Genç cadı, siyah saçlarını arkaya doğru savurup en sisli günün rengini almış olan iri gözlerini küçümsercesine kıstı. Bu da neyin nesiydi böyle? Gerçekten de bir an için, bunları mı giymeyi düşünmüştü? Ah, hayır. Kesinlikle imkansız. Başlarına nelerin geleceği belli olmayan, tekinsiz Yasak Orman'a herhalde siyah, pilili bir etek ve yarım kollu, boğazlı bordo bir kazakla gitmeyecekti. Yatağının üstüne düzgünce serilmiş kıyafetleri, birer paçavra gibi top haline getirip, kırmızı taşlarla bezeli eski sandığına tıktı. Daha düzgün birkaç şey bulma amacıyla, uzun ve dalgalı saçlarını boynunun soluna doğru alıp sandığa eğildi. Düzgün bacaklarını sımsıkı kapayacak olan siyah, eski bir pantalon, siyah bir tişört ve üstüne de beyaz bir yağmurluk işini görecekti. Yerlere kadar uzanıp, muhtemelen ayağına takılacak ve her 3-4 adımda bir tökezlemesine neden olacak bir pelerine gerek yoktu. Çok gecikmezlerse, hava hep bu hafif ve hoş serinliğini koruyacak olduğundan kalın şeylere de ihtiyacı yoktu, yine de ne olur ne olmaz diye yanına alacağı sırt çantasına bir kalınca bir montu sıkıştırıp derin bir nefes aldı. Saçları ve ölü gibi görünen yüzüne biraz canlılık getirmekten başka hiçbir işi kalmamıştı, sonra Angie, Adreane ve en son olarak da Tina ile buluşacaktı. Saçlarını dallara ya da onun gibi sinir bozucu bitkilere takılmasın diye yukardan dağınık bir atkuyruğu yaptı, durumdan yeterince memnun olduğunu belirten ufak bir gülümseme, her daim kiraz kırmısı olan dudaklarına yerleşmişti. Kim görecekti ki onları aslında, bu şekilde çıksa da olurdu. Ama bu, güzel görünmekten öte olarak, kendisini iyi hissetmekle ilgiliydi. Güzelse, mutluydu. Göz kalemini gözünün içine taşırmamak için irice açtığı gözlerine, siyah kalemi hafifçe sürüp aynadaki yansımasına karşı dil çıkardı. Muhtemelen aşağıda bekleyen arkadaşlarını daha fazla oyalamamalıydı, onların da en az kendisi kadar heyecanlandıklarını tahmin ediyordu ne de olsa. Çamurların olabileceğini de göz önüne alarak, ayaklarına su geçirmez süet çizmelerini de geçirdikten sonra, ince ve zarif boynuna aceleyle kırmızı bir atkı geçirip koşar adımlarla, güneşin loş ışıklarla tembelce aydınlattığı yatakhaneden çıktı.
