|
| Basın Başvuruları | |
|
+17Julia Leppanen Christine Moes Jacqueline Du Pré Trinette La Pixies Lauren La Pixies Sherlock WJ Holmes Clytemnestra Kanáris Elizabéth Adrianna Malfoy Kaitlynn Wanders Daphne Zoe Launy Alyssa Jane Stephanié April Jacquéline Fioré Euphoria Szôlôssy Juliet Nosferatu Rose Evelyn Constantine Kyan Carver Amortentia Cécile Derwent 21 posters | |
Yazar | Mesaj |
---|
Euphoria Szôlôssy Vendéglője Restorant Sahibesi
Ruh hali : Mesaj Sayısı : 862 Yaş : 32 Kan statüsü : Safkan ~ O dahil kimse bunu bilmese de. Galleon : 12110 Ekspresso Puanı : 35 Kayıt tarihi : 21/03/09
| Konu: Geri: Basın Başvuruları Çarş. 13 Mayıs 2009, 16:38 | |
| | |
| | | Lauren La Pixies Corpus Frappant Editörü
Ruh hali : Mesaj Sayısı : 33 Galleon : 11337 Ekspresso Puanı : 0 Kayıt tarihi : 22/05/09
| Konu: Geri: Basın Başvuruları Cuma 22 Mayıs 2009, 23:33 | |
| Lauren La Pixies. 20. Corpus Frappant adlı bir dergi açmak istiyorum.
Dergi Hakkında.
- Spoiler:
Adı Fransızca'dan gelen bu dergi Frapan -hoş, ve göze çarpan- Dergi mânasına gelmektedir. Lauren'in küçüklükten beri istediği şey, bir dergide yazı yazmaktı. Yazı yazmayı aştı, kendi dergisini bile çıkarttı. Dergi, küçük kızın hayal ettiği gibi konuları barındırıyordu. Moda, in ve outlar. Magazin. Çoğu kişi Dırdırcı'ya benzetse de tamamen farklı bir dergiydi bu. Şu aralar gündemde olan her şey de yazıyordu. Hoş mekânlar, sırlar. Okuyucuların yazdığı dertler ve çözümleri. Grafikleri bile çok hoştu, çok geçmeden derginin okuyucuları arttı ve herkes birbirine önerince hit bir dergi oldu. Örnek Role Play.- Spoiler:
Ağaçlardan dökülen yapraklar, yerde bir bütün oluşturmuşlardı adeta. Sapsarı, altın gibi saçları beline kadar uzun kız ise boş boş turluyordu sokakları. Üzerinde, yırtık yeni model bir jean ve sıradan bir t-shirt vardı. Güzel görünmeye eskisi kadar önem vermiyordu Penny. Onun için sıradan şeyler bile güzel gözükmeye yetiyordu. *Ee, ne giysem yakışıyor.* Bunu söylemeye ne kadar inanamasa da,Hogwarts'ı özlemeye başlıyordu. Sonuçta altı senenin hatrı vardı. Yedinci ve son senesini de mutlu bitirmek istiyordu. Kabullenemese de, en az kendi evi kadar çok seviyordu Hogwarts'ı. Tek şikâyeti; Gryffindor'lulardı. O da zaten tipik bir kavgaydı, Gryffindor'lular için de aynı nefretin geçerli olduğundan emindi. Sonbaharın ortasındaydı, Londra. Evde oturmaktan sıkılmıştı galiba. Babasının ve annesinin şımartmaları, onu artık bayıyordu. Büyüdüğünü kanıtlamak istiyordu. Belki de ara sıra, evden kaçışlarının temel sebebi de buydu. Artık özgür olduğunu kabullendirmek... Zaten on yedi yaşına gelmişti, Hogwarts'ın bitmesine ne kalmıştı ki? Ama lanet olsun ki,annesi ve babası bunu anlamamak için kendilerini zorluyorlardı sanki. Onun istediği özgürlüktü, başına kötü ne gelebilirdi ki? Artık, güçlü bir cadıydı. İstediğine ulaşacaktı, bunu şartlamıştı kendine. Bu düşüncelerle aynı sokaktan, iki kere geçtiğinin farkına varan Penny rotasını Üç Süpürge'ye çevirdi. Baştan beri, gitmek istediği yer orasıydı. Buna rağmen düşünceleri, onu çok meşgûl etmişti. Büyüdüğünü kanıtlayabileceği, önemli yer; Üç Süpürge. Gerçi, annesiyle babası içtiğini görürse kesinlikle arkadaşlarıyla buluşmasına bile izin vermezdi. Bu yüzden gidip de; Anne, ben Üç Süpürge'de bira içip,geliyorum. demesi sadece büyük bir saçmalıktan ibaretti. Kapı, bütün gıcırtısıyla açıldıktan sonra, yavaş adımlarla bar kısmına yöneldi Penny. Garsona kafasını hafifçe çevirdi, ardından kısık bir sesle konuşmaya başladı; "Uhm, şey. Bir ateş viskisi. Evet, evet ateş viskisi." Sesi o kadar kadifemsi çıkmıştı ki, kendi bile şaşırmıştı. Adamın, garip bakışlarına mâruz kaldıktan sonra, kafasını indirdi. Ayakkabılarını inceliyordu. *Ah, salak mısın Penny? Kendine gel.* Kafasından garip garip cümleler kurarken, bir yandan da garsonun, içkisini önüne koymasını bekliyordu masumca. Garson, bir süre sonra Penny'nin başında dikilmeye başladı. Üstelik, istediği viskiyi bile getirememişti hâlâ. Penny de doğal olarak bundan rahatsız oldu ve rahatsız ses tonuyla konuşmaya başladı; "Ne? Ne bakıyorsun? Daha bir viski bile getiremedin ve tek işin bön bön bakmak. Sen nasıl bir barmensin? Gerzek!" Penny, küfür yağdırmaya devam ederken, adamın önüne iki tane viski getirmesiyle sustu. Birinci viski, istediği viskiydi. Peki, ikincisi? Geç kaldığı için, bir özür tarzı bir şey miydi bu? Öyle olduğunu hiç sanmıyordu ama yine de kafasını nazikçe, yukarı aşağı salladı. Bakışları, biraz öncesine nazaran daha masumdu ve yüzündeki gülümseme daha belirgindi. Adamın tekrar konuşmasıyla, hafifçe kafasını kaldırdı. "Mm, şey. Yine azarlamayacaksanız, bir şey diyeceğim." Penny, bu sözlerin üzerine kahkahayı bastı. Kendini büyük sanan biri daha... Bu duyguyu hissetmek, çok güzeldi. Biraz daha dalga geçmek, pek fena bir fikir gibi değildi. "Çabuk söylemezsen, azar nedir asıl şimdi göreceksin." Adamın yüz ifadesi, ortama iyice komiklik katıyordu. Korkmaktan çok nefret yüzündeydi. Penny ise gülmekle yetindi. Adam, kısık bir sesle konuşmaya başladı. "İkinci viskiyi, şu arkadaki masada oturan adam yolladı."
Sarı saçlı kız, kafasını arkaya çevirdi ve arka masadaki adama -çocuk desek daha iyi olurdu- baktı. Yüzünü, saçma bir ifade esir aldı. Viski yollamasındaki amaç neydi? Gözü, bir yerden ısırıyordu ama Hogwarts'tan mı emin olamadı. Düşündü, düşündü... Yine de gereksiz düşünüyordu, Hogwarts'ta onu sadece Slytherin ilgilendiriyordu -istisnalar dışında-. Bu çocuk,kendine istemeden Penny'e yolladıysa bir Slytherin olamazdı. Çünkü, Slytherin'de 'centilmen' veya 'hanımefendi' diye nâzik kavramlar yoktu. Onlar,ukâla ve bencildiler. Sanki dünya,etraflarında dönüyormuş gibi... Çok düşündüğünü farketti, bu biraz zaman almıştı. Şu an,viskisini bitirmek istiyordu. Viskisini bitirdikten sonra, bu işin icâbına bakabilirdi. Dikti kafasına viskiyi hızlıca. Boğazından geçerken verdiği yanma hissi çok hoştu, bu acı bile ona süper geliyordu. *Mazoşist mi oluyorum ne?* Bardağın bittiğini farkedince, en başta yüzü ekşidi. Ardından bar taburesinden indi ve elindeki diğer viski bardağıyla çocuğun yanına ilerledi. Amacı, tabiiki de viski için teşekkür etmek veya eşlik etmek değildi. Ne yapacağını, o da bilmiyordu. Sadece zamana bırakmıştı. Hogwarts'ta değildi. Yapacağı şey için yargılanmayacaktı o yüzden. Çok geçmeden, çocuğun yanına ulaştı. Yaptığı ilk iş, dudaklarını ısırmak oldu. Gerçi, çocuğu tam süzmeye zaman kalmadan, elindeki bardağı çocuğun kafasına boşaltmıştı bile. Gıcıklık doğasında vardı. Ciddi bir ses tonuyla -zor da olsa- konuşmaya başladı. "Sadece bilin diye söylüyorum. Kendi viskimi kendim alacak kadar param var. Bundan hiç şüpheniz olmasın."
Çocuğun yaptığı tavırlar, Penny'i kahkahalara boğuyordu adeta. Çocuğa küçümseyen bakışlar atıp, gülmeyi aynı anda yapıyordu. Çocuğun yüzündeki sinirli ifade, git gide korkunçlaşıyordu. Penny'nin gülüşü ise daha da şiddetleniyordu. Kurtla kuzu gibiydiler, ama bu sefer farklıydı. Kurt Penny'di. Çocuk sinirle, ellerini ittirdi. Ardından şapkasını, kafasına yerleştirdi. Penny'e kötü bir şekilde baktıktan sonra, yanına yaklaşıp kulağına birşeyler fısıldadı. "Okulda görüşürüz." Penny, gülme krizine girmemek için kendini zor tutuyordu, hatta krize girmişti. Gülümsemesini engellemeye çalışarak, kısık bir sesle konuştu. "Hıhı, evet canım bekliyorum." Ardından tekrar kahkahalara boğuldu, çok sinir bozucu olduğunu biliyordu. Kendini birşey sananlara karşı ekstra gıcıklık çok iyi gidiyordu. Penny bunları dedikten sonra, çocuk iyice bozulmuş olmalıydı ki bir omuz atarak yanından uzaklaştı. Uzaklaşmak sadece korkakların işiydi ancak kaçmayı becerebilirdi Penny'e göre. Çocuğun, kapıya doğru ilerlediğini farketti Penny. Sadece gülümsedi. Çıkarken söylediği şeylere kulak vermeden,bara tekrar döndü. Garsonun bön bön bakışlarına kabaca cevap verecekti. "Hadi gerizekâlı, zevkini beklemiyorum." Adam, hiç kimseye beslemediği nefreti Penny'e beslemişti. Penny ise buna üzülmek ne kelime,haz alıyordu adeta. Gülümsedi tekrar, bu gülümseme az öncekine nazaran daha psikopatçaydı. Adamın viskisini doldurmasını dikkatle izledi.
