Hava: Parçalı Bulutlu / Yağmur yağdı yağacak durumda; ama güneş de ısrarla açmak istiyor. Yani karanlık ve kasvetli bir gün habercisi yağmura güneş el uzatmıyor.
Tarih: Eylül,1952
Mevsim: Yaz sonu
Yaşadığı yer fark etmezsizin büyük bir çukurun içine çekiliyordu. İster Hogwarts’ın en önemli yerinde olsun, ister başka bir yerde her seferinde içine çekildiği derinlik artıyor ve etrafı kaplıyordu. Yaşadığı yerin sevincine vardığını varsaysa bile olmuyordu. Günden güne eriyordu. Hatta bu sayede biraz zayıflamıştı da; ama daha ne kadar gidecekti. İntiharın eşiğine gelene kadar bu umutsuz hallere devam mı etmek istiyordu. Tabi ki de bu düşüneceği en son şey olmalıydı; fakat o kadar yalnızdı ki! Bu ilk haftalarında desteğe ve morale ihtiyacı vardı belki de Hogwarts onu beklediği gibi Profesörlerle karşılamamıştı. Çünkü artık kendisi otoriter sahibi bir profesör’dü. Bunu kabullenmesi çok güç olmuşken şimdi de iyice kendini mahvediyordu. Her seferinde sil baştan aynı olayları yaşamak onu sıkmamış mıydı? Derinliğin içine çekilmekten kendine ve aynalara küs kalmıştı. Mark’tan sonrası olmayacak mıydı? Her yerde ondan bir parça görürken bunun cevabı bilindik bir hayırdı. Bir mektup bile yazmamıştı. Cevapsız ve uzaktan gelen o mavi sarı saçlı çocuğun belli belirsiz tebessümüyle başlamıştı. Ne yapmalıydı? Ailesi artık onu benimsemiyordu.
Profesör olarak seçildiğinden bile haberleri yoktu. Bir ev verip bir köşeye kaldıran bir biblo bebek gibi o da kenara atılmıştı. Annesi kendini yurt dışında ki bir gazete işine adamıştı. Oradan oraya gidiyor arada kızına onu avutacağını sandığı şekerler çikolatalar yolluyordu. Babası ise büyük bir şirkette yeni bir teklif almıştı. Evlerinin yeri bile değişmişti ailesinin; ama kötü olan tek şey otelden otele belirsiz bir hayat yaşadıklarından Nicole’ün onları görmeye bile fırsatı yoktu. Anca küçük bir çocuğu kandırırcasına kıyafetler ya da şeker veya çikolata… Kaç yaşında olduklarını zannediyorlardı. Daha ne kadar ayrı hayatlar içerisinde kızını da hiçe sayarak yaşayacaklardı. Nicole bu durumu her an düşünüp dalgın dalgın bakınsa da bir sonuç bulamayınca iki damla göz yaşıyla bitiriyordu. Döktüğü gözyaşı sayısı bile azalmıştı, tüm sevdiklerine karşı, çünkü artık yalnızlığa alışmıştı ne de olsa? Çok zordu bu durumu gün geçtikçe hissederek yaşıyordu; fakat yapabilecek başka neyi vardı ki! Ölse kimin umurundaydı. Gerçi ölemezdi de her an onu kurtarmaya çalışan karanlık gölge gene peşindeydi. Kim olduğunu bilmediği; ama her an dibinde hissettiği o nefes alışverişler hep yanındaydı. Onu göremiyordu; fakat her seferinde biraz daha yaklaşarak ona kendi yüzünü göstermeye hazırlanıyordu. Biri onu umursuyordu. Biliyordu; ama o da kendini onun lanetinden saklayarak sanki ondan yararlanırcasına. Ne faydası vardı ki böyle gizli bir şekilde ortaya çıkmanın, hangi özellikte olan kişi, onu başa döndürerek hep aynı anı yaşamasını ön görüyordu. Rüyalarında bile onla savaşıyor, sonunda büyük bir zaferle kahkaha sesini patlatıyor ve Nicole kan ter içinde gözlerini gerçek dünyaya açıyordu.
