar kalırdı bunu alan büyücüye... Kıyafet bulmasının tek yolu çalmaktı. Kendinden nefret etmesine neden olan şeyler arasında en ufaklarındandı bu. Soğuk zemine oturup yüzündeki ve elindeki kanları temizlemeye çalışırken kendi kendini cezalandırmak için gece yaptığı yaraları fark etti. Yüzünde bir şey yoktu ama iki kolu da çizik içindeydi. Isırdığı çocuğun yapmış olması imkânsız olduğuna göre kurt bedenine insan zihniyle sıkışıp kaldığı eziyet dolu dakikalarda kendi yapmıştı. Çocuğun kendine en büyük zararı birkaç saç teliydi, tüy olarak kopardığı. Daha fazla zarar görmüş olmayı isterdi, ona –ve kıza- yaptığına eşdeğer yaralar isterdi. Eliyle bacağını tutup yüzünü buruşturdu. Böyle yaralardan onda da vardı, hediyesiyle hem de iki tane. Nefretle üzüntü arası değişen ifadesi olumsuzdu. Ormanın ortasında savunmasız bir çocuktu işte. Uyduruk bir asası vardı ama kullanmayı bile bilmiyordu. Sadece bir yaratık gelip onu öldürse ve her şey bitse ne güzel olurdu. Ölüm… Belki de bir hediyeydi bir kurtadam için. Diğerlerinin böyle düşünmediğini biliyordu. Onların acı vermeyi, avlanmayı sevdiğini biliyordu. Onların da zamanında böyle olmayı seçtiğini sanmasa da kendi gibi mücadele edebileceklerini de biliyordu. Beş yıl… Büyüdükçe iradesinin de artması gerekirken azalmıştı. Ve işte sonuç, kendinden tüm benliğiyle nefret ediyordu.
Bembeyaz yüzündeki kırmızı kan lekelerini temizleyen iki çizgi vardı. Öfke dolu gözyaşları gözünün altını da temizlemişti. Beyaz, kırmızı ve gözlerinin altındaki morla oldukça ürkütücü bir görünümü olmuştu. Saniyeler, dakikalar ve büyük ihtimalle saatlerce orada oturdu. Kıpırdayamayacak gibi hissediyordu. Arkasında bir hışırtı duyduğunda gözleri yarı kapalıydı. Biri ona yaklaşıyordu. Ormanda yaşayan bir yaratığın yürümeyeceği kadar rahat yürüyor gibi görünüyordu. Ayrıca sıradan bir Yasak Orman canlısı çoktan saldırmıştı. Oysa arkasını dönmeden göremeyeceği bir yerde duran yabancı yürümeyi de kesmişti. Ne bekliyor ki? Tedirgin olmuştu. Yasak Orman inasnların tercih ettiği bir yer değildi ve bunun kendiyle bir ilgisi olduğundan şüphelenmişti.
“Sam?”
Arkasını dönmeye, eğer kendine doğrultulmuş bir asa varsa saldırmaya niyetlenmişken tanıdık bir sesin adını söylemesiyle durdu. Ne? Arkasını dönmeye resmen korkuyordu. Hiç mantıklı gelmiyordu, büyük ihtimalle sadece benzer bir sesti. Büyük ihtimalle yanlış duymuştu, adını söylemiş olamazdı bu her kimse. Evet, evet öyle olmalıydı. Sinirli bir şekilde arkasını döndü. Her kimse ormana gelmesi en iyi kararı olmamıştı. Asası vardı herhalde ve asası olanlardan korkardı. Korku aptalca şeyler yapmasına neden olurdu. Güneş doğduğu halde oldukça karanlık olan ormanda, asadan çıkan cılız ışıkta görmeye çalışarak gözlerini kıstı. Yok artık…
Hatırladığından çok daha yorgun ve biraz da yaşlı bir görünümü vardı, yasak orman gibi bir yerde görebileceği son kişi olduğunu düşünüyordu ama ışık ve değişikliklere rağmen tanımıştı. Ama ne işi vardı ki orada. Evet, gelen bir yabancı olmasa da kendiyle ilgisi olduğunu biliyordu artık en azından. Gelme nedenini, yaptığı şeyi, onu yasak ormana sokabilecek şeyi düşününce bir kelime bile edemeyeceğini anladı. Görmeyi hep ummuştu, korkunç gecesi ve sabahı hariç hemen hemen her gün ummuştu ve tek yalnız kalmak istediği anda geliyordu. Ona karşı hem bir yakınlık hem de bir soğukluk duymuştu on beş yıldır. Görmeye alıştığından da soğuk ve sertti bakışları, bu şoka rağmen oldukça tedirgin etmişti Kronos’u. Adını söylerken şaşkın görünüyordu. Eski adını.