| |
| | | Euphoria Szôlôssy Vendéglője Restorant Sahibesi
Ruh hali : Mesaj Sayısı : 862 Yaş : 32 Kan statüsü : Safkan ~ O dahil kimse bunu bilmese de. Galleon : 12110 Ekspresso Puanı : 35 Kayıt tarihi : 21/03/09
| Konu: Geri: Basın Başvuruları Cuma 22 Mayıs 2009, 23:37 | |
| | |
| | | Trinette La Pixies Corpus Frappant Köşe Yazarı
Ruh hali : Mesaj Sayısı : 19 Kan statüsü : Safkan Galleon : 11336 Ekspresso Puanı : 0 Kayıt tarihi : 23/05/09
| Konu: Geri: Basın Başvuruları C.tesi 23 Mayıs 2009, 10:53 | |
| Stéfani Joanne Pebblé19.Corpus Frappant dergisinde köşe yazarı olmak istiyorum- Spoiler:
Mavi gözlerini aralayarak,yataktan doğruldu genç kadın. Uyumak ona her ne kadar zor gelse de Hogwarts,onu bu tempoya çoktan alıştırmıştı. Eviyle,Hogwarts'ı bir tutuyordu bazen. Bu,ona bile garip gelse de alışıyordu sanki. Sade bir tokayla tutturduğu,ipeksi saçlarını saldı. Ardından banyoya girip,bronz tenini sıcak suya bıraktı. Yarım saat sonra,başına havluyu sarmış ve üstünü çoktan giyiniyordu bile. Kısa ve turuncu bir elbise tercih etmişti. Turuncu her zaman,bronz tenini hoş gösterirdi. Hoş,bir şizofren güzelliğe önem vermezdi ama Giselle iyileşiyor gibiydi. Kendine gel Giselle,sen ölene kadar böyle kalacaksın. Böyle,hep böyle... Bazen,aklıyla konuşuyordu. -Nasıl saçma bir cümleydi bu böyle?- Cümle kadar,Giselle'nin kişiliği de saçmaydı. Ne zaman kurtulacaktı bu saçma hayattan,o da bilmiyordu. Bir düşünceden sıyrıldığında,başka bir düşünce takılıyordu aklına. Yine öyle olmuştu,canı dışarı çıkmak istiyordu. Hazır elbisesi üzerindeyken,çıkmak işine geliyordu. Asasının yardımıyla,siyah topuklu ayakkabılarını önüne çekti ve ayağına geçirdiği gibi Hogsmeade'e cisimlendi. Nereye gideceği hakkında hiç fikri yoktu,gözüne çarpan ilk yere gireceğine emindi. Öyle oldu,Café Nightmare tabelasına gözü takıldı ve içeride buldu kendini. Barda birilerini gördü,sohbet etmek istemediği için barın arkasına ilerledi. Siyah puflar ilgisini çekmişti. Elbisesinin eteğine dikkat ederek,oturdu bir pufa. İçine çöktüğünü farkedebiliyordu. Çok yumuşaktı bu puflar,ilk defa elma şekeri yiyen bebek misâli güldü. Garsonun yanına çabuk gelmesini istiyordu. Üç Süpürge gibi yavaş işletilen bir yer olmamasını umdu buranın. Çok beklemeden garson yanına gelince,içi rahatladı. Her zamanki gibi rahat bir gülümseme yüzünü kapladı. Kısık bir sesle konuştu. "Uhhm,şey. Galiba bir viski iyi olacaktır. Buzlu olursa gerçekten iyi olur." Çok geçmeden,adam kafasıyla onaylayıp yanından ayrıldı. Giselle ise gülümseyip,viskinin gelmesini bekledi. Üç Süpürge'nin viskisi kadar güzel olmayacağını biliyordu ama orada pek iyi anıları olduğunu söyleyemezdi. Belki de burası,yeni mekânı olurdu. İki gün önceye nazaran,çok normal olduğunu farketti birden. Bunun,gün içinde de sürmesini umdu. Gözü hala garsondaydı.
*** Garsonun,içkisini getirmesini hâlâ bekliyordu Giselle. Duyduğu ayak seslerinden,garsonun geldiğini anladı -sandı- ve kafasını kaldırdı. Karşısında,garsondan çok daha mükemmel bir varlık duruyordu. İnsan olup,olmadığını anlamak zordu. İnsan olamayacak kadar yakışıklıydı. Sanki,insan dışı bir varlıktı. Bunun düşüncelerine dalmışken,bakışlarının fazla süzücü olduğunun farkındaydı ama umrunda bile değildi. Mavi gözlerini,hafifçe kırptıktan sonra başını sarstı. Giselle öyle bakmanın hoş olduğunu düşünse de bakılmanın hoş olmayacağını anlayarak başını yere indirdi. Aklında ise hâlâ adamın etkileyici görüntüsü vardı. Gözlüklerini çıkardığında,delici gözlerini görmüştü Giselle. Aklından o görüntüler çıkacak gibi değildi. Muhtemelen,bütün gece rüyasında o adamı görecekti. Ah,neden bu kadar şıpsevdiyim? Adamın sesiyle,kafamı kaldırdım. Dayanmalıydım. "Merhaba. Bu güzel bayana eşlik edebilir miyim?" Güzel bayan mı? Giselle mi? Ona böyle hitâp edilmeyeli,o kadar çok zaman geçmişti ki... Bunu duymak,yüzündeki silik gülümsemeyi belirginleştirmişti. Düşünmeden,ağzından kelimeler döküldü. "Güzel mi? Ben mi?" Yanaklarımın kızardığından emindim. Ah ne güzel,bir utangaç olmam eksikti. İçinden,yaklaşık yüz kere küfürler yağdırdı. Niye hep böyle oluyordu? İstemediği şeyleri yapmasa olmaz mıydı? Biraz toparlaması gerektiğini anlayıp,yeniden konuşmaya başladı. "Ah,pardon. Çok kaba olabiliyorum bazen. Merhaba diyecektim." Biraz toparlamıştı ama yine de tatmin olmamıştı. Daha da batırmamak için sustu ve adamın konuşmasını beklemeye başladı. Bekleyiş uzun sürmedi,adam elini uzatmış ismini fısıldamıştı bile. "Robert." Ah,ne kadar güzel bir isim. En azından kendisi kadar. Yine her zamanki aşk krizlerini yaşıyordu. İstemeden oluyordu bunlar,kendini zor tutuyordu şu an. Daha beklememesi gerektiğini anlayıp,adamın elini nazikçe sıktı. O soğukluk... Adamın buz gibi eli,Giselle'nin içini ürpertmişti. Yine de bunu bardağın elinde yapmış olabileceğini düşündü ve umursamadı. Tatlı bir sesle ismini söyledi. "Giselle." Biraz geç kaldığının farkındaydı ama adam bunu olağan karşılamalıydı. Sonuçta her kız,ona sarkıntılık yapabilirdi. Adamın gözlerine bakarken -kaybolurken desek daha doğru- duyduğu ayak sesleriyle,kafasını çevirdi. Garson viskisini getirmişti. Sonunda! Bakışlarını biraz daha yumuşatıp,viski bardağını eline aldı. "Teşekkür ederim." Adamın,garsona fısıldadığı şeyi duymaya uğraşmamıştı. Şu anda viskisine dalmıştı denebilirdi. O muhteşem tat,onu hep büyülerdi zaten. Hatta 'alkolik' tabiri Giselle'ye tam oturuyordu. Adama bakmaktan çekiniyordu. Neden böyle davrandığını bilmiyordu ama böyle davranıyordu işte. *** Giselle,neden çekindiğini anlayamamıştı hâlâ. Aklında adamın gözleri varken,normâlde o gözlere bakamıyordu. Aklındaki simsiyah gözlere,bir kere daha bakabilmek için kafasını kaldırdı. Gözler,bal rengine dönmüştü. Giselle,o gözlerin siyah olduğundan emindi. Aklı karışıyordu,bu kadar aksilik tesadüf olamazdı ya? Yine de bunları aklından silip,gözlerini adamın gözlerine bıraktı. Şu anda adam gözünde çok fazla çekiciydi. Aşka inanmadığı için tutuyordu kendine. Sıradan,anlık âşık olmaları ona acıdan başka birşey kazandırmamıştı. Bütün duyguları yok etmişti. Yani,öyle sanıyordu Giselle. Bakışlarını çekinerek de olsa,adamın üzerinde gezdirebiliyordu. O muhteşem sesle birlikte,kulakları bayram etti. "Senin gibi güzel bir cadının yalnız olması beni çok şaşırttı doğrusu... Ya ben çok şanslıyım ya da diğer erkekler aptal!" Giselle'nin suratı,az önceki gibi kıpkırmızı olmuştu. Neden bu kadar utanıyordu bilmiyordu,belki Hogwarts'tan beri kimseyle çıkmadığındandı bu. Yine de bunun aşk olduğuna inanmıyordu. Sadece biraz iltifattı,her erkeğin amacı aynıydı. Ah,aptallar! Viskisini biraz daha yudumlayıp,o enfes tadın boğazını yakmasını bekledikten sonra konuşmaya başladı. "İkinci seçenek daha mantıklı galiba. Şanslı olan kesinlikle benim." Ne demişti yine? Her zamanki gibi,bir çuval inciri berbat etmekte üstüne yoktu. Herşey güzel gidiyorken,neden saçma sözlerle batırıyordu herşeyi? Unutmaya çalışıyordu ama bunu adamın unutmayacağını biliyordu. Çareyi yine viskiyi yudumlamakta buldu. Gözlerini kaçırmaya yine başlamıştı. Ardından,adamın konuşmasını beklemeden ağzından kelimeler dökülmeye başladı. Zaten,iş işten geçmişti. "Ya,şey... Yanlış anlama,off!" Daha sonra,çenesini kapatmanın en iyi karar olduğunun farkına varıp susmaya çalıştı. Eli alnındaydı,ikide bir vurup duruyordu. *** Giselle,sürekli gözlerini kaçırıp çareyi viskide bulduğu için viskisi bitmişti. Kendisi söylemeden,Robert garsona içkilerini tazelemesini söylemişti bile. Giselle'nin yüzündeki silik gülümseme varlığını sürdürmeye devam etti. Bakışlarını,bardağa yönlendirebilme şansı olmadığından Robert'a çevirdi. Yanına biraz daha yaklaştığını farketmişti. Merakla bakıyordu,ne olacaktı? Kafasını aşağı eğdi. En azından,Robert'in çenesinden tutmasına kadar. Ve bir de ardından,dudaklarında Robert'ı hissetmesine... Böyle bir şeyin olmasına inanamamıştı. Onu,deli gibi istediği ayrı bir gerçekti ama bu... İnanılmaz garip gelmişti. Evet,bunu istiyordu ama gözlerini hâlâ kaçırıyordu. Gerçekten utanmıştı. Dudakları birbirinden ayrılınca,burun buruna değiyorlardı. Robert usulca fısıldadı. "Benden bu kadar çekinme lütfen." Giselle,bunun üzerine gülümsedi. Çekingen bir kişiliğe sahipti,en azından erkeklerin yanında. Ama bu sefer,Hogwarts'takinden bile farklı hissediyordu. Gerçekten aşık olmuş olabilir miydi? Emin değildi,yine de kısık bir sesle konuştu. "Denerim." Ardından tekrar bir gülümseme yerleşti suratına. Robert'in eli,yüzünde geziniyordu. Eli buz gibiydi. Bunu hissediyordu. Gerçekleri öğrenmeliydi ama önce... Eğlence! Ellerini adamın boynuna dolayıp,hızlıca kendine çekti. Dudaklarını adamınkilere yapıştı. Soluksuz kalmasına rağmen,bu umrunda bile değildi. Şu an mutluydu ve eğleniyordu. Robert'in de isteğinin bu olduğundan emindi. Sadece eğlence! Kendini