Isadora D'alora Hufflepuff 6. Sınıf Öğrencisi
Ruh hali : Mesaj Sayısı : 156 Yaş : 30 Kan statüsü : Muggle Doğumlu. Galleon : 11334 Ekspresso Puanı : 4 Kayıt tarihi : 19/06/09
| Konu: Isadora D'alora Çarş. 15 Tem. 2009, 17:58 | |
| Ad - Soyad: Isadora D'alora İstenen Bina: Hufflepuff İstenen Sınıf: 6 Karakterin Genel Özellikleri: Eskiden, tacizlerden önce, şirin bir kız çocuğuydum. Nerede nasıl davranılacağını bilir, büyüklere saygısızlık etmezdim. En büyük hayalim annem gibi balerin olmaktı. Ölüm ve tacizlerle kişiliğim değişti. Carmelita hariç kimse bunun farkında değildi. Carmelita hariç, diğer ailem umrumda bile değil. Artık asiyim ve haksızlıklara tahammül edemiyorum. Acımasız ve kırıcı oluyorum zaman zaman, farkındayım. Duygularımdansa mantığımla hareket etmeye çalışıyorum. Ukala olduğumu da biliyorum, hırslı ve özgürlüğe düşkün olduğumuda. Kim isterdi ki benim böyle olacağımı? Ama hayata karşı koymam gerek, onun yarattığı çizginin dışına çıkmam gerek. Bu bağlamda, zekâmında, bana verilmiş en güzel hediyelerden biri olduğunu düşünüyorum. Ve hiç aşık olmadım. Merak ediyorum nasıl bir duygudur bu? Beğendiğim erkekler oluyor ama sonra Tristan'ı hatırlıyorum. Ondan sonra da kimseyle çıkamıyorum. İnatçılığımın, cesaretimin ve soğukkanlılığımın çok büyük faydalarını görüyorum. Ama ben gıcık biri değilim. İnsanlarla iletişim kurmayı seviyorum. Çok çabuk sinirleniyorum ve sinirlendiğimde ağlamaya başlıyorum, hoş değil tabii. Ve kitaplar onlar benim Carmelita'dan sonra gelen dostlarım. Karakterin Geçmişi: Görünenler mi gerçekler? Yoksa görünmeyenler mi? Yedi yaşından beri öz abisi tarafından taciz edilen ben, hangi tarafımı göstermeliyim? Annesi pis bir alkolik, nerede sürttüğü belli olmayan, ben? Dünyadan haberi olmayan, evin yolunu bile bilmeyen bir babası olan ben? Hayatındaki tek doğrusu, tek mutluluk kaynağı Carmelita olan ben? Söyleyin bana, siz olsaydınız ne yapardınız? Cehennem kadar sıcak bir günde -27 haziran-, Japonya, Wakkanal da doğdum. Japonya'da bu kadar sıcak yoktur, ama Tanrı'nın oyunu işte. Annem balerin, babamsa balet. İkisi için Japonya'nın en ünlü balecilerinden diyebilirim. Küçükken onları izlemeye bayılırdım. Muhteşem bir uyumla dans ederler, müziğin hakkını verirlerdi. Öyle sevgi doluydular ki, büyükbabamın ölümüne kadar. Ah, o adam gerçek bir dahiydi. Bana hep ''sen farklı olacaksın'' derdi. Ve haklı da çıktı. Onun ölümü bütün ailemizi şoka uğratmış, derinden sarsmıştı. Yedi yaşımdaydım. Ailem o sırada evlatlık olarak bir kız çocuğu almak için uğraşıyordu. Büyükbabamın öldüğü gün, adı Carmelita olan bu kız evimize geldi. Ancak onun hiç bir zaman aradığı sevgiyi, bizim evimizde bulamayacağını biliyordum. Ve benden 4 yaş büyük abim Tristan.. Ölüm onu daha çok sarsmıştı. Bir gece, Carmelita ile ben, aynı odada yatarken, Tristan geldi. Yatağıma girip, bana sarıldığında içimi merhamet ve abi sevgisi kaplamıştı. Beni her zaman çok severdi ama bu sevginin hastalıklı olduğunu o yıla kadar ne ailem ne de ben fark edebilmiştik. Gittikçe benimle aynı yatağa yatması sıklaşmaya başladı. Yine öyle gecelerden birinde elini kalçalarımda hissettim. Ne yapıyor bu, diye düşünürken, kulağıma fısıldadığı sözcükler hayatımı tam anlamıyla zindana çevirdi, ''beni çıldırtıyorsun.'' Onu tekmeleyerek, yataktan