“Sam… Sam, sen…”
Surat ifadesinden ne düşündüğünü anlayabiliyordu. Birkaç adım yaklaşmıştı ve bakışları hâlâ kan içinde olan yüzündeyken ifadesi merak ve şaşkınlık kadar tiksintiydi de. Aslında alakası bile olmasa da babasının hareketlerine o kadar yabancıydı ki, normalde şaşılmayacak bir tiksinti ifadesine -ki değildi- sinirlenmişti. “Duymuşsun. Neden şaşırdın ki baba? Benden hiçbir zaman çok hoşlanmamıştın.” “Sam sen neler… ? Ben sadece şaşırdım, çünkü seni canlı bulma umudum kalmamıştı.” Tabi… Ancak beş yıl sonra aklına gelmişti anlaşılan. “Geçtiğimiz beş yılda çok aradın ver bulamadın anlaşılan.” Sesine katabildiği kadar alaycılık katmıştı. Muggle’ların film dedikleri, kutunun içinde oynayan yapmacık aptal adamlardan bir farkları yoktu. Söyledikleri hiçbir şey içten değildi, konu… Patlayacak gibi hissediyordu. Uzun bir aradan sonra ilk defa gerçekten Sam olduğunu hissetmişti babasını karşısında görünce. Hayatta kalmak için umutsuz bir çaba vermesi gerekmeyen, insanları öldürmeyen, basit bir çocuk. | |
| | | Charles Ernest Bright MDP Genel Başkanı & Seherbaz
Ruh hali : Mesaj Sayısı : 1870 Yaş : 29 Kan statüsü : Safkan Galleon : 11903 Ekspresso Puanı : 19 Kayıt tarihi : 02/01/09
| Konu: Geri: Dolunay (Bölüm 2) Çarş. 28 Ocak 2009, 01:05 | |
| Yasak Orman hiçbir zaman içinde yürüyüşe davet eden bir yer olmamıştı. Öğrencilerin ilgisini adı yüzünden çekerdi genellikle, en azından Ernest öğrenciyken sadece yasak olması merak etmesini sağlamıştı. Ama yazın ortasında bile içi buz gibiymiş izlenimi veren görüntüsünden de, içinden gelen ulumalardan hoşlanmazdı. Yirmi üç sene sonra bulunacağını düşündüğü son yerlerdendi. Ama işte yapması gereken buydu. Sabahın ilk ışıklarıyla girdiği ormanda birkaç saat dolanmıştı, nerelerden geçtiğini ve nerede olduğunu bilmiyordu tam olarak. En sonunda uzun, siyah saçlı bir çocuğun arkası ona dönük oturduğu küçük bir açıklığa çıktığında geri dönmeyi bile düşünmüştü. “Sam?” Birkaç adım atıp ona yaklaştığında sesi soru sorar gibi çıkmıştı. Çocuk ona dönene o kadar o olmadığını düşünüyordu. Ama her ne kadar yüzü kan içinde olsa ve gözlerinde düşmanca bir ifade olsa da benzerlik tartışılmazdı işte, oydu. “Sam… Sam, sen…” O kadar uğraştıktan sonra onu böyle görmek çok garipti. Ayrıca kan içindeki yüzü ve gözünün altındaki mor halkalar tanınmasını iyice güçleştiriyor, karşısındakinin yabancı olduğunu düşünmesine neden oluyordu. Hoş, belki de öyle düşünmek istiyordu. Az kalsın iki kişiyi öldürecekti, acaba kaç kişi öldürmüştü? Aslında bunların çoğunu umursamıyordu o sırada ama Sam’in haklı olarak soğuk olması tereddüt etmesine, bocalamasına neden olmuştu. “Duymuşsun. Neden şaşırdın ki baba? Benden hiçbir zaman çok hoşlanmamıştın.”
“Sam sen neler… ? Ben sadece şaşırdım, çünkü seni canlı bulma umudum kalmamıştı.” “Geçtiğimiz beş yılda çok aradın ver bulamadın anlaşılan.”
Harika… Bir şekilde suçlu durumuna düşürmüştü onu yani. Kendini eski, ucuz kitaplardaki şişirme karakterlerden biri gibi hissetmeye başlamıştı. Karşısındaki gözlerini ondan kaçırmaya başlamıştı şimdi de. Ani bir öfkeyle çocuğun yanına gitti ve yakasından tutup yüzüne bakmaya zorladı. “Beş yıldır gayet sağlıklı bir insan olduğunu ve benimle görüşmek istemediğini sanıyordum.” İsteyerek onunla şatoya dönmeyeceğini anlamıştı ama zorlaması gerekirse bunu yapardı. Örnek baba olmayabilirdi ama Yasak ormanı ve içindekileri düşündükçe ürperiyordu. Bir dakika daha bu kasvetli yerde kalmak istemiyordu, Sam’de onunla gidecekti.