fazla kaptırmasan iyi olur Giselle. Oksijenin tükendiğini farkederek,dudaklarını ayırdı. Yüzüne her zamanki gülümsemesini yerleştirirken,ağzından bir takım sözler çıktı. "Nefes almam gerekiyor." Adamın nasıl nefes alabildiğine şaşırmıştı,gıkını bile çıkartmamıştı öpüşürken. Fazla mı düşünüyordu? Ve de gereksiz. Gereksiz düşündüğünden emindi. Sadece,neden böyle olduğunu anlayamamıştı. *** O muhteşem dudakları hissetmekten, hiç rahatsızlık duymamıştı Giselle. Bakışlardan da öyle. Zaten,adam bir portreydi adeta. Baktıkça bakılası geliyordu. Adamın,Giselle'ye bakması; Giselle'nin bakma isteğini arttırıyordu. Az önceki utançlığından eser kalmamıştı şimdi. Bir öpücük mü yapmıştı bunu? Hiç sanmıyordu,bu sefer garip bir şeyler olmuştu galiba. Adam,dudaklarını ayırdığında kısık bir sesle fısıldadı. "Benim, senin yanında öyle bir ihtiyacım kalmıyor galiba..." Giselle'nin yüzündeki,silik gülümseme belirginleşti. Yanaklarının kırmızılığı artarken,adamın muhteşem yüzüne bakmakla yetindi. Biraz soluklanmaya çalıştı. Adamın öpücüklerinden buna pek zaman kalmıyordu gerçi. Yine de rahatsız değildi. Adamın,vücudunu incelemesi de gözünden kaçmıyordu. Ama olağan karşıladı; çünkü kendisi de adamın vücudunu inceliyordu. Adamın kolları hâlâ kavrıyordu Giselle'yi. Yüz ifadesi birden değişti ve konuşmaya başladı. "Giselle, ben...ben vampirim!" Az önce kesilen soluğu,yine kesilmişti. Kalbi,az önceye nazaran çok daha hızlı atıyordu. Buna rağmen,umrunda bile değildi. Hayatında daha önce hiç böyle şeyler yaşamamıştı. Adam,Giselle'ye bakamıyordu. Açıkçası şaşırmıştı Giselle. Bir vampirin ondan çekinmesi... Adamın viski bardağını çok hızlı diktiğini farketti bir an. Viski bardağını,adamın elinden çekti ve hızlıca masaya fırlattı. İsabetli bir atış olmuş olmalıydı ki,herhangi bir kırılma sesi çıkmamıştı. Gülümsedikten sonra,adamın yüzünü kendine çevirdi. Kocaman bir öpücük kondurduktan sonra konuştu. "Umrumda bile değil,Rob. Benden çekinme diyen sendin. Ben senden çekinmiyorum." Gülümsemesini devam ettirdikten sonra,meraklı bir şekilde dudaklarını ayırdı adamdan. Vereceği tepkiyi merak ediyordu. Kısık bir sesle ekledi. "Bu arada herkese bunu açıklama bence. Yani senin için dedim,öyle. Of,yine batırdım değil mi?" Yüzünü yine utangaç gülümsemesi esir almıştı. Kurtaramıyordu kendinden bunu. Kafasına sertçe vurdu bir kere. Kuvvetini bilmiyordu. Of,ne sertti be! Kendine gülümseyip,viskisini kafasına dikiverdi. Bu onu çarpmıyordu,ölene kadar içebilirdi bu illeti. ***
| |
| | | Euphoria Szôlôssy Vendéglője Restorant Sahibesi
Ruh hali : Mesaj Sayısı : 862 Yaş : 32 Kan statüsü : Safkan ~ O dahil kimse bunu bilmese de. Galleon : 12110 Ekspresso Puanı : 35 Kayıt tarihi : 21/03/09
| Konu: Geri: Basın Başvuruları C.tesi 23 Mayıs 2009, 14:42 | |
| | |
| | | Jacqueline Du Pré Ravenclaw 5. Sınıf Öğrencisi
Ruh hali : Mesaj Sayısı : 137 Yaş : 34 Kan statüsü : Safkan Galleon : 11562 Ekspresso Puanı : 0 Kayıt tarihi : 15/03/09
| Konu: Geri: Basın Başvuruları Paz 31 Mayıs 2009, 19:32 | |
| Jacqueline Du Pré
19
Dergi hakkında; Andante adlı dergi bir müzik dergisidir. Her tür müziğe dair çalışır. Genelde caz müzik ağırlıklıdır.
Yeni bir dergi kurmak istiyorum. Andante olacak adı.- Spoiler:
Anlamsız ve uzantısız. Beklemediği kadar erken gelen. Bitişi ve gidişi. Bu kadar kolay alışabilmesi. İlginç geliyordu kendisine dahi. Farklı bir gözle bakmayı başarabiliyordu Dünyaya. Umursamaz ve farklı davranabiliyordu Dünyasına. Kendi Dünyası. Kendi Evreni ve içini doldurduğu kendi askerleri. Umursamadığı geçmisine adeta meydan okuyordu. En azından bunu yalancıktan bile olsa başarabiliyordu. Geçmişinin üzerine çektiği sır perdesi. Pek de sır olmayan o ‘’sır’’ perdesi. Bir ölüm... Marvin. Hayatının aşkı olarak nitelendirdiği o çocuk. Neydi şimdi bu? O cansız bedene aşık olacak durumda değildi elbette. Hayatın gerçeklerini çocuk denilebilecek bu yaşta kavramış bir insan olarak. 16 yaş. Henüz oldukça erken. Kendisine göre yaşlanmış ve eski işlevliğini kaybetmiş olan beyni. Daha ne yapabilirdi ki? Beklemeli miydi? Aklını kaçırmayı, delirmeyi ya da bir şizofreni olmayı beklemeli miydi? Herşey bu kadar da basit değildi. Hayat kaldığı yerden devam etmek zorundaydı. Başka bir çaresi yoktu. Belki de onu yas tutacak kadar sevmemişti. Farklı bir sevgiydi ona duyduğu. Hem de çok. Belki şimdi burada olsa hemen koşar, o güçlü ve sert bedenine atlar, bırakmaksızın sarılırdı. O yumuşak, güzel saçlarını okşar, sevgi dolu kokusunu içine çekerdi. Tabii ki bu böyle olurdu. Ama artık olmayacaktı. Olamazdı. Hayatını tam da düzene koymuşken bunları hala düşünüyor olması ne anlama geliyordu ki? Onu unutmaya yemin etmişti, söz vermişti kalas beynine. Umrunda olmayacaktı aptal Marvin! Ölmüştü işte. Ölmüş gitmişti. Ölürken düşünmemişti bile sevgilisini. Zaten düşünse ölmek gibi bir aptallıkla yüzleşmezdi, korkardı. Ürkerdi bundan. Terk etmezdi sevgili olarak nitelendirdiği prensesini. Bırakmazdı onu. Peki ama neden bırak mıştı? Nedense neden! Sevmiyordu artık onu işte. Ruhundaki ikilemlerle yüzleşmek şu an için hiç de akıllıca değildi. Onu aklından çıkarmak için verdiği karmaşık savaşa bile bile teslim ediyordu kendisini. Ona aşık olduğundan değil, sadece onu merak ettiğinden düşünüyordu onu. Zaten aklı o kadar karışmıştı ki. Marvin ve aşk ikilisini bir arada düşünemiyordu. Her ne kadar geçmişine perde çekmek istesede olmuyordu işte. Aklını çelen, kalbinin o anlamsız ritmini değiştiren, her gördüğünde anılarını depreştiren çocuk. Marvin’den sonraki ve ondan önceki ilk aşkı... İlk aşkların unutamaz gerçeğine inanmıyordu elbet. Ama ilk aşkını unutamadığı ve şimdilerde de aşkını tekrar alevlendirdiği bir gerçekti. Marvin’le çıkarken onu gördüğünde umursamıyordu belki. Belki de görmemezlikten geliyordu. Ama şimdi şartlar çok değişmişti. Ona muhtaç olduğu için değil, onu severken dahi Marvin’le olduğu için acıyordu aklına.
Belki Marvin kendisini sevmişti, değer vermişti ona. Artemis onu karşılıksız bırakmamak adına sevmişti onu. Sevmeye çalışmış, tam başarmaya başladığını hissettiğinde sonsuz bir elveda ile karşılaşmıştı. Pişman değildi Marvin’le olduğu için. Sadece bunu neden yaptığını anlayamamıştı. Duygularının ve hislerinin gerçek olduğuna kendisini inandırması belki engellemişti pişmanlığını. Peki ama asıl aşk. Neydi, kimdi? Onu her gördüğünde boğazının sanki sonsuza kadar öyle kalacakmış gibi düğümlenmesi, sesinin titremesi, göz kapaklarında olan mayhoş ağırlık. Bu muydu aşk? Yoksa devamı... Aşk birisine ölümüne dek bağlanmak mıydı? Onu son nefesine kadar bile sevmek miydi? Eğer aşk buysa evet, Marvin onu sevmişti. Verdiği son nefeste bile. Burada asıl pislik olan Artemis’den başkası olamazdı. Yünan güzeli... Yarım akıllı aptal! Hiç düşünememiş miydi ileride pişman olacağını. Şu an olduğu gibi vicdanı ile yüzleşmek ve hesap vermek zorunda kalacağını. Marvin’e mi hesap veriyordu? Yoksa bedeninin terk ettiği ruhuna mı? Bilmiyordu. Bilmiyordu. Şu an kesin olarak bildiği ve düşündüğü tek şey vicdan azabıydı. Asla o anlamda ‘’aşk’’ anlamında sevemediği geçmişyle bağ kuruyordu. Bu ne mümkün dü? Hiç... O yüzden kaçmıştı işte şimdi de. Her zaman yaptığı ama yaptığını kendisine dahil itiraf etmekten çekindiği şey. Kaçmak. Kaçmıştı yine. Şu durumda yapacak başka anlamlı birşey bulamıyordu zaten. Orada olmalıydı, cenaze töreninde. Marvin’in ruhunun ebediyen saklı kalacağı yere. Ayrılmayacağı. Marvin’den mi korkuyordu yoksa.? Tabii ki değil. Sadece orada bulunmaktan korkuyordu. Kendisine bunun yakışmayacağını düşünüyordu. İnsanlar orada yas tutarken, bütün arkadaşları ağlarken orada olup rol yapamazdı. Yapmamalıydı. Yoksa kendisini daha büyük bir pislik gibi hissedecekti prenses. Zamanla alışacaktı tabii ki. Sadece biraz zaman gerekliydi. Bu son anlarda bile onun yanında olmak istemiyordu. Yakıştıramıyordu bunu kendisine. O yüzden kaçmıştı. Katılmamıştı bu törene. Yalan söylemişti. Edward gibi kendisinin de Carmina’yı hastane de ziyarete gittiği yalanını söylemişti onu görenlere. Orada olursa bayılabileceğini, yaralanmış kalbininin bu acıyı kaldıramayacağını ve kriz geçireceğini... Nasıl da iyi yalan söylüyordu böyle. Yakında kendisi bile inanacaktı bunlara. Zaten kendini inandırmaya çalışıyordu. İnanması... Zor olamazdı. Peki ama neredeydi. Carmina’nın yanında olmadığına göre. Tabii ki son zamanlarda ki kaçamak yuvasına. İhtiyaç odasına. Gerçekten ihtiyacının olduğunu hissettiği yere. Gerçekten burada olmaya ihtiyacı var mıydı? Eğer yoksa burada olamazdı öyle değil mi? Oda da kendisinden yana olmalıydı. Ya da saçmalıklarına ve aptal düşüncelerine yenilerini eklemişti şimdi de. Gereksiz düşüncelere fazla mı yer veriyordu? Marvin, öldüyse ölmüştü. Artık ne yapabilirdi ki. Yas tutuyordu hem de yeterince. Ama sadece ‘’yeterince’’. Onu bırakıp gidecek kadar önemsiyorsa Artemis de ona göre davranırdı ölünün arkasından. Zaten artık hayatında kapris yapacağı Marvin’de olmayacaktı. Belki hiç kimse olmayacaktı kim bilir. Peki ama ilk aşkı, eski aşkı? Fabian... Ona olan duyguları o kadar gerçekti ki. Aşklarının hüsran ile bitmesinin tek sorumlusu mesafelerdi. Şimdi o mesafeleri aşmış olan Artemis onun aşkından başka hiçbir aşka güvenemez olmuştu. Onu hayatı boyunca yanlız bırakmayan tek kişi. Tek insan o olmuştu. Her ne kadar mesafeler onları ayırsa da. Mesafeler mesafeler... Şimdi engel değildi hiçbirşey. Tekrar kazanabilirdi Fabian’ın güvenini. Buna Arisha’da yardımcı olabilirdi. Arisha’yla arası o kadar iyiydi ki. Erkek kardeşi geçmişinde yaşadıklarından haberdar olduğundan emindi. Hatta Arisha ona çok destek bile olmuştu. Hepsi oldukça güzeldi. Peki ama Fabian... O kadar yakışıklı birisi. Tekrar Artemis’e ilgi gösterir miydi? Neden olmayacakmış ki! Prenses’de oldukça güzeldi. Hayatı boyunca Fabian dışında hep serseri, abaza insanlarla beraber olmuştu. Hepsini mutlu etmeyi bilmişti. Evet oldukça zor bir kızdı. Seçtiği erkeklerin abaza olduğunu bile bile seçmişti. Zaten onlarla da tam bir ilişki yaşadığı söylenemezdi. Hayatında gerçekten ilişki yaşadığı iki erkek olmuştu şimdiye kadar. 