attığımı hatırlıyorum. Carmelita çığlık atmaya başlamıştı. Tristan ise hızla kaçmıştı. Onu annemlere söyleyemedim. Zaten annem babasının ölümünden sonra kendini içkiye vermişti. Babamı ise uzun zamandır görmüyordum. Bu sırrı sadece Carmelita biliyordu. O bana Tanrı'nın bir hediyesiydi, bunu biliyordum. Bu olaydan sonra Tristan odamıza gelmedi ama beni yalnız bulduğunda sıkıştırıyor, öpmeye çalışıyordu. Ve en kötüsü benim de ona karşılık vermemi bekliyordu. Nasıl bir iğrençlikti bu? O yıl Hogwarts'a başlamamız harika birşeydi. Biz mugglelar sihre inanmazken, Londra'dan Carmelita ile bana mektup geliyor, okula davet ediliyorduk. Nasıl sevindiğimi size anlatamam. Anneme söylediğimizde hiç karşı koymadı ve bizi Londra'ya gönderdi. Tristan'dan ve o hasta aileden kurtulmuştum. Orada bizi annemin bir arkadaşı karşıladı ve söylenen adrese bıraktı. Burası bataklıktan başka bir yer değildi. Sonra bir adam gelip bizi aldı ama şu an onun yüzünü hatırlayamıyorum, adını da. Ondan sonra Carmelita ile yaşadıklarımız tek kelime ile mucize olmalıydı. Mucize kurtuluş. Rp Örneği: 1 - Spoiler:
Kim bilir neye üzülerek hüzünle kaplanmış, gri gökyüzü, bütün sinirini fanilerin ve nicelerinin yaşadığı dünyadan çıkartırcasına, bir hayli sert ve hızla yağmurunu yağdırıyordu. Kendisi gibi yeryüzünü de griye boyamış olduğundan, oradaki tüm renkleri silmiş gibiydi. Hani güçlü olanlar kazanır derler ya, burada da güçlü olan renkler, inatla kendini göstermiş, ufak ve silik renkleri alt etmişlerdi. Örneğin; kırmızı turuncuya, birşeyleri kanıtlamak istercesine, meydan okuyarak kendini gösteriyordu. Toprak anaya çarptığı anda, yağmurun o bilindik, kimilerine göre aptal, tuvaleti getiren, kimilerine göreyse huzur ve dinginlik veren sesi, bazı insalara o kadar yardımcı oluyordu ki. Özellikle zihinleri bulanmış ve ne yapıp ne ne yapmayacağına karar veremeyen bedenlere. Bu bedenlerden hakkıyla, biri sayılan Aislinn, Londra'nın gürültücü ve kirli sokaklarından uzakta oluşunun ve doğayla bütünleşmesinin tadını çıkarıyordu. Yağmurun soğuk damlaları yüzünün her santimine çarpıyor, oradan kızıl saçlarına iniyordu. Bütün bedeni saf, soğuk su damlalarıyla kaplanmıştı, üşüyordu, hatta titriyordu ama bunun farkında değildi. Uzun zamandan beri kendini hiç bu kadar rahatlamış hissetmemişti. Yüreğinin her an kanatları çıkabilir, gökyüzüne doğru uçabilirdi; üzerindeki taşın ağırlığından kurtulmuştu ne de olsa. Keyifli bir gülümseme yayılmıştı yüzüne, gözleri kapalı, dinliyordu etrafını; yağmurun, yakınında bulunan ağaçlara çarpıp kırılmasını, rüzgârıyla, oradan oraya uçuşan ağaç dallarını, yapraklarını. Toprağın saf kokusunu ve temizlenmiş havayı soluyordu, bol bol. Tanrım, başka ne isteyebilirim senden? İçinden tanrısına şükrediyordu, ona böyle bir fırsatı tanıdığı için, Vivien ile tartıştırdığı için. Ruhunun tamamen olmasa da, büyük bir bölümünün temizlendiğine inanıyordu. Belki de yağmur sayesinde günah çıkarmıştı, kim bilir? Aniden kuvvetlenen rüzgârın saçlarına vurmasıyla, özlediği kokuyu duydu kız; yasemin kokusu. Eskiden annesinin zoruyla, sürekli yasemin katkılı, ilkel sabunla yıkardı saçlarını. Git gide kendi kokusu olmuştu yasemin. Ancak evden ayrıldığından beri, Hogwarts'ta ya da başka bir yerde kokusunu duyamamıştı. Ama şimdi..