Çocuğun tüm itirazlarına ve karşı koymalarına rağmen onu yarı ikna ederek yarı sürükleyerek -kurtadamların insanlardan daha güçlü olduğunu da fark etmişti- geldiği yoldan geri dönmeye başlamıştı. Kendisinden nefret etmesi, bağırması, saldırması… Hiç biri önemli olmazdı bunlar düzeltilebilirdi bu lanet olası yerden çıkınca. Yürürken biraz oyalamak amacıyla biraz da kendini ona bir açıklama yapmaya mecbur hissettiğinden beş yıldır aramama suçlamasıyla ilgili kısa bir açıklama yapmıştı. Başta hiç inanmış ve aldırmış görünmese de çocuk bir süre sonra sürüklemesine gerek kalmadan da yanında yürümüştü. Christine’in mektubunu gösterdikten sonraysa nasıl onu bulduğunu anlatması gerekmişti, en zoru buydu çünkü iki kurbanının yaşayıp yaşamadığını öğrenmek için Hogwarts’a gitme fikri onu adam akıllı korkutmuştu. Tekrar sakinleşene kadar onu oldukça germişti, ama bunun için de onu suçlayamazdı. En sonunda onu bunu o iki öğrenciye borçlu olduğuna ikna etti. Symph’i bulup ne olduğunu tam olarak öğrenmek istiyordu ve hiçbir koşulda bu haldeyken onu yalnız bırakmazdı. Bu halde demişken… “Aklapakla.” Birden asasını ona doğrultunca asasından çıkan köpükler direk yüzüne sıçramıştı. Ernest pembe köpükler arasında ona bakan sinirli bir çift göz görünce dayanamayıp bir kahkaha attı. Büyü yaptığını bile fark etmemişti. Ama sonuç olarak çocuğun yüzündeki kurumuş kan büyük ölçüde temizlenmişti. Onun söylenmelerine ormandan çıkışın geri kalanında aldırmadı.
Birbirine benzeyen Hogwarts koridorlarında yolunu bulmak sandığından zordu. Ortalık o kadar sessizdi ki St. Mungo’nun en ağır hastalarının olduğu odaları aratmıyordu. Saat daha çok erkendi, öğrenciler uyuyor olmalıydı. Arada bir duvardaki portreler onlara bakıp aralarında bir şeyler konuşuyor, zırhlar gıcırdıyor ve hortlak Peeves dâhil hayaletler görünüyordu. Kazasız belasız hastane kanadına vardıklarında asıl zor şey onu şimdi bekliyordu. Sam’e dışarıda kalmasını söyledi, eğer saldırdıklarından biri öldüyse şimdilik ortalıkta görünmemesi daha iyi olurdu. Profesör Derwent’ın da dâhil olduğu minik bir kalabalık birikmiş yataklara doğru yürürken uzun süredir vermediği kadar ani kararlar vermiş, uzun süredir yapmadığı şeyler yapmış olduğunu fark etmişti. Tuhaf ve gergindi, orası kesin ama aynı zamanda garip bir rahatlama duygusu içindeydi. Öğrencilere saldırılması ne kadar korkunç olursa olsun en sonunda onu bulmuş olmak onu rahatlatıyordu. Şifacı olduğunu düşündüğü kadının solundaki Symph’in Profesör Derwent’a bir şeyler söylediğini duydu ama ne olduğunu anlamadı. üç kadın da heyecanlanmış gibi gelmişti ona. Odanın diğer ucu ona hiç bu kadar uzak gelmemişti ama en sonunda yanlarına gittiğinde sesini sakin veya düz tutmaya bile uğraşmadan Symph’e sordu. Sesi kısık çıkmıştı, onun bile duyduğundan emin değildi. “Symph onlar… Yaşıyorlar değil mi?” Kimden bahsettiğini anlamaması mümkün değildi, nitekim onaylamıştı da. Bunun üzerine bir ölçü rahatlayarak Hastane Kanadı’nın kapısına yaslanmış bekleyen Sam’e döndü. Gelmesini işaret ettikten sonra tekrar sıkıntılı bir ifade belirdi yüzünde, açıklamak kolay olmayacaktı. “Symph, sanırım gönderdiğin Patronus’ta söylediklerinde yanılmamışsın… Ben… Ben onu buldum.” William’ın uyanık olduğunu bilse büyük ihtimalle Sam’i odaya hiç çağırmazdı. Çocuğun kendine saldıran Kronos’a duyduğu nefret çok büyüktü… | |