Bu sefer Slytherin’nin yatakhanesinde olmadığından korkuyor yerini yadırgamışçasına tuvalete gidiyordu. Yüzünü yıkarken kendinden tiksinç bir ifadeyle nefret ettiğini belli eden bakışlar atıyordu. Aynayı eskisi kadar sevmiyordu. Çünkü yaşadıklarını kendine gösterip yansıtan tek şey oydu. Bu yüzden her zaman ki gibi aynayı baş ucuna koymamıştı. Odası tam ona göreydi. Küçük, ıssız ve her an onun gibi kırılmaya müsait. Yeteri kadar kırıldığını belki artık eskisi gibi kullanmadığı eşyaları gösteriyordu. Sade ve donuk renklere geçmişti. Siyah ve yeşil renkleri severken artık, griler ve beyazımsı tonlar girmişti hayatına. Aynı bir hücreyi andıran bir odada yaşıyordu. Aslında kendine acı çektirerek bir bakıma sevdiğini zannettiği kişilerden arınıyordu. Sonunda çiçek gibi açılacağına inanmasa bu duruma hayatta katlanmazdı; ama umut ve nefret birleşince böyle bir birleşim ortaya çıkmıştı. Nefreti herkeseydi. Çünkü hep önemsediği kişiler onu bir kenara itmişti.
Eskisi gibi ne şımarıktı ne de kibirli. Tabi bunu dıştan kimseye sezdirmiyordu. Hala aynı kibri yüzünden kimse yanına yaklaşamıyordu. Her şeyin değiştiği yer odasındaydı. Kimse buraya girmediğinden göremiyordu da yalandan bir tebessüm bir anlığına zor değildi; ama yatağında ya da aynaya bakarken kendinden ve düşüncelerinden kaçamazdı ki! Bir gün dışarıdan hiç tanımadığı birine patlamaktan çok korkuyordu. O yüzden yanında yeni tanıdığı biri olduğu zamanlar çabuk çabuk konuşuyor ve sonra bir işi olduğunu söyleyerek kendini ders verdiği sınıfın içine kapıyordu. Öğrenciler girmeden burası huzur vericiydi. Yattığı odası kadar soyutlanmış da değildi. Çünkü her an ders işleniyordu. Yemeklere girmeyip kimsenin rahatsız etmemesini istercesine çalışıyorum derdine çok kapanmıştı bu odaya... Kimse anlamadığından onun bu halinden sıkıldığından şanslıydı aslında. En sevdiği arkadaşları bile onun bu garip soğukluğunun altında bir şey aramadan bir bir çekilmişlerdi. Sadece işleri olduğunda önceden haber vererek yanına geliyorlardı. Korkmaları ve çekinmeleri Nicole, o amansız her halükarda gözüken kibriydi. Bir tek öğrencilere ders anlatırken o ortadan kalkıyor ve sevimli bir hale geliyordu. Bunun nedeni bir zamanlar onun da öğrenci olup bu yollardan geçmesinden dolayıydı.
Odasına da böyle bir hava verip uygulamalı bir ders yapmaya karar vermemiş miydi? Nefretini burada yitirerek öğrencilerinde ki zekâyla parlayan gözlerde umuda çeviriyordu. Bir bakıma öğretmenin verdiği hazla avunuyor ve içinde hala birkaç umut ışığı taşıdığını belli ediyordu. Şu ana kadar kimin için bir alev belirtse o kora dönüyor ve yeniden alevlenemiyordu. Her tanıdığı ve değer verdiği için bu hayal kırıklığı ortaya çıkmıştı. Bazıları bilmeden bazıları isteyerek bazıları karşılaştıkları koşullar yüzünden. Sınıfta aval aval oturup beklemekten başka çaresi kalmıyordu. Dersten çıktıktan sonra da tek uğrak yeri olan odası olmuştu. Orayı da ders verdiği sınıfına göre döşemeye karar vermişti. Bunun nedeni az da olsa birilerinin oraya gitmesindendi. Bir masası bir de rahat dönen bir koltuğu vardı. Kütüphanesi de baya büyüktü. Canı sıkıldığı zaman hemen ayağa kalkarak pencerinin kenarına giderdi. Pencere kenarında olmak ona büyük bir güç veriyordu sanki. İçini ve ruhunu yıkayan az da olsa bir ışık vardı; ama bu ışık ilk geldiği günlerde ki gibi aydınlık değildi.