|
| ~ Birinci Kat | |
| | Yazar | Mesaj |
---|
Feodora Providentia Omnia Mutanter Kitapçısı
Ruh hali : Mesaj Sayısı : 121 Yaş : 31 Kan statüsü : Safkan Galleon : 11942 Ekspresso Puanı : 5 Kayıt tarihi : 13/08/08
| Konu: ~ Birinci Kat Cuma 24 Nis. 2009, 22:35 | |
| Merdivenletden yıkarı çıktığınızda kütüphanenin devamı niteliği taşıyan geniş bir hol ile karşılaşırsınız ama kitaplar içerik yönüyle biraz daha farklıdır. Kitaplar daha ziyade, iksir, doğa bilimleri gibi alanlardadır. Bu nedenle zemin katın aksine beyaz renk hakimdir. Boydan boya uzanan, açık renkli kitaplık ve zümrüt yeşili, kadife koltuklar insanın içini açmaktadır. Duvarın kendini belli edebildiği tek ter pencere tarafıdır ve oraya da yeşilin her tonunu barındıran muhteşem bir sarmaşık çizilmiştir. Foeodora onun için epey bir para vermek zorunda kalmıştır Hintli ressama. Aydınlatma olarak necef taşları ile süslenmiş, orta büyüklükte bir avize bulunmaktadır ve gece açıldığında, kitapların üzerinde küçük gölgeler oluşmaktadır. Pencereler küçük olduğu için ince , sade , yeşil atlas perdeler kullanılmıştır.
Bu katta üç oda bulunmaktadır. Sadece ikisi ziyarete açıktır. Sonuncu odanın adı Madjiné'dir ve bu odada satılığa çıkarılıp, çıkarılmayacağı belli olmayan kitaplar ve eşyalar bulunur. | |
| | | Feodora Providentia Omnia Mutanter Kitapçısı
Ruh hali : Mesaj Sayısı : 121 Yaş : 31 Kan statüsü : Safkan Galleon : 11942 Ekspresso Puanı : 5 Kayıt tarihi : 13/08/08
| Konu: Geri: ~ Birinci Kat Ptsi 18 Mayıs 2009, 02:33 | |
| Bıkkınlık. Feodora, el yazmalarının bulunduğu odadan çıkarken sadece bunu hissedebiliyordu. Üç gece önce gizli posta ile gelen el yazmasının yarısını hala çevirememişti. Keldanice'nin en zor örneklerinden biriyle karşı karşıya olduğunu anlaması uzun zaman almamıştı ama bu kadarını da beklemiyordu. Sanki biri hiç okunmasın, süs niyetine kullanılsın düşüncesi ile yazmıştı bu satırları. Kullanılan özel sözcüklerin anlamlarını bulabilmek için karıştırmadığı sözlük kalmamıştı. Üstelik işin tuhaf yanı kelimeler Keldani filolojisindeki değişem uğramış kelimelere de benzemiyordu. Sanki kayıp bir dönemde ortaya çıkmışlardı ve aniden yok olmuşlardı. Çevirdiği kısımlarda pek bir şey olduğu söylenemezdi. Daha çok astronomi alanındaki buluşlardan bahsedilmişti; meteor yağmurları, yıldız kayması, kuyruklu yıldızlar... Gerçi ilgisini çeken bir şey de yok değildi. Mesela Arşiya Akeldan'ın dünyanın yuvarlak olduğunu keşfetmesi, Feodora'nın okurken yüzünde bir tebessüm oluşmasına neden olmuştu. Koskoca Yunan şehirleri ve bilim adamları onca şey icat etmişken, bunu bir türlü fark edememişlerdi. Yazık... İşte tam da bu nedenden dolayı Doğu'yu seviyordu. Onlar genelde fark edilmeyen detayları buluyorlardı. Bu güzel bilgilere rağmen hala aradığını bulamamak sinirlendiriyordu onu. Tam da mitleşmiş hikayelere geçmişti. Keldani yazarları, bilinçsiz bir şekilde tam olarak ortaya çıkmamış karanlık sihirlerin etkisiyle oluşmuş hikayeleri kaleme alırlardı. Hyraq ve Juntayme gibi. Yasak aşkın sonucu olarak öldürülen Juntayme, sevgilisi büyücü Hyraq tarafından tekrar hayata döndürülür ve mutlu son olur. Bu hikayenin çok kaba taslak bir özetiydi. Ancak, satır aralarında yapılan ayinler hayaletten bedene geçiş seanslerını kusursuzca anlatıyordu. Helen'ı bulması gerekecekti. Ama emin olmadan hiçbir şey anlatmayacaktı ona. Tekrar umutlarını yok etmek ve onu acıya boğmanın anlamı yoktu. Her ne kadar hayalet de olsa, Feodora onun şeffaf gözlerindeki hayal kırıklığını görebiliyordu.Genç kadının kaşları bu düşüncenin etkisiyle çatılmıştı. Belki de onun atladığı bir şeyler vardı. Daha eski kitaplara bakmanın faydalı olacağını düşünüyordu. Zihninin bir köşesine bunu not aldıktan sonra, üzerinde gecelik olduğunu anımsayarak önceliğinin kıyafetlerini değiştirmek olduğunu anımsadı. Aslında biraz tembellik etmek çok hoş olurdu ama tesadüfen gözünün iliştiği saate bakınca, tembellik yapmak için epey geç kaldığını fark etti. Bir saat içinde kitapçıyı açması gerekiyordu ve o daha oyalanıyordu. Hızlı bir şekilde merdivenlerden yukarı çıkmaya başladı.