| | | Eurydice Black Slytherin Bina Sorumlusu, İksir Profesörü
Ruh hali : Mesaj Sayısı : 2206 Yaş : 30 Kan statüsü : Safkan. Galleon : 12424 Ekspresso Puanı : 89 Kayıt tarihi : 05/06/08
| Konu: Geri: Dolunay (Bölüm 2) Perş. 29 Ocak 2009, 13:59 | |
| Profesör Clyde'ın tiz çığlığıyla kısık gözlerini biraz daha aralarken, neyin ayılmış olabileceğini düşünmeye başladı. Kafasını toplamakta zorlanıyordu. Sonradan aklına gelen William o anki bütün duyularını yok etmiş gibiydi. Ne yani o ölmemiş miydi? Fakat gece çok berbat görünüyordu. Hele yere düşüş anı… Tarih kendini tekrarlarcasına geliyordu gözlerinin önüne o anlar. Keskin tırnaklar, sivri tüyler, her yanı bulayan kan ve kudurmuş bir yaratık… Şifacıdan perdeleri açmasını rica (!) ettikten sonra yüzüne vuran güneş ışınların gözlerini sulandırması üzerine kafasını sola çevirdi. Kuruyan dudakları ve yanan boğazının susuzluğunu gidermek için elini sürahiye uzattığında, kolunda başlayan yanma ve uyuşma hissi kurtadam saldırısının bir eseriydi. Şişman hanımdan istediği suyu içtikten sonra yatağa daha bir yayılarak yattı. Bacağındaki sargıları umursamıyor gibiydi fakat yüzündeki mimiklerden anlaşıldığı kadarıyla canı epey yanıyordu. Vahşetin doruk noktasına gelen yaratık akşam ikisini de gelen biri yüzünden öldürememişti. O gelebilecek olan kişi tiplemesi kafasını karıştırıp duruyordu Liz’in. Madem William yaşıyordu, madem uyanmıştı onu görmeliydi Liz. En son öldüğünü sandığı çocuğun yaşıyor olmasını garipsemişti biraz. O başının yere düşüş anı gözünün önünden gitmiyordu. Zamanında Muggle aşığı olarak tanımladığı çocuk için endişeleneceğini söyleseler ‘Siz ne diyorsunuz?’ diyebilirdi. Ama Liz’in hayatını kurtarmış olması ve sonra kendisinin de yaralanması herkes için şok etkisi yaratabilecek türdendi. Hele de Blackler için… Şimdilik meraktan öte gitmeyen çocuğun, dönüşüm sırasında ihtiyacı olabilecek yegâne insan olacağını bilmiyordu henüz Liz. Bilse ne olacaktı ki? O pis Muggle Araştırmaları Profesörü’nün destek vererek William’ın yanına kadar götürmesi Liz’e acilen arınık olması gerektiğini düşündürüyordu. O kadından bulaşacak Muggle mikroplarının kendini hasta etmesini istemiyordu da. Kırılan bacağına yüklenmemeye çalışarak yürürken birkaç metrelik yol ona kilometreler gibi gelmişti. Nihayet perdenin önüne geldiğinde tuttuğu nefesini bıraktı ve gördüğü manzarayla suratını ekşitti. William’ın da yüzü kendisininki gibi dağılmıştı. Çatlak çıkan sesinin kontrolünü umursamaksızın sordu.
“İyisin değil mi?”