Mark'ın gülüşünü gördü, kapalı gözlerinde. Kokuyla onun ne alakası vardı, Aislinn'de kendine bunu soruyordu. Fakat gelmişti bir kere, göndermeye de hiç niyeti yoktu. Çocuğun koyu sarı saçlarını karıştırırken oluşan gülümsemesine eriyordu, gerçekti bu. Gerçek olduğunu kabul etmediği şeyse ona olan hisleriydi. Duyguları sevmezdi Aislinn, mantığın daha yararlı olduğunu düşünürdü. Ama, övündüğü mantığı, Mark karşısında yenik düşüyordu. Bu da kızın sinirlerini bozuyordu, güçsüzlüğü sevmiyordu. Göz kapağının üzerine düşen ani bir damlayla, çocuğun görüntüsünü kaybetti. Ancak hiç kımıldamadı, bıraktı aksın damlalar, yıkasın onu. Karanlığa hapsettiği gözlerinin önüne Vivien geldiğinde, onu kırdığı, kalas kafasına dank etti. Fakat onun, aşırı korumacı tavırları bazen Aislinn'i deli ediyordu, kendini tutamayıp bağırmaya başlıyor, söylemek istemediği şeyleri söylüyordu. Aislinn'in bu tip ayılıklarında, ona karşı Vivien susuyor, yakıcı gözlerini, karşısında deli gibi bağıran kızıl saçlı kızın, buz mavisi gözlerine dikiyor, inatla onunla göz göze gelmeye çalışıyordu. Ama adı gibi bildiği bir şeydi, Aislinn'in tartıştıkları zaman ona bakmadığı. Fazla bencilsin aptal kız. Ruhunun huzurunun kaybolmasını istemiyordu o anda Aislinn, kötü düşünceleri kendinden uzaklaştırmaya, kapalı gözlerinin ardında kendi dünyasını görmeye çalıştı. Bilinçsizce, yağmurun sesini duymadığını fark etti ve tekrar onu duymaya, doğayla baş başa kalmaya çalıştı. Bedeninin iki yanına uzattığı kollarını gerdi, avuçlarını toprağa çevirdi. Hastalanacaktı belki de, ama umurunda değildi. Ne bozabilirdi ki onun keyfini?
2
- Spoiler:
2 mayıs 1956 günü, İsveç'in Kiruna kentinde dünyaya gelmişim. Üç tane şamdanın aydınlattığı loş ve pis bir odada, saat gece yarısını biraz geçe, dünyaya daha bebekken, isyanım olduğunu anlatarak, çığlıklarla doğmuşum. Zavallı teyzem beni annemin karnından çıkarmak için, ablasının karnını kesmiş. Zavallı annem beni yaşatmak için kendi hayatından vazgeçmiş. Ve ben, bencil bebek, ikisinin de kalbini deşercesine çığlıklarla ağlamışım. Ve hatırlıyorum. Annemin ağlamaktan gözleri şişmiş ama hâlâ mutluluk var orada. Beni gördüğü an gülümsüyor. İnce ve benim yüzümden sapsarı olmuş yüzü geriliyor ve gerçekten gözleri gülüyor. Kayıtsızca, normal bir bebeğin iki yaşında ki ama benim yeni doğmuş bedenimden, kanlı olan sağ elim anneme uzanıyor. Dokunuyorum kadının sapsarı yüzüne, kan bulaşıyor güzel yüzüne. Ama o benim elimi binbir güçlükle öperek, benim meleğim diye fısıldıyor, Gemma'm. Gözleri hâlâ gülüyor ama ufak ufak yaş taneleri iniyor zümrüt yeşili gözlerinden. Teyzemin ne hâlde olduğunu bilmiyorum, ağlıyor olmalı. Ama neden, niçin? Sonra annem son kez elimi öpüyor ve oldukça zorlanarak sol parmağından gümüş bir yüzüğü çıkarıyor. Yüzüğün kimi yerlerinde siyah noktalar var. Onu ufacık işaret parmağıma takıyor. Gülümsemesi daha da artarken ben yolun sonuna geldiğimizi anlıyorum. Olmamalı diyorum düşüncelerimde,hayır! Ne yazık ki konuşamıyorum. Ve annem derin bir nefes vererek gözlerini yumuyor. Etrafımız kan gölü gibi ve ben annemin boşluğuna oturuyor hâldeyim. Ne olduğunu anlamak istemediğim için teyzeme bakıyorum ama elleriyle yüzünü kapatmış ağlıyor. Benim ona baktığımı görmüyor. Ama annem neden uyanmıyor? Yanağına dokunuyorum, yüzük parmağımda, boşlukta sallanıyor. Bir kaç dakika geçiyor, annem hâlâ uyuyor. Sinirleniyorum ve çığlığı basıveriyorum. Sesim çok güçlü, rüzgârımla teyzemin saçları uçuşuyor ve kadın bana -nihayet- bakıyor. Hemen beni kucağına alıyor ama ben gitmek istemiyorum. Vuruyorum ona, bıraksın beni! Annemle kalmak istiyorum. Teyzemin kucağında, başım anneme dönük, tahta kapıdan çıkarken son kez görüyorum annemi. Yüzünde huzurlu bir gülümseme var ama bedeni kanlar içinde. Ve çığlıklarım ağlamamla karışıyor. Teyzem koşmaya başlıyor...