Tahmin ettiği gibi, Adreane herkesden önce gelmiş ve aşağıda bekliyordu. Yüzüne sahte olduğu belli olan bir gülücük kondurup, Slytherin'li kıza başıyla selam verdi. Ondan hoşlanmadığını hiç saklamamıştı, buna teşebbüs bile etmemişti. Adreane'da, Jose'u kendisinden uzaklaştıran bir çok özellik vardı. Birisine göre bunlar olağandı, ama 'olağan' kelimesi Jose için bir anlam ifade etmekten çok uzaktı. Yine de bugün, eğlenceyi bozmamak adına kızla iyi anlaşabileceğini düşünüyordu. Derin bir nefes alıp, şöminenin önündeki koltuğa kuruldu. Üst katta akşam yemeği yeniliyordu, normalde orda olmayı dilerdi fakat daha yarım saat önce açlığını birkaç çikolatalı bisküvi ile geçiştirmişti. Ormanda iyi bir yürüyüş için gerekli olan enerji, belki de heyecan yüzünden onda fazlasıyla vardı. Bugünkü dersleri kısa bir şekilde gözden geçirdi, zaman öldürmek için iyi bir yol olduğunu kabullenmesi lazımdı. Ders çalışmaktan nefret etse de sınıftaki başarısını koruması lazımdı, ve bunu da her akşam yaptığı kısa tekrarlara borçluydu. Bu tekrar faslı da sıkıcı bir biçimde son bulduğunda, oflayarak saatine baktı. Yaklaşık 20 dakika olmuştu, Angie nerde kalmıştı böyle? Birkaç dakika içinde, Ortak Salonda buluşması gerektiği son kişi de Adreane ile Jose'a katılmıştı. Yüzünde bıkkın bir ifade olmasına karşın, kıza olabildiğince samimi bir ifadeyle gülümsedi ve ayağa kalktı. Zaman kaybetmemeleri lazımdı, bu yüzden hızla Ortak Salon'un çıkışına doğru ilerlediler ve portre deliğinden çıkıp, Tina ile buluşmak için merdivenlere doğru yöneldiler. Ravenclaw'lu genç cadıyı gördüğünce, Adreane'ı gördüğünde yaptığı gibi başıyla hafifçe selam verdi ve aynı hızla ilerlemeye devam ettiler. Koridorların, yemek dolayısıyla gereğinden fazla tenha olmasına rağmen dikkatlice ilerliyorlardı. Çıkışa geldiklerinde, yüzünde bir endişe ifadesiyle çimenliğe doğru adımını attı. Serin, ama dinç hissettiren sonbahar rüzgarı tenine çarparken adrenalinin kanında dolaşmaya başladığını hissedebiliyordu. Normalde bu kadar ufak tefek gezilerden endişelenmezdi, fakat Liz'in başına gelenlerden sonra bunun bir intihara dönüşebileceğinin de farkındaydı. Merak ve heyecanını belli eden gözlerini karşıdaki ormana dikti. Güneş, turuncu ve koyu sarı ışıklar saçarak içinde ne olduğu belli olmayan bu gezi sahasının üstünde tüm ihtişamıyla batarken, Jose hafifçe titredi; bunun soğuktan olmadığını biliyordu. Aynı zamanda Adreane ile havadan sudan konuşuyordu, fakat ne kendi söylediklerinin farkındaydı, ne de onu dinliyordu. Amacı da sadece bu geziyi mahvetmemekti zaten, bu yüzden anlamaya da çalışmıyordu. Angie'nin söylediği cümle, konuşmasını yarıda kesip genç cadıya cevap vermesini gerektirmişti. Aslında, ona kendisini bu sıkıcı konuşmadan kurtardığı için minnet duyuyordu o anda.
" Alışılmışın dışında bir gün olacak gibi ne dersiniz? "
" Kesinlikle. "
Yüzünde çarpık bir gülümsemeyle söylediği bu söz, tahmin ettiğinden daha fazla endişe taşır bir biçimde çıkmıştı dudaklarının arasından. Serin havayı ciğerlerine çekip, arkasında dağınıkça toplanmış olan saçlarını düzeltti. Yağmurluğunun cebinde duran asasını sıkı sıkıya kavrıyordu, fakat bunun farkında bile değildi; bir tür içgüdü gibiydi bu yaptığı.
" Şu taraftan gidelim. "
Angie'nin fısıltı gibi çıkan sesi, onun da kendisi gibi endişeli olduğu izlenimine kapılmasına yol açmıştı Jose'un. Sertçe esen rüzgar saçlarını yüzüne doğru savururken, yeni bir titremenin ince bedenine hakim olduğunu hissediyordu. Seyrek ve uçarmışçasına attığı adımlar, sanki onun bu yerden hemen çıkmak istemesine rağmen her yeri de doya doya görmek istediğini anlatıyordu. Angie'nin gösterdiği tarafa doğru ilerlerken, olabildiğince az ses çıkartmaya çalışıyordu fakat sonbaharın kuruttuğu yapraklar, çizmelerinin altında hafif çıtırtılar çıkartıyordu.