Çocuğun başını sallamasıyla tatmin olar cadı geldiği gibi profesöre tutuna tutuna geri döndü. Bu sırada kapıda beliren adam endişeyle karışık bir yüz ifadesiyle Profesör Clyde’a doğru ilerlemeye başladı. Kapıda dikilen çocuğa gözlerini kaydırdığında uzun zamandır görmediği, görmek istemediği Felipe’e benzeyen çocuğun delici bakışlarıyla karşılaştı. O veya bu, kim olursa olsun Liz için yabancıdan başka bir şey değildi. Tamam, fiziken hoş biri olabilirdi ama Liz’in pek de iç açıcı olmayan suratı göz önüne alındığında imkânsız denebilirdi duruma. Onu görmemek adını başını Will’den tarafa çevirdiğinde o bunağın çocuğu yanına çağırdığını gördü. Kim oluyordu da geliyordu Hastane Kanadı’na. Bu sırada bacağından yukarı doğru çıkan sızlamalar şiddetini arttırmıştı. Bazıları kırılmış tırnaklarıyla yapıştığı çarşafı elinden kapacaklarmış gibi sımsıkı tutuyordu. Son bir acı darbesiyle mahvolan Liz’in tekrar krize girerken attığı çığlığı bütün Hastane Kanadı’nın duymuş olmasını umuyordu. Evet, hayatı gerçekten mahvolmuştu… | |
| | | William Julian O'Neil Ravenclaw 5. Sınıf Öğrencisi
Ruh hali : Mesaj Sayısı : 1164 Yaş : 29 Kan statüsü : Melez Galleon : 11962 Ekspresso Puanı : 7 Kayıt tarihi : 17/08/08
| Konu: Geri: Dolunay (Bölüm 2) Perş. 29 Ocak 2009, 15:33 | |
| Elizabeth Black’in sesiyle kendine geldiğinde neye dönüştüğünü net olarak anlamıştı. Bunun sonucunda düşünebileceği iki şey vardı. Annesi ve Hogwarts’tan ayrılmak zorunda kalacağı. Ayrıca büyük bir nefret. Hogwarts’tan ayrılması demek hayatının kısa sürede sona ereceği demekti. Eve dönemezdi. Ev… Annesine söylemesi de imkânsızdı. Ölse de annesine haber vermelerine izin vermeyecekti. Veremezlerdi zaten. Angela O’Neil izini kaybettirmeyi iyi biliyordu. Ama kötü haber çabuk duyulurdu. Yaşadığı tehlikeye ve tüm sorunlara rağmen en çok önemsediği şey annesinin öğrenmemesiydi. Zaten yeterince zorluk çeken kadına bir de kendi böyle bir şey yaşatmamalıydı. Neden akşam şato dışına çıkması gerekiyordu ki? Neden? Okuldan atılması demek Seherbaz olma hayallerinin sonu demekti. Atılacak mıydı? Bu işi daha kibar(!) mı halledeceklerdi? Şok genellikle düşünceleri engeller. Will’in bu konuda bile şansı yoktu. Her zamankinden daha hızlı ve daha dolu düşünüyordu.
“İyisin değil mi?”
Kızın yüzüne boş boş baktı. ‘Tabi, tabi iyiyim, zaten her gün kurtadam tarafından ısırılırım alıştım yani, sen?’ Böyle demeyi çok isterdi ama karşısındakinin de durumu pek parlak sayılmazdı. Yüzü kendininkinden beter durumdaydı, o otoriter havası da sönmüş gibi geliyordu Will’e. Onun ne olduğunu tam olarak anlayıp anlamadığını bilmemekle beraber görüntüsü bile dalga geçmesine engeldi. Hayatını kurtarmıştı, karşılıklı da olsa sonuçta. Yavaşça başını salladı, bakışları buz gibiydi. Yalnız kalmak istiyordu, ama şimdi hastane kanadı daha da kalabalıklaşmıştı. Elizabeth’in geri gidişini memnun bir şekilde izledi. Yalnız kalmak ve sessizlik, ihtiyacı olan buydu. Nitekim pek elde edebilecek gibi durmuyordu. Gözleri ağırlaşıyordu ama uyuyamıyordu. Uyku belki derdini biraz bile olsun unuttururdu. Gerçi simsiyah bir yatığın gireceği rüyalar ne kadar dinlendirici olabilirdi ki? Tam dalmak üzereyken bunu dert etmesine gerek kalmadı, bir çığlıkla yerinden sıçradı az kalsın yataktan dışarı yuvarlanıyordu. Ne? Elizabeth’in sesin kaynağı olduğunu anlaması birkaç saniyesini aldı. Odadaki gereksiz kalabalık Black’in başında toplanmıştı şimdi. En azından kendine bakan sinir bozucu insanlar olmayacaktı. Ama kızın durumu iyi görünmüyordu. Bir süre onu sakinleştirmelerini izledi. En sonunda oda eski sessiz ama fısıltılarla gayet de konuşulan haline döndüğünde o neye döndüğünü anlamaya çalışırken odaya girmiş adam arkasını döndü. Tanıdık bir yüz görmeyi hiç beklemiyordu şimdi, onun olsa olsa profesörlerden biri olacağını düşünmüştü.
“Will?” “Ernest?”