1.si Fabian... Diğeri Marvin. Artık Marvi olmadığına göre Fabian tam anlamıyla rekoru kendi üstüne edinmişti. Bu isveçli erkek gerçekten onu çok etkiliyordu. Belki de zor bir inan olmasından kaynaklanıyordu. Kaçan kovalanır. Misal... Peki ama onu elde etmek için ne yapabilirdi ki? Ona tekrar yaklaşmalı mıydı? Konuşmalı mıydı onunla? Bilmiyordu. Şu an bildiği tek şey biraz daha bu sessizlik sürerse çığlık atacak olmasıydı.‘’[color=#6080c0]Ne yapıyorum ben böyle!’’ saatlerdir bu gri loş ışığın altında oturup ruh gibi düşünmesine şu an anlam veremiyordu. Kendisini ne kadar da kaptırmıştı böyle. Kolundaki yelkovanı yılan şeklinde olan, tamamı gümüşten, Firuze taşı işlemeli ince saatine baktı. Saat neredeyse 5 buçuğa geliyordu. Tören 3’de başladığına göre... Neredeyse 2 buçuk saattir burada öylece oturuyordu. Oturduğu parke bozması, yanmış bir rengi andıran eskimiş tahtanın üzerinden yavaşca doğruldu. Vucudu bir anda o kadar karıncalanmıştı ki. İçinde bir ılıklık hissetti. Sanki sıcak üstüne soğuk su döker gibi. Ahh bu duyguyu çok iyi biliyordu. Vucudu kaskatı kesilmiş, uyuşmuştu. Bu durum hareketsizliğinin eseri olmalıydı. 2 buçuk saat kıpırdamadan oturmanın zayıf yan etkisi ve sonucuydu bu. Sanki çok umrundaydı! Nasıl olsa birkaç dakika sonra geçeceğini bildiğinden dert etmiyordu. Ayağa kalktığında içerideki sıcaklık onu etkilemeye başlamıştı. Sanki içeride ısıtıcı yanıyor gibiydi. O kadar sıcak olmasa bile evet, içerisi sıcaktı. Hademe adam kaloriferleri abartılı açmış olmalıydı. Yatakhane de öğrencileri pişirmeye niyetli olduğu kesindi. Bu durumun dalgasını çok yapmıştı arkadaşları ile. İçerideki sıcaklığı eleştirmeyi bıraktığında, durduğu konumun doğusunda bulunan yerdeki ayna çarptı gözüne. Yansımasını gördüğü an anlamıştı zaten. Aynanın bulunduğu yere doğru sakin adımlarla ilerlemeye başladı. Topuklu babeti tehlikeli sessizliği bozuyordu. *Tak, tak, tak...* Ne kadar da sinir bozucu bir sesti. Özelliklerine obsesifliği eklemek pek de uygun bir zaman değildi şu an. Aynaya yaklaştığında eski olduğunu anlaması zor olmadı. Kenarlarındaki desenler söğüt ağacının kurumuş dallarının damarlarını andırıyordu adeta. Paslanmamıştı. Ancak solmuş ve soyulmuştu. Neredeyse 1 ,90 vardı bu ayna. O kadar eski olmasına rağmen tozlanmaması ilginçti. Aynanın kendisi oldukça net ve parlaktı. Arkasından vuran floresan ışığı ortamı daha da geriyordu. Bu durum dikkatini dağatıyordu. Henüz saçmalama seansını sonlandırmamıştı ne de olsa. Cebindeki asasınız hızla aradı eliyle. Bulduğu an hemen çıkardı. Arkasını dönmeden asasını ışığın geldiği yöne doğru uzattı. Ani bir hareket ve bir söz de ışık kayboldu.
‘’Nox’’ Etraf şimdi zifi karanlıktı. Sadece parlayan şey gözleriydi. Sarı saçları bile sönük kalmıştı gözlerinin yanında. Sönük... Asasını tekrar cebine yerleştirdi. Aynanın önüne çömeldi, sonra da bağdaş kurdu. Zarif parmaklarıyla aynaya dokunuyordu şimdide. Hayal kurmuyordu bu kez. Sadece hissetmeye çalışıyordu. Neyi hissedeceğini bilmeden. Sadece dokunuyordu. Alev alev yanan ellerinin soğuk birşeye değmesi onu rahatlatmış da olabilirdi. ‘’Herşey için çok geç. Hem de çok’’.
| |
| | | Euphoria Szôlôssy Vendéglője Restorant Sahibesi
Ruh hali : Mesaj Sayısı : 862 Yaş : 32 Kan statüsü : Safkan ~ O dahil kimse bunu bilmese de. Galleon : 12110 Ekspresso Puanı : 35 Kayıt tarihi : 21/03/09
| Konu: Geri: Basın Başvuruları Paz 31 Mayıs 2009, 21:38 | |
| | |
| | | Christine Moes
Ruh hali : Mesaj Sayısı : 105 Yaş : 33 Kan statüsü : Safkan Galleon : 11276 Ekspresso Puanı : 5 Kayıt tarihi : 27/06/09
| Konu: Geri: Basın Başvuruları Çarş. 01 Tem. 2009, 19:30 | |
| Dergi İçeriği: Küçük makalelerin ve denemenin bulunduğu bir dergidir. Dergi kadınlara özel bir yazı dergisidir. Onların sorunlarını ele alıp erkekleri nasıl baştan çıkarılacağını veya herhangi bir mektup yazan bir kişinin nasıl bir sonuçla o işten sıyrılıcağını ele alır. Kadınların seks, para ve diğer bütün ihtiyaçlarının yansımasıyla ilgilide yazılar görmeniz mümkündür. Sır perdeleri aralanarak bütün olaylıar aydınlığa çıkarılr. Bunlar derginin ana temasıyken diğer yandan kültür sanat ve müzikle ilgili de tavsiyeler vardır. Kapsamlı bir dergi gibi görünse de sadece yaşamı biraz daha renklendirerek yaşamak için yazılacak bir dergi olacaktır. Derginin adı: Marquesa Derginin sloganı: "Opera di Dio, il più esaltato persona rispettabile" Dergide ki köşe ve diğer yazılar: Christine Moes Yaş:37 Örnek Rp:Nicole Marissa Magdalene ve daha bir çok karakter olduğundan örnek rp yollamasam olur mu? Derginin içeriğini değiştirdim. Şimdi işlemim tamamlanabilir mi?
En son Christine Moes tarafından Çarş. 01 Tem. 2009, 20:24 tarihinde değiştirildi, toplamda 1 kere değiştirildi | |
| | | Euphoria Szôlôssy Vendéglője Restorant Sahibesi
Ruh hali : Mesaj Sayısı : 862 Yaş : 32 Kan statüsü : Safkan ~ O dahil kimse bunu bilmese de. Galleon : 12110 Ekspresso Puanı : 35 Kayıt tarihi : 21/03/09
| Konu: Geri: Basın Başvuruları Çarş. 01 Tem. 2009, 19:51 | |
| Dergi hakkındaki açıklamalarınızı 'böyle istiyorum' tarzında yapmamalısınız. Dergi hakkında açıklayıcı bilgi vermeniz gerekmekte. Düzenlediğiniz takdirde rütbeniz verilecektir. | |
| | | Christine Moes
Ruh hali : Mesaj Sayısı : 105 Yaş : 33 Kan statüsü : Safkan Galleon : 11276 Ekspresso Puanı : 5 Kayıt tarihi : 27/06/09
| Konu: Geri: Basın Başvuruları Çarş. 01 Tem. 2009, 20:25 | |
| Dergi İçeriği: Küçük makalelerin ve denemenin bulunduğu bir dergidir. Dergi kadınlara özel bir yazı dergisidir. Onların sorunlarını ele alıp erkekleri nasıl baştan çıkarılacağını veya herhangi bir mektup yazan bir kişinin nasıl bir sonuçla o işten sıyrılıcağını ele alır. Kadınların seks, para ve diğer bütün ihtiyaçlarının yansımasıyla ilgilide yazılar görmeniz mümkündür. Sır perdeleri aralanarak bütün olaylıar aydınlığa çıkarılr. Bunlar derginin ana temasıyken diğer yandan kültür sanat ve müzikle ilgili de tavsiyeler vardır. Kapsamlı bir dergi gibi görünse de sadece yaşamı biraz daha renklendirerek yaşamak için yazılacak bir dergi olacaktır. Derginin adı: Marquesa Derginin sloganı: "Opera di Dio, il più esaltato persona rispettabile" Dergide ki köşe ve diğer yazılar: Christine Moes Yaş:37 Örnek Rp:Nicole Marissa Magdalene ve daha bir çok karakter olduğundan örnek rp yollamasam olur mu?
Derginin içeriğini değiştirdim. Şimdi işlemim tamamlanabilir mi? | |
| | | Euphoria Szôlôssy Vendéglője Restorant Sahibesi
Ruh hali : Mesaj Sayısı : 862 Yaş : 32 Kan statüsü : Safkan ~ O dahil kimse bunu bilmese de. Galleon : 12110 Ekspresso Puanı : 35 Kayıt tarihi : 21/03/09
| Konu: Geri: Basın Başvuruları Perş. 02 Tem. 2009, 18:55 | |
| | |
| | | Julia Leppanen The Wizard's Daily/Velhoen Päiviä Editörü
Ruh hali : Mesaj Sayısı : 251 Yaş : 34 Kan statüsü : Melez Galleon : 11334 Ekspresso Puanı : 13 Kayıt tarihi : 02/07/09
| Konu: Geri: Basın Başvuruları C.tesi 04 Tem. 2009, 13:35 | |
| Ad:Julia Leppänen Yaş:19 Başvuru Sebebi:Yeni bir haber dergisi(The Wizard's Daily/Velhoen Päiviä) The Wizard's Daily/Velhoen Päiviä Hakkında bilgi:Derginin amacı Muggle Dünyası ve Büyücü Dünyası hakkında haberler vermek ve böylelikle Büyücülerin Muggleları ve onların dünyasını dahah iyi tanınmasını,bir büyücünün bir muggle'ı keşfedebilmesini sağlamaktır.Fince dilde de yayım yapmaktadır.Dergi,Muggler ve siyasi olayları,sağlık konuları,suç ve bunun gibi asayiş olaylarını,büyücülerin bilgilendirilmesi ve ünlülerle röportajlar giibi konuları içermektedir.