İki kat yukarı çıktığında Jynxie'nin aç olduğunu belli eden miyavlama sesini duydu önce. Daha yavru sayılırdı ama cüssesinin iki katı kadar yemek yeme potansiyeline sahipti bu kedi. Salondan odasına geçmeye çalışırken, ne ara bu kadar güçlendiğini fark etmediği kedi, kalın gövdesiyle bacaklarının arasında dolanıyordu. Sayesinde Feodora az daha yere kapaklanacaktı. Genç kadın zorlukla odasına geçtiğinde ise Jynxie de onun arkasındaydı. Safir mavisi gözleri merakla sahibine bakıyordu. İlk defa bu kadar hızlı davrandığını görüyordu çünkü. Feodora kedisinin yatağının üzerine kurulmuş, ince birer yarık haline gelmiş gözbebekleriyle ona baktığını gördüğünde istemsiz olarak gülümsedi. Kedinin şaşırdığını fark etmişti. Okul yıllarından beri süratle bir iş yapmamıştı. Eskiden Ravenclaw binasından en son çıkan kız olduğu için, rekor denilecek bir hızda hazırlanır ve çıkardı. Buna rağmen, saatlerce hazırlanmış kadar güzel görünürdü. Dedikoducu tiplerin masalarında toplaşıp, onu konuştuğunu bilirdi. Hatta birçok kişi onu sabahın bir saatinde tuvalette makyaj yaparken gördüğünü iddia ederdi. Palavra! Hiçbir zaman böyle bir şey yapmamıştı. Üstelik tanığı da vardı. Emilie. Genelde ondan önce kalkardı ve Feodora'yı da kaldırmayı denerdi. Denerdi ve pek başarılı olduğu da söylenemezdi. En sonunda sabrı taşınca ne halin varsa gör gibisinden cümleler kurup giderdi. Daha sonra, Feodora derse beş dakika kala sınıfa girdiğinde ilk başlarda ekşi bir suratla ona bakardı. Genç kadın on dakika süren karar verme aşamasından sonra, koyu lacivert, tek askılı ve ince bedenine yapışan bir kıyafette karar kıldığında, bu rengi Emilie'nin çok sevdiğini anımsadı. "Feo, ömrünün sonuna kadar bu rengi giy. Üzerinde başka bir renk düşünemiyorum bile." Genç kadının yüzünde ince bir tebessüm meydana gelmişti. Ancak daha bu tebessümü sağlayan güzel hatıraların arkasından gelen bir anı bütün kalbinin buz tutmasına neden oldu. "Yapabileceğim bir şey olduğuna inanıyor musun Feo? Onu bırakmam mümkün değil."Yapabileceği bir şey yokmuş! Feodora ona bir seçenek sunmuştu ama Emilie'nin birden sevgi damarı tutmuştu. Sarı saçlarını öfkeyle topuz yapmaya çalışırken, o günden kalan hatıralar zihnine doluşyordu. Bir an için önünde duran parfüm şişesini yere fırlatmak istediyse de, artık kendini bu bayatlamış olay yüzünden üzmemesi gerektiğini düşündü. Geçmişe mazi derler değil mi?