Aslında oldukça uzaktandı kan bağları. Mesleği nedeniyle hakkında hep olumlu düşündüğü Ernest Bright annesinin uzaktan bir kuzeni oluyordu. Annesinin aksine safkan bir aileden geliyordu ama tam çıkaramadığı bir kan bağı vardı aralarında. Babası yaşında olsa da adama adıyla hitap ederdi her zaman. Annesinin sayılı dostundan olduğundan, ilk görüşünde onunla yakınlığından çok yanlış anlamlar çıkarıp düşmanlık gösterse de oldukça severdi. Ama bir Seherbaz olduğu düşünülürse Hogwarts’ta ne işi vardı ki? Şaşkın bir şekilde ona baktı. O yüzden gelmiş olmalıydı. Annesine haber verilmesi için. Belki de onu götürmek için. Gözleri arkasındaki çocuğa takıldı. Sam? Yüzünde bir iki kan lekesi olan, yırtık pırtık kıyafetler içindeki Sam?Ne oluyor yahu? | |
| | | Symphonie Iréne Bright Ölüm Yiyen
Ruh hali : Mesaj Sayısı : 367 Yaş : 30 Kan statüsü : Safkan. Galleon : 11708 Ekspresso Puanı : 20 Kayıt tarihi : 29/12/08
| Konu: Geri: Dolunay (Bölüm 2) Cuma 30 Ocak 2009, 21:32 | |
| “Symph onlar… Yaşıyorlar değil mi?”
William’a sevinmekten fark etmediği Ernest hemen dibindeydi. Söylemesi gerekenler boğazında düğümlendiğinden başını sallamakla yetindi. Profesör Derwent Symph’e ‘Bu da kim?’ dercesine bakıyordu. Kısaca tanıttıktan sonra William’a geri döndü. O çocuğa çok önem veriyordu. Nedeni neydi tam olarak bilmiyordu ama ona kanı daha çok ısınmıştı. Tamam, Elizabeth’i de seviyordu. Symph’e göre çok asil bir cadıydı ama William’da onu çeken bir şeyler vardı. Belki de melez olması belki de Mugglelar hakkında bildikleri belki de Symph’e diğerleri gibi davranmaması… Yanına gidip yarasına baktıktan sonra geri dönüp Ernest’a boş boş bakmaya başladı. Bu sırada Ernest’ın Sam’i bulmuş olduğunu söylemesi ve onu Hastane Kanadı’na dek getirmesi Symph’in şaşkınlık krizi geçirmesine neden olmuştu. Demek Symph’in patronusu işe yaramıştı. Yanlarında beliren ocuğa dikkatlice baktı. Akşam gördüğü kurtadama hiç benzemiyordu. Ayrıca Symph’e oldukça sinirli olmalıydı. Çünkü onu uzaklaştırmak adına büyü yapmıştı. Çocuk ta zaten Symph’e garip bir şekilde bakıyordu. Sanırım onu tanımıştı. O an üzerine atlasa ne olurdu acaba? Bu sırada Elizabeth tarafından gelen çığlık ile paniklemiş bir profesör olarak koşuyordu yatağa doğru. Yüz kaslarını tamamen germiş olan kız tırnaklarını geçirdiği çarşafı umutsuzca çekiştiriyordu. Geçirdiği kriz onun epey canını yakıyor gibiydi. Bu sırada yanlarına gelen Sam acıyla bakıyordu kızın yüzüne. Sanki yaptıklarından pişman olmuş gibi bir hali vardı. Şifacı genç cadıyı sakinleştirirken yüz hatları en az Liz’inkiler kadar gerilmiş olan çocuk dehşetle Symph’in yüzüne bakıyordu. Sık aldığı nefesleri duyan Symph Ernest ve Sam’i Elizabeth’ten biraz daha uzaklaştırmalıydı. Elini tuttuğu adımı biraz daha ileriye götürürken Will’in biraz ilersinde olduklarını fark etmemişti. Sesini biraz alçaltarak konuşmaya başladı.
“Ernest, onu buraya getirmemeliydin. Çocukların onu tanıyabileceğini hiç düşünmedin mi?”
Hala yaşadıklarının şokunu atlatmak istercesine sıkıyordu Ernest’ın ellerini. Destek veriyordu sanki Symph’e. Ona güveniyordu ama eğer Symph’in bir Ölüm Yiyen olduğunu öğrenirse ondan soğuyabilirdi. Bu yüzden asla kısa kollu bir elbise giymezdi Symph. Biraz sonra Ernest’ın kavramış olduğu iki elini fark edip bıraktı ve Sam’in William ile konuştuğunu görünce onların yanına doğru ilerledi. William Sam’i fark ederse olacaklara tanık olmak istemiyordu Symph. Zaten akşam gördüğü manzara mahvetmişti onu. Birazına daha katlanamazdı. Eli mahkûm karşısında olup bitenleri izliyor ve Ernest’ın gözlerinin içine bakarak neler yapması gerektiğini düşünüyordu. Zorlu bir gün olacağa benziyordu… | |
| | | Charles Ernest Bright MDP Genel Başkanı & Seherbaz
Ruh hali : Mesaj Sayısı : 1870 Yaş : 29 Kan statüsü : Safkan Galleon : 11903 Ekspresso Puanı : 19 Kayıt tarihi : 02/01/09
| Konu: Geri: Dolunay (Bölüm 2) Ptsi 02 Şub. 2009, 19:17 | |
| “Ernest, onu buraya getirmemeliydin. Çocukların onu tanıyabileceğini hiç düşünmedin mi?”