- Spoiler:
Daha güneş bile yeni günü selamlamadan,o bütün bu uyuduğu saatlerin ve tembellik için boşa harcadığı vaktinin acısını çıkarırcasına tam iki gün boyunca hiç uyumamıştı.Hâlâ ablasını düşünmekteydi…Aciz bir muggle nasıl olur da onun ablasını öldürebilir diye kendi kendine düşünüyordu ve muggle insanlara lanetleri içinden yağdırıyordu… Artık vakit gelmişti,daha yeni yeni odanın içine doğru girmeye başlayan aydınlığa yöneldi Julia ve daha sonra pencerenin önünde kısa bir süreliğine derme çatma evlere şöyle bir göz gezdirdi,birkaç horoz ötmekteydi ve bir kaç evin üzerinden simsiyah dumanlar tütmekteydi…Siyah ufkun ardından ise sadece birkaç güneş ışığı belirmekteydi…Daha sonra gözünü gökyüzüne dikti.Bulutlar simsiyahtı ve bunun yakında gelecek olan bir fırtınanın habercisi olduğunu anladı.Elindeki sigarasını pencerenin hemen altında duran eski ve kırık dökük komidine benzer bir şeyin üstünde bulunan siyah mermerden kültablasına bastı ve daha sonra bu küçük çekmecenin bir gözünü açtı ve mücevher taşlı bir kutu oracıkta adeta yatıyormuş gibi görünmekteydi…Kutuyu aldı ve avuçlarının içinde tutmaya başladı önce şöyle bir mücevherlere dokundu ve tam o anda başını birden arkaya çevirdi,yüz ifadesi kızgın ve kaşları çatıktı,gözlerinde ise birden nefret duygusu ortaya çıkmıştı. Kapıyı açan ise sarı saçlı,mavi gözlü,un kadar beyaz tenli uzunca boylu ve kemikli suratlı bir kızdı.Karşısında Julia’yı gören kız birden gülümseyerek,''Evet...Her zaman aynı tepkiyi vermek zorundasın değil mi?..Şu paranoyak ve takıntılı hâlin gerçekten de çok sempatik aslında…Neyse kalkıp kalkmadığını kontrole gelmiştim ve görüyorum ki şu an hazırsın,işte bu güzel…”dedi ve tekrar ufak bir tebessüm etti.Julia ise tekrar başını çevirdi ve pencereden dışarıya bakmaya devam etti ve öksürerek,”Sen de daima beni bu şekilde tedirgin etmek zorundasın değil mi?..Neyse ki hazırım.Eğer uyumuş olsaydım nasıl kaldırılırdım bilemiyorum tatlım…”dedi ve o da ufak bir kıkırdamayla tekrar elinde mücevher işlemeli kutu ile arkasına döndü.Bu kutuyu sarışın kıza bir çocuk gibi mutlu bir ifadeyle gösterdi ve “Bak Sanna!Bu benim yeni asam,diğerini nasıl kırdığımı hatırlıyorsun değil mi?”Sanna ise gülümseyerek “Evet,gerçekten de ilginç bir şekilde asan kırıldı”dedi ve yüzü kızardı,sözüne devam etti “Evet şimdi bu köhne,pis ve kokuşmuş yerden gitme vakti Juuli,hadi gel,çünkü çocuk seni bekliyor…Aslında ben onun yerinde olsam seni beklemezdim…” şimdi yüzünde sinsi bir gülücük vardı ve Julia kutudan asasını çıkarmıştı ve elinde tutuyordu ve Sanna’nın gözlerine bakarak tek kaşını yukarı oynatmış şekilde “Ben olsaydım ben de beni beklemezdim ama onun beklememe gibi bir imkânı yok.Antti’nin şefkatli elleri arasında şu anda…”dedi ve ikisi birlikte hızla kapıya yöneldiler.Sanna kapının kulunu doğruca kendini çekti ve siyah küflenmiş merdivenlerden aşağıya inerken Julia ise cebindeki paraları hazırlıyordu. Sonunda resepsiyon katına indiler ve Julia hızlı bir şekilde “Oda ücretimiz ne kadar?”dedi resepsiyonist “10 galeon efendim…”dedi ve Julia hızlı bir şekilde parayı verdi ve güle güle der gibi küçük bir el hareketiyle Sanna ile birlikte otelden ayrıldı…Oldukça hızlıydılar. Şimdi tek izledikleri görünen dümdüz ve upuzun bir sokaktı.Julia tekrar elini cebine attı ve sigarasını çıkardı ve sonra küçük bir el hareketiyle sigarasını alevlendirdi,Sanna ise ona biraz irdeleyici bir bakış attı ve Julia ilk başta umursamaz şekilde ilerlerken daha fazla dayanamayarak sigarayı yere attı.İlk başta fark edilmemişti ama hava oldukça sert ve soğuktu,sokaktaki tek canlılar bu iki kızdan başkaları değillerdi.Uzunca bir süre üşüyerek yürüdüler ama bu sırada Sanna “Artık geldik işte…Çok yakınız.Ah Jenny,sonunda…”diyerek iç geçirdi ve kaşları çatık bir şekilde ve adeta yüreğindeki nefreti kusarcasına “Pis muggle!İşte yıllardır bu gün bekledim ve bugün sona ulaşma günü.Bundan sonra hayatımda yeni bir sayfa açılacak ama hayatımda yeni bir sayfayı başlatacak olan bu lekeyi de ömrümün sonuna dek gururla taşıyacağım elbette…” diyerek yumruğunu sıktı Julia ve sonunda bir evin önüne gelmişlerdi. Bu ev çok büyüktü ve onca berbat görünümlü evin ortasında adeta parıldayan bir pırlanta gibi duruyordu.İşlemeli demirden avlu kapısını araladılar ve uzunca bir yol eve doğru uzanmaktaydı.Bu yol adeta yeil ve çiçeklerle donalı bir denizi ikiye ayırmıştı ve ürkütücü biçimde melek görünümlü şeytan heykellerinden fışkıran sular ve onların hemen altlarında da küçük havuzcuklar vardı ve nihayet,kapının önüne geldiler.Evin kapısı öylesine görkemliydi ki bir yanında şeytani ve kuru kafalarla dolu motifler diğer tarafta ise sarmaşık motifli melek işlemeli şekiller vardı ve bu motifleri birleştiren parlak ve de büyükçe bir taş… Sanna üstünü başını şöyle bir kontrol etti ve düzelterek hafifçe öksürdü ve gayet nazik bir şekilde kapıyı tıklattı.Biraz beklediler bu sırada Julia bulutlara tekrar baktı saat artık pek de geç değildi ancak tahmin ettiği şey doğruydu.Yakında hiddetli bir kasırga kopacaktı… Sanna yeniden kapıyı tıklattı ve tekrar açan olmadı elini nazik bir biçimde cebine attı ve asasıyla kapı kilidini hedef alarak ufak hareketler yaptı ve kapıdan “Klik” diye bir ses geldi. Julia içeriye adımını attı ama içerisi en koyu siyahtan bile daha siyahtı,öylesine karanlıktı ki kendini yoklukda yalnızca bir sesmişcesine hissediyordu.Daha sonra bir el şıklatma sesi duyuldu ve içerisi loş bir ışıkla aydınlandı.Karşıda uzun boylu,ölü benizli,koyu kahverengi saçlı ve kahverengi gözlü birisi duruyordu ve Julia’ya gülümseyerek “Hoş geldiniz güzel kız…Bugünü bekliyordunuz değil mi?..Tıpkı bizim gibi…”dedi sesini yüksekten kısağa doğru giden bir tonlamada kullanarak ve daha sona eliyle bir kapıyı gösterdikten sonra buyurun anlamında arkasını döndü ve kapıyı açık tutarak bekledi. Julia’nın ise hissettiği tek şey intikam ve kaybolan zamanların acısının dineceğiydi.Bembeyaz ve tertemiz bir başlangıç karanlık bir olayın ardından gelecekti tıpkı zifiri karanlığın ardından doğan güneş gibi.Nihayetinde odaya girdiler ve Sanna “Antti,şu kapıyı kilitler misin lütfen”dedi bu uzun boylu adama ve daha sonra da Julia’ya bakarak “Eh…Bu arada sana Kävevoo’nun burada olduğunu söylemeyi unuttum.Onu buraya getirdik”dedi ve gülümsedi ve şimdi karşıda bir sandalyeye iplerle bağlı olan adama baktı.Adam ağzını açıyor ve çığlık atmaya çalışıyordu halbuki ağzını kapatacak hiçbir şey yoktu ve tekrar Antti’ye bakarak “Antti adama susturma büyüsü mü yaptın…”dedi ve Antti de evet anlamında kafasını salladı. Julia ise kafasında sadece bu işi bitirme isteğiyle Antti’ye şöyle bir baktı ve “Sanırım onu çözeceğim.Bırakalım kaçsın böylesi dahah adil olacaktır ne de olsa ablama taciz ederken ablam bir sandalyede bağlı kalmamıştı…” dedi ve bir hançerle ipleri kesti. Şimdi adam iple bağlanmamış olmasına karşın başını aşağıya eğmişti ve Julia sert bir tokat attı ve adamın başını tutup yukarı kaldırdı ve adamın yaşlı yüzüne tükürdü ve avazı çıktığı kadar bağırdı “Hadi kalk ayağa seni köpek leşi!Ablam da böyle ağlıyordu değil mi?!Ama sen ona acımadın.Şimdi ben sanan fırsat veriyorum kaç işte!”.Adam ayağa kalktı ve hemen kapıya doğrulmaya çalıştı ve Julia kahkaha atarak asasını gözlerini kısmış ve hedefine doğrultmuş şekilde salladı ve asanın ucundan fırlayan ışık huzmelerinin çıkmasıyla adamın yere kapaklanması bir oldu.Julia hemen adamın yanına giderek, genişce odanın havasını teneffüs etti ve çömelir halde adamın yerle bir olmuş gibi duran ve ağlayan suratına bakarak “İşte bu da benim mutlu sonum!”diyerek hançeri adamın sırtına defalarca sapladı ve “Sen ablamın katiliydin!Nasıl yaptın bunu ona.Senin gibi bir ucube ondan daha fazla yaşamayı hak etmiyor!!”diye haykırdı ve adamın artık kanlı bedeni öylece harap olmuş bir et yığını olarak zeminde uzanıyordu. Antti ise kapıya yöneldi ve tekrar asasını sallayarak kapıyı açtı. Dışarıda hemen kapının önünde uzanmış görkemli mi görkemli bir kurt vardı ve Julia kanlı elini siyah bir beze sildikten hemen sonra “Kävevoo!”diye kurta sarıldı ve hayatında temiz ve parlak bir başlangıç yapamaya artık hazır hissediyordu…
| |
| | | Euphoria Szôlôssy Vendéglője Restorant Sahibesi
Ruh hali : Mesaj Sayısı : 862 Yaş : 32 Kan statüsü : Safkan ~ O dahil kimse bunu bilmese de. Galleon : 12110 Ekspresso Puanı : 35 Kayıt tarihi : 21/03/09
| Konu: Geri: Basın Başvuruları C.tesi 04 Tem. 2009, 13:41 | |
| | |
| | | Erzsébet Dora Csézy The Wizard's Daily Köşe Yazarı
Ruh hali : Mesaj Sayısı : 157 Yaş : 33 Kan statüsü : Safkan Galleon : 11279 Ekspresso Puanı : 0 Kayıt tarihi : 30/06/09
| Konu: Geri: Basın Başvuruları Salı 07 Tem. 2009, 16:09 | |
| Erzsébet Dora Csézy - 23 - The Wizard's Daily Köşe Yazarlığı Örnek RP: diğer karakterim Albert'ın RP'si - Spoiler:
Nicole… Parti… Verilmiş sözler… Bolca içki… Mark’ın gelişi ve umarsız teklif… Piyano başında geçen her bir saniye… Onun bana dönüp gözlerini gözlerime kilitlemesi… Yanıma gelişi ve beni öpüşü… Elleri, o incecik zarif elleri… Ve zafer… Daha çok içki, daha ritimli şarkılar, daha çok eğlence… Bunların tümünü hayal meyal hatırlıyordu. Halen sürmekte olan bir rüyanın içinde gibi görüyordu kendisini. Gözlerini açtığı anda her şeyin beyninden silinmesinden korkuyordu. Çünkü o gece gerçek olamayacak kadar güzeldi. Bu, bu sadece bir sanrı olabilirdi. Albert bilinci yarı açık bir şekilde uyuklamaktayken koluna dokunan sıcak bir tenle irkildi. Refleks olarak gözlerini açtığında bütün o muhteşem görüntüler gözlerinin önünden gitmişti. İlk soru: neredeydi? Bu gece olduğunu düşündüğü şeyler gerçekten olmuş muydu? Yoksa yarı çıplak bir halde başkasının yatağında mı yatıyordu, bir yabancının yatağı? Dün geceyi düşündüğünde aslında bunun mümkün olabileceğini anladı. Zira hatırladığı son şey Fontjoncouse’nin sahnesine ilerlemekte olduğuydu. Başını diğer tarafa çevirerek o an dünya üzerindeki en güzel şeyi gördü. Nicole... Uyuyordu, yanındaydı ve artık tamamen onundu. Gülümsedi. Parmaklarını onu uyandırmamaya dikkat ederek saçlarında gezdirdi. Sonra daha da dikkatli davranıp yataktan çıktı. Yerden tavana kadar uzanmakta olan geniş Fransız kapılar açıktı. Upuzun tüller içeri giren tatlı meltemin etkisiyle titreşiyorlardı. Dayanamayıp soğuk meltemin tadına bakmak için dışarı, balkona çıktı. Ve o anda gözlerine inanamadı. Fransa’nın en güzel manzarası bu balkonun önünde uzanıyordu. Yıldızlar hafifçe titreşiyor, tatlı tatlı göz kırpıyorlardı. Albert daha fazla üşümek istemedi. Bunca yoğunluğun arasında grip olduğunda Nicole’den ona bakmasını isteyemezdi. İçeri girdi ve villayı keşfe başladı. Az ileride Nicole’ün çalışma masası duruyordu ve masanın üzerinde birkaç kâğıt. Sevmekle ilgili yazmıştı. İçinde sakladığı kapalı kutuları yazmıştı. Albert’ın dudaklarında hafif bir kıvrım oluştu. Artık bu kadını tanıyabilmek için önünde sonsuzluk uzanıyordu. Ve Merlin biliyordu ki kimse ona aradığı mutluluğu veremezdi, kendinden başka.
