''Kahretsin''
Her zamanki uykuculuğu yüzünden buluşmaya geç kalıyordu. Sabah erkenden uyanmış, her nasılsa beşikten çıkmayı başarmış Francis'in bağırışlarıyla uyanmıştı. Hüngür hüngür ağlıyordu. Zoe korkuyla yerinden sıçramıştı. Bir çırpıda Francis'i koltukaltlarından kaldırıp yatağa otutturdu, zaten çok küçük ve hafifti!
''Ne oldu, Frankie, tatlım?''
Frankie, pencereyi gösterdi sadece. Ağlaması durmuştu, anlaşılan anneciğinin kollarında kendini daha güvenli hissediyordu, ama gene de kesik kesik hıçkırıyordu. İçinden, ah canım, diyerek biraz daha sarıldı Zoe. Bir kez daha ne kadar berbat bir anne olduğunu düşünüyordu. ''Tamam Frankie, annem, bak şimdi ne yapacağız? Eğer uslu bir çocuk olup ağlamazsan, annecik sana baloncuk yapacak'' Çocuğun ıpıslak yüzünde güzel bir sırıtış beliriverdi ne de olsa büyü görmekten çok hoşlanıyordu.
''Pekala'' dedi asasına uzanarak. ''Baloncuklar geliyor, geliyor, geliyooorrr...'' Bu büyüyü küçükken kendisi de çok severdi. Hala çok seviyordu ama aradaki fark, şimdi ses çıkarmadan da aynı büyüyü yapabilmekti. Yağan baloncuk yağmuruyla beraber Frankie ellerini uzatıp yakalamaya çalışıyordu, ancak elini her uzattığında patlıyorlardı. Zoe, oğlunun yüzündeki mutlu çocuk gülüşüne baktı. Dünyada bir anneye bundan daha mutluluk verecek bir manzara daha varmıydı? Bakarken aklından bunlarla beraber, aynı gülümsemeyi birinde daha hatırladığını hissetti. Normaldir, dedi kendi kendine, sonuçta çocuklar babalarına da benzerdi. ''Hadi bakalım, bu kadar yeter'' asasını indirdi ve yağanların ardı kesildi. ''Şimdi, parka gitmeye ne dersin bebeğim?'' Kocaman, ıslak bir öpücük kondurunca, Frank da kollarını omzuna dolayıp karşılık verdi. O da her çocuk gibi parka gitmekten büyük zevk duyardı. Henüz iki yaşındaydı, konuşmayı fazla bilmese de arkadaşlar edinmeyi çok iyi beceriyordu, kızlar şimdiden peşini bırakmıyorlardı. Yalnızca kız bebekler değil, yetişkin kadınlar ya da genç kızlar bile Zoe ile bir-iki laf edecek olsalar yanağını sıkmadan bırakmıyorlardı.
''Hadi bakalım, dostuuum'' dedi, koltukaltına hafifçe sıkıştırarak. Oğlanın üstünü giydirmek üzere odadan çıktı. Yürüken kısa geceliğinin etekleri haşır haşır ses çıkartıyordu, geç kalmak üzereydi ama Meadow park evin sadece 2 blok ötede olduğu için acele etmiyorlardı.
En sonunda tüm hazırlıklar bitip Frank'ı pusetine bindirirken beş dakika geç kalmışlardı bile. Üzerine kırmızı pançosunu giymişti. Kırmızı şarka takmış, kırmızı kazak giyip kırmızı çizmeler geçirmişi ayağına. Kot pantolonunu açık mavi renkte seçmiş, makyaj olarakda bembeyaz yüzünün ortasında çok dikkat çeken kırmızı rujunu sürmüştü sadece. Frankie'yi kendinin tam tersine, yağan hafif kar taneciklerinden yola çıkarak bembeyaz giydirmişti. Buluşmaya giderken - bu röportaj amaçlı bir buluşma da olsa- dün gece bir şeyler yaşadığı adamın, oğlunu da tanımasıydı. Gerçi Lawrance Frank'ı biliyordu ama, hiç görmemişti. Saatine bakınca iyice telaşlandı ve en sonunda puseti ittirmeye başladı.
Kış güneşi tepede pırıl pırıl parlamasına rağmen buz gibi rüzgar esiyor ve karla karışık yağmur hafif hafif atıştırıyordu. Lawrance, tam da söz ettikleri yerde, bankın tepesine oturmuş, ayaklarını da oturulan yerlere dayamıştı. Zoe, yaklaştıkça bir elma şekerinin parıltısını görür gibi oldu, Lawrance herhalde oğlanı düşünüp çıkartmıştı cebinden. Zoe'nin tüm aklı, bu çok yakışıklı görünen adama takılıydı, ancak nasıl bir merhaba demesi gerektiğine karar verememişti. Öpmesi mi gerekiyordu, yoksa sade bir merhaba demesi mi? Biraz sıcak davranmanın ne sakıncası olabilirdi ki! Lawrance, Frankie'nin başını okşayıp şekeri verdikten sonra ayağa kalkmıştı. Tanrım, ne yakışıklı, diye geçirdi içinden, bir adım daha yaklaşmıştı. .