Düşünmüş müydü gerçekten? Tanımaları düşük bir ihtimaldi tanısalar bile ne olacakı ki? Sonuçta... Kendi olsa kendine saldıranın karşısına çıkmasını isterdi. Sonra da ona bir tane çakmayı tabi. Eğer öğrencilerden biri böyle bir şey yaparsa endişeleneceği şey Sam’in tepkisi olurdu. Yaptığı şeyden o kadar iğrenmişti ki ona acıyamazmış gibi geliyordu Ernest’a. Çocuğun da kendisine bir tane çakılması tercih edeceği hiç aklına gelmemişti. Gelse büyük ihtimalle hakkındaki düşünceleri olumlulaşırdı. Oğlunun bir canavar olup olmadığını merak ediyordu. Şimdiye kadar kaç insana saldırmıştı? Kaçı bu kadar bile şanlı –ki buna şans denemezdi ya- olmayıp ölmüştü. Ve, midesini bulandıran bir düşünce, onları yiyor muydu kurtadamlar? Dolunayda karşısına çıkmış olsa oğlunun midesini boylar mıydı?
Cevap alması imkânsız olan sorulardan elinde bir sıcaklık hissedince çıkabilmişti. Symph’in elini tuttuğunu fark etmemişti. Gözlerinde soran bir ifadeyle ona döndüğüne onun bakışlarının öğrencilerin yataklarına dönmüş olması şansınaydı. Çünkü gözlerindeki ifadeyi görse onu garipser ve belki de ürkerdi. Soru sorduğunda takındığı ifadeyi andıran bakışları yerini tarif etmek oldukça güç olan bakışlara bırakmıştı. Açıklamak gerçekten güçtü. Özlem dolu olduğu söylenebilir ama bu bir bakıma da yanlış olabilir çünkü insan hiç sahip olmadığı bir şeyi özleyebilir mi tartışılır. Görünüşe bakılırsa yanıt olumlu olabilirdi ancak. Çünkü birçok duygunun karışımı da olsa en çok benzerlik bir özlem ifadesiydi. Genç kadın tekrar başını ona doğru çevirince aceleyle başını çevirdi. Tekrar ona dönmeye cesaret edebildiğinde normale dönmüştü düşünceleri. Çoktan fark etmesi gereken siyah saçlı ona oldukça tanıdık gelen çocuğu ancak o zaman fark etti.
“Will?”
“Ernest?”
Yok artık. Küçüklüğünden beri tanıdığı çocuk olmaması için neler vermezdi Sam’in ısırdığı çocuğun. Yanağındaki derin kesiğe bakakalmıştı. Hayır. Angela. Ailelere haber verdiyseler… “Siz… Tanışıyor musunuz?” Symph’in sorusunu dalgınca onaylarken dikkatle Will’e bakıyordu. Bakışları Sam’e kaymıştı, neredeyse katili olan kişinin bir zamanlar en iyi arkadaşı olduğunu bilse ne yapardı acaba? Birazdan öğreneceklerdi. “Anneme haber verdiniz mi?” Profesör Derwent’a bakarken buz kesmişti. Will’in sorusunun cevabı olumlu olursa çocuğun çıldıracağını biliyordu. Şans bu sefer yüzüne gülmüştü de haber vermemişlerdi. Angela’nın yıkılacağını tahmin ediyordu. “Bu yüzden mi buradasın? Ona haber vermek için mi? Okul… Atıldım mı? Veya kibar olarak ayrılmam mı gerekiyor? Beni götürmek için mi geldin?” William’ın yüzündeki ifade sert ve neredeyse duygusuz konuşmuş olsa da şok geçirmiş olduğunu gösteriyordu. Bunu yapamazlar diye düşündü. Hiçbir suçları yokken Will’i ve kızı okuldan uzaklaştıramazlardı. Dolunay çok tehlikeliydi ama... Çocuğun yüzündeki endişeli ifadeyi biraz daha görmek istemeyerek Sam’e döndü. O kadar soğuk bakıyordu ki pişman olabileceği veya endişeli olabileceği kimsenin aklına bile gelmezdi. Ama Ernest çocuğun yüzündeki kendinde de sık sık beliren soğuk görünüşün sadece bir maske olduğunu farkındaydı. O da acı çekiyordu, bunu da biliyordu. “Söyleyemezsiniz.” William’ın duymasını istemediğinden yanındaki Symph’in kulağına eğilmişti konuşurken. İyi, hoş sesi de çıkmamıştı ya adam gibi. "Sen… Neden?” Çocuğun bakışlarını üzerinde hisseden ve ne söylediğini anladığı izlenimine kapılan Ernest hızlıca mırıldandı. “Sonra konuşsak?” Kadın ona kaşlarını çatarak baksa da Merlin’e şükür bir şey dememişti.