On beş dakika içinde Jynxie'ye mamasını vermiş ve hazırlanmıştı. Şimdi yeni bir güne hazırdı işte. Dükkanı açabilirdi. Zaten geç kalmıştı. Zemin kata inip, kilidi açtı ve kapının üzerinde bulunan, esasen nefret ettiği levhanın üzerindeki yazıyı kapalıdan açık hale getirdikten sonra içeri girdi. Bu saatte müşteri gelmezdi. En azından biri kafayı yiyip, aşk iksiri satın almak istemiyorsa. Yani biraz daha vakti vardı. Bu nedenle dün bitiremediği küçük işleri halledebilirdi. Bugün sergiye ve kitaplığa yeni bir şeyler eklemek istiyordu. Aslında bütün sergiyi daha geçen gün değiştirmişti ama aklına gelen yeşil gözlerden kurtulması şarttı. Kendini oyalarsa unutacağından emindi. Nereden düşmüştü şimdi aklına Emilie?! Neden kabuk bağladığını düşündüğü bir yaranın hala taze olduğunu hissettirmişti?! Neden bütün sevdikleri onu yalnzı bırakmak konusunda yarışıyordu?! Merdivenleri hiddetle tırmanırken, bu soruların cevabını kendine sorup duruyordu. Emilie'yi en son iki sene önce görmüştü. Ona açıkladığı şey sonucunda, Feodora hiddete kapılmış ve onu göl kenarında bırakıp gitmişti. O günden sonra da suratına bakmamıştı onun. Helen da ikide bir neden ayrıldıklarını sorup duruyordu. "Dünya tersine döndü bence Feodora. Sen ve Emilie'nin ayrı düştüğünü görünce aklıma başka bir şey gelmiyor." Feodora, bu tip cümleleri kardeşindne her duyduğunda sert bir dille onu uyarıyordu. Kardeşini çok severdi ama bu merakını anlamsız bulurdu doğrusu. Buz mavisi gözleri sinirle açılıp kapanıyordu. Gözlerinin önünden Ravenclaw forması içinde kumral saçlı kızın görüntüsü silinmiyordu bir türlü. Birinci kata geldiğinde, içerisinin biraz fazla karanlık olduğu dikkatini çekti. Yeşil perdeleri sonuna kadar açıp, sabah güneşinin etrafı doldurmasına izin verdi. Şimdi daha iyi görünüyordu. Hızlı bir şekilde, sağ tarafa döndü ve Madjiné adını verdiği odaya girdi. Odanın içerisinde, üzeri beyaz çarşaflarla örtülmüş büyük eşyalar ve orjinal renginde bırakılmış duvar odaya unutulmuş bir yer havası veriyordu. Aslında Feodora'nın da isteği buydu. Çünkü burası depo gibi işlevi görüyordu ve kimsenin yeni malları görmesini arzu etmiyordu. O zaman bir çekiciliği kalmayacağını düşünüyordu. Bir süre etrafına bakındıktan sonra, okunmak için bekleyen eski görünümlü bir kitap ile hemen yanında duran kolyeye kaydı. Kolyeyi birkaç gün önce, İran'da yaşayan bir arkadaşı sayesinde almıştı. Üzerinde arapça harflerle "Bana bak" cümlesi yazılmıştı. Hikayesi de oldukça ilginçti aslında. Aptal bir muggle hırsız, yaşlı bir kadının evini soyarken mücevher kutusundaki bu kolye gözüne çarpmış ve üzerindeki yazıyı okuduktan sonra, gözlerini alamamış ve bu şekilde yakalanmış. Tabi hırsızın şu anda bir eli yok bu yüzden. Saçma sapan bir hikaye gibi görünse de, Feodora merak etmişti bu kolyeyi. Arkadaşı Hassab da onun için polislerden çalmıştı. Kitaba gelince... Bu ona bir sene önce çok ama çok yaşlı bir kadın tarafından satılmıştı. Kadının çok parasız olduğu belliydi ve son zamanlarını yaşıyordu. Feodora da nedensiz bir şekilde kadına acımış ve tahmini değerinden çok daha yüksek bir fiyata almıştı. Aklına daha iki üç gün önce gelmişti bu kitabı okumak. İnce parmakları kitabın yıpranmış cildini okşadı ve kapağını açtı. Kötü bir yazı ile yazılmış yazıyı okuduğunda ise gülümsemeden edemedi. "Sonsuza kadar seveceğim kadına. İrene seni seviyorum." Demek bu kitabın kadın için özel bir anlamı vardı. İçinde bir yere gizlenmiş acıma duygusu su yüzüne çıkarken, kitabı okumaya başladı. | |
| | | Emilie F. Ingebjørg Yazar