Odadan çıktı. İçi yanıyordu, mutfağı bulmak ve susuzluğunu gidermek istedi. Koridora adımını atıp ilerlemeye başladı ki giysilerinin nerede olduğu sorusunun cevabını aldı. ”Ah, Merlin aşkına! O kadar ileri gittik mi?” Smokinin bir parçası yerde duruyordu. Onu takip edip koridor boyunca ilerlemeye başladı. Nicole’ün ayakkabısının bir teki, kendi ayakkabıları – çift olarak ama farklı yön ve şekillerde-, pantolonu, gömleği… ”Neyse ne! Onu seviyorum ve bu yaptıklarımın hiçbir önemi olduğunu sanmıyorum. En azından ayık değildim ve sarhoş bir adamı yoldan çıkarmak zor olmasa gerek ha?” Parça parça giysileri takip ederek ilk kata ulaştı. Tanrı aşkına oteldeydi. Mutlaka bu saatte de olsa birileri uyanık olurdu. Telefonu kaldırdı ve üzerinde santral yazan düğmeye bastı. Cevap veren görevli oldukça nazik bir genç kızdı. Albert ne söyleyeceğini bilemedi. ”Aaa! Bayan Magdalene’nin villasına bir cin tonik lütfen. Bir de Albert S. Hallstad adına kiralanmış süitteki eşyaların buraya taşınmasını istiyorum. Bunu yarın, yani bugün, demek istediğim bu sabah halledebilirsiniz değil mi? Teşekkürler” Telefonu kapadı ve etrafa bakındı. Yerlerde giysiler vardı. Kendisi ise yarı çıplaktı. Hemen asasını bulup bavulundan Accio ile sabahlığını çağırdı. Pencereden içeri giren mavi sabahlığı giydi, görünürdeki birkaç parça giysiyi ortadan kaldırdı. Villanın kapısı hafifçe tıkırdadı. Albert kapıyı ses çıkarmaması için özen göstererek açtı. Bir garson elinde tepsiyle orada durmuş bekliyordu. ”Merci garçon.” Garson cevap verdi. ”Bon apétite Monsieur. İyi geceler, iyi eğlenceler efendim.” Albert kapıyı kapayıp içkisinden bir yudum adlıktan sonra garsonun iğnelemesini anlayabildi. Geri dönüp kapıyı açtı ama garson çoktan gitmişti. Gerçi hoşuna gitmemiş değildi. Onu da yarı patronu gibi görmesi gibi bir şey miydi bu? Bunları kafaya takmamaya karar verdi. İçkisini fondip yaptı ve kaybolmamak için giysileri takip edip yatak odasını buldu. Sabahlığını bir kenara bıraktı, sessizce ve bir tüy kadar hafifçe yatağa girdi. Yüzünü onun yüzüne dönmüştü. Şimdi hiç olmadıkları kadar yakındılar. Geçen yıllara nispet gibiydi. Çocuk gibi masum yüzü, kırpışan göz kapakları… Onu izlerken uyuyakalmıştı yine.
Sabah artık eskisi gibi güzel değildi Albert için. Şimdi sabahın bir rakibesi vardı: Nicole. Tatlı bir dokunuşla uyanmıştı. Bugün LS'in partisi var, gideriz değil mi canım. Ama şimdi benim otel işleriyle ilgilenmem lazım. Saatte bak sayende gene uyuya kaldım. Neyse sen daha uyuyabilirsin ne de olsa sana tatil bu?" Otel işleri… Bu ayrılık demekti. Onun yokluğunu fark etmemenin en iyi yolu uykudan geçiyor gibiydi. ”Tabii, bu çok güzel olurdu, mutlaka gitmeliyiz hatta. Sana engel olmayayım. Sanırım biraz daha uyuyacağım.” Dudaklarını onunkilere değdirdi. Bu bile vücudunun alev alması için yeterli olmuştu. Derken tekrar uykunun kollarına düştü. Nicole’le dolu birkaç saat boyunca rüyalardaydı. Sonunda ilerlemiş sabah saatinin farkına vararak artık kalkması gerektiğini kendine söyledi. Kalktı ve eşyalarının gelmiş olduğunu gördü. İçlerinden keten bir gömlek, krem rengi rahat bir pantolon ve süet ayakkabılarını giydi. Villadan çıkıp etrafta dolaşmaya başladı. Bahçe göz kamaştırıcıydı. Etrafta binlerce harika şey vardı; ancak insanlar eksikti. Herkesin bu akşamki partiye hazırlanmakta olduğunu düşündü. Galiba bu parti Hogwarts’ı baya sallayacak diye düşündü. Bunun yanında otelde dikkatini çeken bir başka şey daha vardı. Gördüğü herkes ona selam vermişti, konuklar samimiyetle, çalışanlar saygıyla. Albert kendini kabul ettirebildiğine memnun olmuştu. Eve dönmeye karar verdi. Ev! Ne çabuk ev olmuştu burası onun için? Artık Nicole’ün olduğu her yer evdi. Bekârlığına veda edip mutlu çift olmaya hazırlanmalıydı. Bahçe den adımını atmıştı ki onu gördü. Eve doğru geliyordu. Hemen iki kahve alıp yanına gitti. Kahveyi uzattı. Nicole ne olduğunu anlamamış gibiydi. Gülümsedi. Özür diler gibi cevap verdi. "Bugün çok dalgınım. Etrafta kimse yok. Herkes bugünü tatil etmiş galiba. Acaba akşamki partiye ne giysem. Bu otel işinden sonra fazla mı ayrıntıcı oldum." Albert bir kez daha gülümsedi. Elini omzuna koyup sıvazladı. Lavanta kokulu saçlarını içine çekti, dudaklarını bastırdı. ”Önemli değil. Ve evet, ben de fark ettim. Akşama hazırlanıyorlardır büyük ihtimalle. Ne mi giymelisin? Ne giyersen giy oradaki en parlak şey sen olacaksın. Bunu biliyorsun, değil mi? Hadi ama, sadece biraz rahatlaman lazım. Bu parti gerçekten sana iyi gelecek.” Öğlen sıcağı yüzünü göstermeye başlamıştı. Nicole şimdi bir kitap okumaktaydı. Albert ise gazeteleri şöyle bir karıştırdı. Gazeteler haber vermekten çok dehşet saçıyordu. Bu güzel gününü moralini bozarak geçirmeyecekti, hayır. O da bahçeyi turlamaya karar verdi.
Akşam çökmeye başladığında Nicole’ü bir telaş almıştı. Ne giyeceğini, nasıl görüneceğini düşünmekten çıldıracak gibiydi. ”Hayatım, biraz sakin olmalısın. Eminim çok güzel olacaksın.” Aslında kendisini duyduğundan emin değildi. Ona yaklaşıp arkasından sarıldı. Yanağına küçük bir öpücük kondurdu. Kendisine gösterdiği rengârenk elbiseyi sevmişti. ”Vay canına! Çok beğendim. Oradaki her erkeğin beni kıskanacak olması içimi gıdıklıyor doğrusu. Gerçekten müthiş görünüyorsun hayatım.” Nicole’ün yıldırım hızıyla hazırlandığını ve kendisini beklediğini gören Albert da hazırlanmaya koyuldu. Milano’da özel bir terziye diktirdiği smokinini neden yanına aldığını bilmiyordu ama şimdi buna çok memnundu. Tamamen hazırlandığında ona yaklaşıp elini tuttu. Şimdi ikisi beraber şömineye yürüdüler ve Hogwarts’a gitmek üzere yola çıktılar. Hogwarts’a vardıklarında Albert şaşkınlıktan küçük dilini yutacaktı. Yıllar önce mezun olduğunda arkasında bıraktığı Hogwarts parti nedeniyle çok değişmişti. Bakımlı çimenlerin üzerinde kurulmuş olan parti alanı harika görünüyordu. Bir an sonra Nicole’ün heyecandan yerinde duramadığını fark etti. ”Biraz daha sakinleş, her şey yolunda gidecek.” Şimdi birbirlerinin ellerini daha sıkı tutuyorlardı. Magnus’la konuşmak istiyordu ancak o etrafta görünmüyordu. Bu yüzden kendini olayların akışına bıraktı. Nicole tanıdıklarına selam gönderdi. Karşı masaların birinde gördüğü ve uzaktan tanıdığı Ernest’i de başıyla selamladı. Nicole’ü elinden tuttu ve kendileri için ayrılmış olan masaya oturdular. Nicole’ün iki şarap söylediğini duydu. Geceye hafif başlamak lazım diye düşündü. Garsona dönerek ”Kırmızı, Bordeux olsun lütfen”. dedi. Tam o sırada partinin ev sahipleri sunum konuşmasını yapmış yerlerine oturmuştu. Şimdi sahnede hareketli şarkılar söyleyen bir şarkıcı vardı. Eğlenmek ha? Bu gece burada olacak bir şey varsa o da eğlenmek olurdu. Bu gece eğlencenin dibine vuracağız.