Müdirenin bir şekilde okulda kalacakları anlamına gelen sözlerini duyana kadar saniyeler saat gibi gelmişti ona. Kadının surat ifadesi ne kadar sakindi. Ne düşündüğünü anlamak imkânsız görünüyordu, belki kendisi de öyle olduğundan biraz endişeliymiş gibi gelmişti Ernest’a. Sert ve otoriter havası ona herkese yaptığı gibi gözlerini dikerek bakmasını, ne düşündüğünü anlamaya çalışmasını engelliyordu. Söyledikleri olumlu olsa da kimsenin yüzünü güldürdüğü söylenemezdi. Yanındaki Sam’in William’ı görmesiyle iyice gerildiğini farkındaydı. Çocuğa arkası dönük olsa da tahmin edebiliyordu surat ifadesini. Will fazla gerginken Sam’i tanıması demek büyük bir sorun demekti. Gerçekten büyük bir tane. Neler olduğunu tam olarak öğrenmeliydi ama önce Sam’i uzaklaştırması gerektiğini düşünüyordu. Sonra dönebilirdi. “Haklıydın. Sam’i uzaklaştırmam daha iyi olur. Ama geri gelip neler olduğunu öğrenmek istiyorum.” Kısık bir sesle Symph’e bunları söylerken aceleciydi. Kötü bir fikirdi onu getirmek. Oldukça kötü. O Hastane Kanadı’nın kapısına doğru yürürken Sam geride kalmıştı. Yüzü bembeyaz olmuştu, sanki kendini yapmak istemediği bir şeye zorluyormuş gibiydi. Ernest’ın bir şey söylemesine fırsat kalmadan Will’e ve kıza bakarak konuşmaya başladı. Elinde olsa onu durdururdu ama çocuk onun ne yapacağını tahmin ediyormuş gibi hızlı konuşuyordu. “Ben… Çok üzgünüm Will. Hak etmiyordun… İkinizde. Böyle bir şey yapacak kadar zayıf olduğumu bilmiyordum. Bilmek istemiyordum sanırım. Be- Ben… Özür dilerim.” Merlin’in Sakalı! William’ın gözlerini kısması ve oğlunun söylediklerini anlamasını izlerken doğrulmuşken ayağa kalkar gibi olduğunu, gerildiğini fark etmişti. Bu sefer hızlı davranmış tam ikisinin ortası sayılabilecek bir yere geçmişti, o Sam’in üzerine atlarken. Çocuk mantıklı düşünemiyor gibiydi, bunun için onu suçlamayacak olmakla beraber kendine zarar vermesini de istemiyordu. “Will, lütfen.” O kadar saldırgan duruyordu ki karşısındakinin insan olmadığı gerçeğini tüm çıplaklığıyla ilk o an görmüştü. Onu Sam’den uzaklaştırmaya çalışmak zordu, aslında saldırmaya bırakması daha doğru olurdu belki. Çocuk birbiri ardına küfürler yağdırıyordu Sam’e. Onu zorla yatağına geri yatırdığında karşısındaki kızında düşmanca bakışlarını Sam’e yönelttiğini fark etti. Harika... Evet, kesinlikle bir an önce gitmeleri gerekiyordu. Symph’e ve Profesör Derwent’a endişeli bir şekilde baktı. Sadece bela getirmişti... Hâlâ biri dondurma büyüsü yapmış gibi olduğu yerde duran Sam’i çekerek hastane kanadından çıktığında hâlâ William’ın sesini duyuyordu, başka seslere karışmış olarak. Elinden bir şey gelmezdi. En sonunda iki öğrenciden biri oğlunu parçalayacaktı orada kalsa. Kendilerine zarar vermelerinden de korkuyordu Sam’e saldırdıklarında. Hogwarts’tan biran önce çıkmak için aceleyle yürürken homurdandı. “Tebrikler…” | |
| | | | Dolunay (Bölüm 2) | |
|
Similar topics | |
|
| Bu forumun müsaadesi var: | Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
| |
| |
| |