Ruh hali : Mesaj Sayısı : 10 Yaş : 32 Kan statüsü : Muggle Doğumlu. Galleon : 11391 Ekspresso Puanı : 6 Kayıt tarihi : 08/05/09
| Konu: Geri: ~ Birinci Kat Çarş. 20 Mayıs 2009, 16:17 | |
| Yumuşak, kadifemsi bir ölüm kokusu var havada. Yaprakların yüzü kızarmış, rüzgâr sararmış… Solgun çiçekler renkleriyle beraber yollarını da kaybetmiş, oradan oraya savruluyorlar. Çıplak dallar kasvet, hüzün katıyor bu nefaseti anlatılamayacak tabloya. Sonu olmayan bir yer burası. Hissizlik tüm bedenimi kaplamış durumda. Ne beklediğimi bilmeden oturuyorum sarılı kızıllı yaprakların üzerinde. Serinlik saçlarımın arasından yüreğime kadar erişiyor. Neden sonra çocukluğumda zamanın çabuk geçmesini sağlayan oyunum geliyor aklıma. Kalkıyorum. Delirmiş gibi hopluyorum alevden katmanın üzerinde. Çıtırdıyor turuncu yapraklar. Onlar çıtırdadıkça ben daha da hızlı, daha da hızlı zıplıyorum. Hışırtı ince ince işliyor içime. Aniden bir gölge görünüyor uzaklardan. Karanlık; aydınlatıveriyor sokağı. Bekleyişimin boşa olmadığını anlıyorum. Dakikalar geçmek bilmiyor. Gözlerimi kapıyorum. Gölge, az sonra havayı savurarak haykırıyor kulağıma. İki kelime yankılanıyor kafamda: ‘Omnia Mutanter.’ Uyanıyorum. Bakışlarım, yazı masamın üzerinden bana göz kırpan çiçeğe kayıyor: Bir anemon. Evet; günlerdir gecelerimi esir alan, uykuya özlem duymama neden olan o cezp edici çiçek.
Birkaç ay önce, Eski Mısır’a olan derin ilgim, ihtiyar bir sahaftan duyduğum hikâye karşısında iyice arttı. Milattan önce yaklaşık bin yıllarında geçen olaylar; bir anemon çiçeğinin gözünden anlatılıyor bu kitapta. Karanlık bir dönemde, Mısır haremindeki bir genç kadının başında üç gün üç gece dolaştırdığı anemon, Firavun’un katli için yapılan tüm planları, Amon rahiplerinin ‘Ölüm Şerbeti’ denilen iksiri yapmalarını görür. Firavun şerbeti içecekken, anemon birden olağanüstü güzellikte bir kıza dönüşür: Andetraya. Maat’ın adaletsiz ölümleri engellemek için yarattığı Andetraya, kurbana her şeyi anlatır ve Firavun karşısındaki kıza koşulsuz inanır. Cinayet planlarında payı olan herkes, şerbetten birer yudum almaya mahkûm edilir ve can çekişerek ölür. Andetraya Firavun’dan bir söz alır ve bu söz karşılığında ona Tanrı’ların yarattığı, eşsiz güzellikte bir eş armağan eder. Firavun’a göre tutması gereken söz oldukça basittir: Ülkesinde adaletsizliğe asla izin vermeyecektir. Aksi halde, Maat ve Osiris ülkenin sonunu hazırlayacaklardır. Yıllar birbirini kovalar ve Firavun sözünü unutur. Ülkenin her tarafında rüşvet ve adam kayırma almış başını gitmiştir. Firavun’un tüm ilgisi ise delicesine sevdiği eşindedir. Andetraya, anemonların içinden olanları izler ve en sonunda verilen sözün kutsallığını yitirmesine daha fazla katlanamayıp durumu Maat’a anlatır. Maat ve Osiris de ülkenin her tarafına ölüm saçmaya başlarlar. Maat ilk önce başak tarlalarının çekirgeler tarafından yok edilmesini sağlar. Osiris’in laneti ise daha korkunçtur: Yeni doğan tüm erkek çocuklar dünyaya hadım olarak gelmektedir. Böylece Firavun verdiği sözü tutmamanın azabıyla kıvranmaya başlar. Telafi için ne yapabileceğini öğrenmek ister, cevap keskindir: Oğlunu kurban etmelidir. Tanrıların yarattığı bir eşten doğan Amras, dünyanın en güzel erkeğidir. Firavun başka birini kurban etmesi için yalvarsa da isteği reddedilir. Oğlunu sunak üzerinde kurban etmeye hazırlanırken, Andetraya, hazin sonu izlemek üzere yanında belirir. O sırada, herkesin iradesi dışında bir şey gerçekleşir: Andetraya; bu güzel adama âşık olmuştur. Maat, Andetraya’nın yakarışlarını göz ardı edemez ve Amras’ı bir anemon çiçeğine dönüştürür. Bu iki çiçek, sonsuza kadar beraber olacaklardır.