| |
| | | Julius Carvellion Yazar
Ruh hali : Mesaj Sayısı : 50 Yaş : 30 Galleon : 11504 Ekspresso Puanı : 0 Kayıt tarihi : 23/03/09
| Konu: Geri: Basın Başvuruları Salı 07 Tem. 2009, 22:41 | |
| Yazarlık olabilir. ^^ Başvuru metni isteniyorsa.- Spoiler:
'' Ne zaman, ne olacağını kimse bilemez Tanrı dışında. Başkalarına yaşattığın acılarla etrafını çevirdiğin hayata gömülmüş canlar, birden beynine bir darbe gibi inebilir. '' Güneş, şarap misali güzelliğini milyarlarca yıllık ömrüne sığdırırken bir günün daha mesaisini yavaş yavaş bitiriyor, kızıl ışık huzmelerini etrafa mutluluk saçmak istercesine insanların yüzlerine savuruyordu. Londra'nın alışmaya çalıştığı yaz günleri, şehirle hasret gidermeye başlamıştı. İnsanlar, birşeyleri oturup tartışmak, Londra gibi aylardır yaza susamış bir şehrin bütünlüğünü oluşturmuş olmak için dışarıdaydı. Dönem bitmiş, iş bitmişti. İstediği, Gringotts'a geri dönmekti. Uzun süredir ortalıklarda olmayan Brian, bütün işi ona devretmişti. Bundan dolayı, onun hasretini sürdüğü şeylere dinlenmek de ekleniyordu. O da dinlenmek için bir fırsat bulmanın sevincine girmiş olmasıyla birlikte, kendisinden sonraki en rütbeli kişiye bıraktı görevi, bir süreliğine. Hogwarts'dan ayrılmıştı, çünkü bu yaşam artık boğuyordu onu. Sihir Tarihi dersini vermek, dersteki üfürdemelerden daha sıkıcıydı. Anlamsızdı, zaten bir dönemlik girmişti. Giden Sihir Tarihi profesörünün yerini doldurmak için. Görevini bitirip gelmişti. Bu dönem bile yetmişti ona. Rahat yaşamına ayak uyduramaması, onu aksi birini çeviriyordu büyük ihtimalle. Yeni bir iş, yeni bir sayfa. Huzur dolmak için belki de. Pastahaneye geliş amacı da bu değil miydi ki? Özlediği şeylerden biri olan çikolatalı pasta ile hasretini gidermek için. Hogwarts'a bir daha dönmeyeceği için mutluydu. Acıma duygusunu en içten dilekleriyle akrabası Giselle'ye yolladı, manevi olarak.
Uzaktan gelen garsonun yüzüne yeni gelmiş gülümseme, adamın sarı ve seyrek saçlarının ortaya çıkardığı beyaz yüzündeki izleri belirginleştiriyordu. Dişleri, olabildiğince parlaktı, yaşına göre gayet bakımlı idi. Bir Alman tipi vardı adamda, sebebi gözlerinin mavi olmasıydı. Yüzündeki zorlu gülümseme, tüm günün yorgunluğunu çekmiş olduğunun göstergesiydi. Bir kraliyet uşağı edasıyla taşıdığı pasta tabağı bile yoruyordu onu, yavaş yavaş bükülmeye başlayan bedeni hasta bir attan farksızdı. Yine de ayakta durmaya çalışıyordu, çaba sarfediyordu. Yerle buluşan ayakları, herhangi bir kaza olmaması için iyice hızlandı. Pasta tabağını kendisine bir an önce uzatabilmek için. Bir iki saat sonra, yaşadığı yere gidip dinlenebilmek için. İstediği şeyleri gerçekleştirmek amacıyla kendisinin oturduğu masanın yanına yönelen garson, pastayı uzattı. Orta boy pasta, bütün tazeliğiyle ve güzelliğiyle yiyilebilirdi. Ardından yanında bulundurduğu meyve suyunu da ikram etti, bu da tüm tazeliğiyle portakal bahçelerinin kokusunu taşıyan bir mektup gibiydi. Garsona eliyle gidebileceğini belirten bir hareket yaptıktan sonra yüzüne yerleşen çocuksu ifade, koca bir adama yakışabilecek ifadelerin en tatlısı, ayrıca en garibi idi. Çatalını uzattığı pastası, bütün tadıyla damağına ulaşıyor, özlemini gideriyordu. Meyve suyu da. Yıllarca dağlarda yaşamışlığın verdiği açlıkla ve özlemle yemeğini yiyen bir kayıp gibi yiyiyordu pastasını. Çocukluk özlemleri, onu sarmıştı adeta. Bu özlemi gelecek biri bölebilirdi, bir süreliğine. Kimsenin bölmesini istemiyordu bu keyfini, bu hasret giderişini. Garsonun uzaktan izlerken az önceki sahte gülüşü gerçeğe dönmeye çalışırken, kendisinin sert bakışlarıyla sahteliğini korumaya devam ediyordu. Gelecek kişi ne kadar bölebilirdi keyfini? Aslında süre, gelecek kişiye göre değişebilirdi. Çünkü uzaktan görebildiği kadın, Kathleen'in ta kendisi idi.
Gözleri, bütün çözünürlüğüyle kadını görmeye başlamıştı. Onu görence aklına gelen ilk şey, eski dostlukları ve anılarıydı. iyilerinden çok kötüleri. kendisinin hatırlama istemediği günler. Zor dönem, Muggle cinayeti. Bütün kareleriyle beyninde canlanıyor, onu huzursuz ediyordu. Şimdi iyilik meleği bir adam olmasa da, bu kadar vahşi ve kontrolsüz değildi. Onları hatırladıkça utanıyor, o beş kişiyi hatırladıkça kızarıyordu. Güneş de bu duruma destek olarak kızıllığının büyüsüyle kendisini bir domates gibi göstermeye başlamıştı. Kathleen'in karşısında böyle bir duruma düşmek istemiyordu, ikisine de o anları hatırlatmak. Huzurlu ama rahat bir hayattı istediği. Kathleen'in hızlanan adımları vücudunu oturduğu masanın yanına yaklaştırırken, o bunları düşünmemeye ve pozitif bir konuşmaya karar verdi, gerçekten istediği tek şey huzurdu. Ruhunun pozitif kutbunu benliğine yansıtırken, Kathleen'e de yansıtmaya çalışıyordu. Doğrularak konuştu, yüzüne yansıyan gülümseme kendisini belli ediyordu. Samimi ve istekli. Olanları unutmuş. Dudakları, hareketlerine başlayarak eşlik etti sesine. '' Nasılsın Kathleen? Görüşmeyeli uzun zaman oldu, değil mi? Oturmaz mısın? Garson, bir pasta ve bir meyve suyu! '' sahte olmayan samimi hareketleri, sormaksızın sürdürüyorlardı kendilerini. Ama şu anda tek istediği şey olan huzuru sağlayabilmek içindi bunlar, herşeyi untumuş gibi davranmak, hatalara ve üzüntülere sünger çekmek. Gülümsercesine Kathleen'in suratına bakıyordu. Kızıllık, ikisinin de yüzünü güzelleştirdi.“Her zamanki gibiyim işte, sıradan hayatımı devam ettirmeye çalışıyorum, Øinstein. Ya sen? Profesör olduğun için mutlu musun? Nasıl bir duyguymuş?”
Kadın, Øinstein'in samimi isteğine karşılık vererek olanları unuturmuşçasına davranıyordu. Herşey istenilen gibiydi, iki dost ve samimi bir sohbetin başlangıcı. Surat ifadesinde hakim olan belirsizlik, Kathleen Øinstein'in profesörlükten memnun olup olmadığını sorduğunda yerini hafif bir gülümsemeye bıraktı. Memnun muydu? Büyük umutlarla gittiğini kabul ediyordu, fakat aynı umutsuzlukla geri dönmüştü. Hogwarts, onun rahat yaşam tarzına uygun değildi. Küçük iken de böyleydi. Peki nasıl Hogwarts'a bulaşmıştı? Hatırladı. Hogwarts'ın Sihir Tarihi profesörü görevinden ayrılmıştı, yeni bir profesör aranıyordu. Kuzeni Esther'in Hogwarts müdürü Eragon James O'Learnot ile iyi dost olması sebebiyle, Esther'in orta düzeyli baskısıyla Sihir Tarihi profesörü olmuştu. Bunun sebebi ise FYBS'de binbir zorlukla çektiği Sihir Tarihi kopyaları idi. Küçüklük. *Kopya çekmek bir gün başınıza bela açar derlerdi de, inanmazdım.* Küçüklük ne de keyifliydi o zamanlar, rahat yapısını bozan Hogwarts'dan intikam alma çabaları, haylazlıklar, ve şakalar. ama şimdi, herşey daha ciddi ve acı verici oluyordu hayatta. İnsanı en çok zedeleyen, kötü anılardı. Hüznün içine bastırdığın, gömdüğün parçaları, keskin birer ayna parçası gibi batması hissiyle duyulan acı. Ayna kırıkları. Aynı Muggle'ları öldürdüğü gibi. Kathleen'in gözleri önünde yapmıştı o vahşi cinayeti. Sebepsiz. En çok sebepsiz yere öldürdüğüne üzülür gibiydi, öldürdüğüne değil. Bir insan duyarlılığıyla, bir katil soğukkanlılığıyla bu pişmanlık hissini tadabiliyordu. Beraber geziyorlardı, Muggle sokaklarında. Sırf Muggle nefreti yüzünden, gördüğü beş Muggle'ı öldürebileceğini söylemişti ona, Kathleen ise inanmamıştı. O dönemlerdeki aile sorunları, ruhsal bozuklukları, yedinci sınıftaki bir öğrencinin Hogwarts'tan mezun olma stresi ve heyecanı da eklenince karman çorman bir psikolojik felakete dönüşüyordu. İnanılmazlık, güvensizlik. Babası Edgar van Nepes bunları sıkı bir biçimde uygularken, onun bu durumda olmamasına şaşılacak birşey yoktu aslında. Ardından, çöp tenekesinin yanına konulan aynayı kırdı. Muggle'ları sıkıştırdığı köşeye anlamsız bir öfkeyle ve böğürmelerle yetişti. Bir ayna parçasını birinin boğazına saplamıştı, bunları yaparken ise Kathleen onu kaskatı hâlde izlemekle yetinebiliyordu. Kana bulanmış vücudunu büyüyle temizlemişti. Bu olaydan sonra uzun süre görüşmemişlerdi, Øinstein stres içinde mezun olduktan sonra bile. Kader, onları Hogwarts'ta karşı karşıya getirmişti, fakat yoğun bir dönem içinde selamlaşamadılar bile. Burada karşılaşmışlardı ve Øinstein, pişmanlık duyduğu anıları bastırıyordu kadın karşısında, katakomblara gömercesine. Kathleen'e vereceği cevabı düşündü hemen ardından. Gringotts Müdür Yardımcısı idi, aynı zamanda Brian'ın en büyük destekçisi. Hem iş, hem siyasi olarak. Chlebos'un iki numaralı ismiydi. Farklılıktı onu bu düşünceye iten, biraz da çıkarları. Brian daha önce verdiği sözü tutmuş, dönem sonunda hemen işe almıştı, yardımcısı olarak. Kadının gözlerine baktı yavaşça, gülümseyerek konuşmasına devam etti. '' Ben de yeni sayfalar açıyorum hayatıma. Profesörlük bence çok zor bir meslek. Özellikle Sihir Tarihi gibi öğrenciler sıkıldığı bir ders olunca. Zaten bundan dolayı profesörlüğü de bıraktım ya. Bu arada, şimdi Gringotts Büyücü Bankası'nda müdür yardımcılığı yapıyorum. Bunu geçeyim de, sence profesörlük nasıl bir duygu? '' Karmaşık konuşması, katakomblara gömdüğü anıların göstergesi miydi? Yoksa, sadece uzun zamandır görüşmediği iyi bir arkadaşıyla yeniden görüştüğü için miydi bu heyecan? Belirsizdi. Kathleen'den cevap beklerken, uzaktan hasta at misali yürüyen garsonun adımları gözüktü.