26 Haziran 1961. Beş yaşındayım artık. Bu yaştayken bile öyle güzelim ki, herkesi etkiliyorum. Saçlarım kızıl-kahve ve yeşil gözlerim annemin ki gibi. Bu yüzden gözlerimi çok seviyorum. Teyzemin elini tutuyorum ve birlikte karanlık bir sokakta yürüyoruz. Üstümde siyah bir kumaştan mont var, ben siyah sevmem. Teyzemin ısrarla neden giydirdiğini merak ediyorum. Hızlı hızlı yürüyor neyse ki ona yetişebiliyorum. Sormaya fırsatım yok, izinde vermiyor zaten. Hızla bir bahçeden geçiyoruz. Tahta ama oldukça kalın gibi gözüken bir kapının önünde duruyoruz. İçeriden telaşlı koşuşturmalar geliyor, evin ışıkları yanıyor. Evdeki sesleri duyuyorum ama dinlemek istemiyorum. Mızmızlanarak teyzemin elini çekiştiriyorum, gitmek istiyorum diyorum. Bana cevap vermiyor ve sinirli bir şekilde kapıya vuruyor. Kapı göz açıp kapayana kadar açılıyor. Kızıl-kahve dik saçları, keskin yüz hatları ve badem gibi göz şekli olan çok güzel bir adam var karşımızda. Ama hayır ben bu adamdan hoşlanmıyorum. İstemiyorum onu, gitsin. Gözleri önce teyzeme sonra bana kayıyor. Koyu mor gözleri var, rahatsız oluyorum ve kaşlarım çatılıyor. Adam sanki ben çok tuhaf birşeymişim gibi bana bakıyor. Bu oldukça alıştığım bir durum ama bu adam daha da farklı bakıyor. Gözleri yaşardı yaşaracak diye düşünüyorum. Birkaç dakika sonra toparlanıyor, elleri bana doğru uzanıp fısıldıyor, Gemma. Güçlü bir çığlık atarak, adamı kendimden uzaklaştırıyorum. Çok sinirlendim, bu adam kim ki bana dokunmak istiyor? Bana teyzemden ve benim sevdiğim insanlardan başka kimse dokunamaz. Hayır diyor, sinirlenme Gemma. Ben senin babanım. Evet diye söze karışıyor teyzem. Bu seni ve anneni terk edip giden baban. Ne diyorlar bunlar böyle?! Daha da sinirleniyorum, benim sadece annem ve teyzem vardır. Ve bağırıyorum, güzel yüzüm buruşuyor. Benim babam yok! Sadece annem ve teyzem var! Güzel adamın yüzü o kadar kötü oluyor ki neredeyse onun için üzüleceğim. O sırada arkasından koşarak bir kız geliyor. Benim gibi beyaz teni var ama onun saçları omuzlarında küt kesilmiş. Çok güzel. Bana dönüyor gözleri. Onun da yeşil gözleri var. Adam ona doğru dönüyor ve beni gösteriyor. Sonrada onu öperek, önümüzden geçiyor. Koşmaya başlıyor, karanlığa doğru. Teyzem lanet olsun Ian diye bağırıyor, nereye gidiyorsun! Ben seviniyorum çünkü gitti adam. Küçük kız ağlamaya başlıyor ve ben çok üzülüyorum. Teyzemin elini bırakıp, ona sarılıyorum. Teyzem Monica ve Gemma diyor, haydi gidiyoruz.
| |
|