Sir George Cartwrigt’ın yazdığı ‘Anemon’ isimli bu kitabı aylarca aradım. Biraz araştırınca dünya üzerinde yalnızca elli tane kopyası olduğunu gördüm ve bunun üzerine merakım iyice arttı. Yazar, ünlü bir Mısır tarih uzmanı ve bilinen ilk hiyeroglif okuyucusuydu. Efsane değilse de – ki ben doğruluğuna inanıyor, ya da inanmayı istiyordum – adam Ebu Simbel yakınlarında bulunan ama yeri şu an tespit edilemeyen bir tapınakta çalışmış ve orijinal kitabı bulmuştu. Ancak kitabın daha sonra nereye gittiği ile ilgili hiçbir bilgiye rastlamak mümkün değildi. Dinmeyen arayışlarımın bir nedeni de, bu öyküyü yazıya dökme isteğimdi. Büyük yankı uyandıracağını biliyordum. Ancak zaman akıp gitse de, ben hiçbir şey elde edemiyordum. Sonunda, bütün bunları öğrendiğim sahafı ziyaret etmeye karar verdim. Adam beni bu sebeple tekrar karşısında görmekten pek memnun kalmamıştı, biraz somurtma, biraz da sessizlikle beni başından atmaya çalıştı. Sonunda ısrarlarıma dayanamadı ve kitabın aslının kendisinde olduğunu, kendisine de eski kitapların arasına karışmış olarak geldiğini söyledi. İçimi bir heyecan kapladı. Veremeyeceğim fiyatlar teklif ettim. Ancak adam, onu ben daha öyküyü duymadan aylar önce başka bir meraklıya sattığını söyledi. İsmi alabilmek benim için güç olsa da, sonunda alıcının bir kitapçı sahibi olduğunu öğrendim. Dükkânın ismi Omnia Mutanter’di ve Londra’da yer alıyordu.
Ne zamandır verdiğim çabanın bir sonuca kavuşacağının hayaliyle Boreas’ın ihtiyaçlarını hallettim ve önceden ayarladığım günlük dadının gelmesini beklerken hazırlandım. Birkaç dakika sonra kapıyı çalan kadına yapması ve yapmaması gereken her şeyi anlattıktan sonra çantamı kaptığım gibi evden fırladım. Dışarıda yağmur çiseliyordu. Çok sevdiğim toprak kokusunu içime çekerek yürümeye başladım. Heyecanım beni ele geçirmişti, nedenini bilmesem de, içimi bir titreme kaplamıştı. Ne olursa olsun, bir kitap için bu halde olmam tuhaftı. Yine de kendime engel olamadan adımlarımı hızlandırdım ve ücra bir köşede buharlaştım. Az sonra Knockturn Yolu’nda, Omnia Mutanter Kitapçısı’nın önündeydim. Kapıyı açtım ve içeri girdim. Birkaç defa seslenmeme rağmen, beklediğim bölüme hiç kimse gelmedi. Etrafı incelemeye koyuldum. Her kitapçıda bulunabilecek tarzda kitaplar dizilmişti raflara. Simsiyah duvarlar, kitapçının gezdiği yerlerden getirdiği hatıraları yansıtıyordu. Dehşetengiz el yazmaları dikkatimi celbetse de, kendimi toparladım ve asıl amacımın farklı olduğunu hatırladım. İlerideki merdivenlerden yavaşça çıkmaya başladım ve beyaz ve yeşilin hâkim olduğu geniş bir hole vardım. Kadife koltuklar ve kitaplıklar dışında, üç tane kapı gördüm. Sırayla odaları tıklayıp içlerine baktım, ancak ilk ikisinden ses gelmediği gibi kapıların ardında da kimseyi göremedim. Son bir umutla üçüncü kapıyı açtım ve kafamı uzattım. İçeride başı yıpranmış bir kitaba gömülmüş, turunculu sarılı saçlara sahip bir kadın oturuyordu. Sesimi duyunca gözlerini kitabından ayırarak bana dikti. Nefesimin boğazımda düğümlendiğini hissettim. Yanan gözlerimi kırparak hayal görüp görmediğimi kontrol ettim. Hayır, hayal değildi. Karşımda oturan kadın, bir zamanlar hayatımın onsuz bir anlam taşımayacağına inandığım Feodora Providentia’dan başkası değildi. Yutkundum ve dudaklarımın kıpırdamasına engel olamadım: 'Feo?..' | |
| | | | ~ Birinci Kat | |
|
| Bu forumun müsaadesi var: | Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
| |
| |
| |