| |
| | | Euphoria Szôlôssy Vendéglője Restorant Sahibesi
Ruh hali : Mesaj Sayısı : 862 Yaş : 32 Kan statüsü : Safkan ~ O dahil kimse bunu bilmese de. Galleon : 12110 Ekspresso Puanı : 35 Kayıt tarihi : 21/03/09
| Konu: Geri: Basın Başvuruları Salı 07 Tem. 2009, 23:35 | |
| Rütbeleriniz verilmiştir. | |
| | | Larina Gergin Gelecek Postası Köşe Yazarı
Ruh hali : Mesaj Sayısı : 12 Yaş : 30 Kan statüsü : Safkan Galleon : 11185 Ekspresso Puanı : 0 Kayıt tarihi : 05/08/09
| Konu: Geri: Basın Başvuruları Çarş. 05 Ağus. 2009, 15:49 | |
| Larina Gergin 20 Gelecek Postası Köşe Yazarı- Spoiler:
~ Caliginosus Pagina Kitapçısı ~
Öğlene doğru havanın kapanmaya başlaması Isis için büyük şanstı. Aslında bu mevsimde genel olarak hava bulutluydu ama uzun zamandır gündüz dışarı çıkmadığı için o günkü planı bu olmuştu. Geceler avlanmakla geçiyordu ama gündüzler… Güneş çıktığı an onun da evden çıkması olanaksız hale geliyordu. Tek başına insanı iyice sıkıntıya boğan o evde oturmayı Isis hiçbir zaman çok sevmemişti. Belki yalnız olmak istediği zamanlarda… Ama bugün yalnızlık değildi istediği; Dwayne’ı özlediğini fark ediyordu. Bir plan yapmadıkları için yalnızca onu gözlemekle yetinecekti. Aslında yalnızca onu görmek bile yetiyordu özlemini gidermesine. İlla ki karşılıklı oturup konuşmaları gerekmiyordu Isis için… Tabii bu artık Isis için sıkıcı olmaya bile başlamıştı. Dwayne onunla ilgili gerçeği öğrendikten sonra insanı delirtecek seviyede ısrarcı olmaya başlamıştı; vampir olmak için acelesi neydi ki?
Küçük evdeki en çok vakit geçirdiği yatak odasına girdi. Ara sıra burada biraz değişiklik yapması gerektiğini düşünüyordu. İnsanlar birkaç sene aynı dekorasyondan sıkılıyorken, Isis bir yüzyıla yakın zamandır aynı dekorasyona sahipti. Ve artık gerçekten sıkıcı olmaya başlamıştı. Önceden hayatı oldukça karamsar ve yalnızdı. Ama daha sonra bu hayata daha fazla devam edemeyeceğini anlayıp insan içine karışmıştı. Şimdi sayısı çok olmasa da görüştüğü kişiler vardı. Belki de hayatındaki bu canlılık nedeniyle, bir ölümlü olduğu zamanlarda ki hisleri canlanıyordu. Aynanın karşısına geçti ve aslında hiç değişmemesine rağmen az çok farklılıklar seziyordu. Yüzünde gülümsemeye benzer hafif bir tebessüm göze çarpıyordu; ki Isis’in sık güldüğü görülmezdi. Şimdi ise bu ifade genel olarak var denebilirdi. Bir on sene önce, kendisi gibi yüzyıllık saçlarında değişiklik yapmıştı. Aslında o zaman herhangi bir amacı yoktu; sırf sinirdendi. Öldüğü zaman beline uzanan saçlarını omuzlarına gelecek biçimde kesmişti. Sonra bundan pişman olmuştu, saçları bir daha asla uzamayacaktı. Dünyanın sonu gelene dek aynı kalmak zorundaydı. Vampir olmak ona diğerlerine olduğu gibi mükemmel bir güzellik verse de, yıllarca hatta yüzyıllarca aynada aynı yüze bakmak sıkıcı geliyordu. Yine aynı sıkıntıyla aynanın karşısından kalkıp yola koyuldu.
Yarım saat sonra Dwayne’ın evinin önündeydi. Etrafta kimse olmadığından emin olunca pencereye tırmanıp içeri baktı. Neyse ki Dwayne evdeydi; onu araması gerekmeyecekti. On beş dakika sonra Dwayne’ın evden çıktığını görünce pencereden inip evin yan tarafına doğru saklandı. Yeterince sessiz onu takip etmeye başladı. Etrafta kimse olmasa çok daha iyi olacaktı. Onlar varken saklanmak kolay olmuyordu. Kendisini bir vampirin hızıyla başka bir yöne atamıyordu. Dwayne’ı oldukça uzaktan takip etmese de rahatlıkla seçebiliyordu. Önce Diagon Yolu’na, oradan Knockturn Yolu’na geçtiler. Dwayne, Caliginosus Pagina Kitapçısı’na girdi. “ Ah, senin burada ne işin olabilir ki, Dwayne! ” Kendi kendisine söylenip kitapçının önünde beklemeye karar verdi. Sürekli Dwayne’ın peşinde koşturmak çok mu aptalcaydı acaba? Isis gittikçe paranoyaklaşıyordu sanki. Daha doğrusu paranoyası artıyordu. Çünkü Isis her zaman aşırı şüpheci, paranoyaklık denebilecek seviyede şüpheciydi. Şu vampir zehri akıl sağlığıyla mı oynamıştı, yoksa bu Isis’in insanlıktan getirdiği bir özellikti bilemiyordu. Ama kendisini bildi bileli garip özellikleri olmuştu. Olmayan arkadaşlar, hiçbir yere gönderilmeyen mektuplar… Hepsi saçmaydı, bunu bildiği halde reddediyordu. Onun arkadaşlarının çoğu ölümlüydü ve bir gün hepsi gideceklerdi. Eğer Isis kendisini yalnızlığa boğmaya karar verirse, yanında birisi olmalıydı: Adrianna.
Yarım saat geçtikten sonra Dwayne’ın arkasından gitmeye karar verdi. Başına bir şey mi gelmişti? Eğer bunun cevabı hayırsa içeride hala ne yapıyordu? İlk iki kata göz attıktan sonra merakı tamamıyla artmıştı. Bir üst kat ölüm yiyenlerin geleceği bir yerdi. Hukuk ve tarih kitapları mı? Cidden Dwayne neler karıştırıyordu ki? Sessizce üçüncü kata çıktı. Daha önce gördüğünü sandığı siyah saçlı bir kadının yanından geçti ve Dwayne’ı buldu. Bıkkın bir halde kitaplara bakıyordu. Sıkılmamak için kitaplara göz atmaya başladı. Tarih kitapları ilgi çekici sayılırdı. Belki ara sıra buraya gelmeliydi. Hikayelerden birine daldığı sırada bir çığlık duyup başını kaldırdı. Ses biraz önce gördüğü kadından gelmişti. Rafların arasında olanları görmeye çalıştı. Evet biraz önceki siyah saçlı kadın ve Dwayne! Bir anda alevlenen tartışma Isis’i şok etmişti. Bir süre sonra konuşmalardan kadının Dwayne’ın ablası olduğunu anladı. Ara sıra olaya müdahale etmek istedi ama Dwayne iyi görünüyordu. Durumu iyi idare ediyordu ve olaya karışmamak şimdilik daha iyi gibiydi. Daha sonra ortaya asalar çıktı. Isis tam hamle yapmak üzereyken Dwayne büyüden kaçtı. Çok yakınındaki kitaplık büyük bir gürültüyle devrildi. O büyünün Dwayne’a çarptığını düşünmek bile istemiyordu. Kadına karşı içinde bir nefret büyümeye başladı. Ona saldırıp parçalara ayırmamak için kendisini zor tutuyordu. Sessiz hırıltılar duydu; hırıltılar kendisinden çıkıyordu. Sinirlerine hakim olmak gerçekten zordu. Elini kitaplığa dayayıp yere çöktü. O an Dwayne’ı koruması gerekiyordu ama o sinirle neler yapabileceğini biliyordu. Dwayne’a daha büyük bir zarar vermek istemiyordu. Eğer ona bir şey olursa yapacağı şeyi biliyordu ama her şeyden önemlisi onun canının acımamasını istiyordu. Tekrar bir büyünün ismini duyduğunda aceleyle ayağa kalktı. Dwayne yerde yatıyor ve göğsünden kanlar fışkırıyordu. Bir an olduğu şey kendisini gösterdi ve kan kokusunu içine çekti. Dwayne’ı değil, yalnızca o kanın tadına bakmayı düşünebiliyordu. Kendisini hemen toparlamalıydı. Ne yapması gerektiğine karar vermeye çalışırken iş yerinin sahibi geldi. Isis hala kendisine hakim olmaya çalışarak kitaplığın arkasında kıvranıyordu. Kısa bir süre sonra kan kokusu etkisini oldukça yitirmişti. Kitaplığın diğer yanına baktı. Gitmişlerdi…
~ St. Mungo Sihirsel Hastalıklar Tedavi Merkezi ~
Kitapçıdan olabildiğince aceleyle çıktı. Nereye gideceklerini tahmin edebiliyordu. Etrafta bunca insan olmasından nefret ediyordu. Oraya beş kat daha hızlı gidebilirdi. Neden insanlar gibi davranmak zorundaydı ki? Dikkat çekmeyecek kadar hızlı bir şekilde koşarcasına Diagon Yolu’nda ilerlemeye başladı. Dwayne’a bir şey olursa kendisini asla affetmezdi. Neden o aptal kadını öldürmemişti ki? Kendisini bulamazlardı nasılsa. Ve bir pislik daha dünyadan temizlenmiş olurdu. Nasıl bu kadar iradesiz olabilmişti? Aklı almıyordu bir türlü. Daha hızlı olmaya çalıştı.
St. Mungo’ya vardığında hala kendisine kızmakla meşguldü. Hızlıca görevliyle konuştu ve dördünce kata koştu. Biraz önce gördüğü kitapçının sahibi oradaydı. Olabildiğince yakınında bulundu ve neler olduğunu öğrenmeye çalıştı. Birkaç dakika sonra – ki bu saatler kadar uzun gelmişti – bir hemşire gelip iyi olduğunu söylediğinde Isis derin bir nefes aldı. Kendisini hiç bu kadar ferahlamış hissetmiyordu. Kitapçının sahibi hastaneden ayrıldığında bir süre daha beklemeye karar verdi. Dwayne’ın kendisine gelmesi gerekiyordu. Biraz acele etse olmaz mıydı? ‘Lütfen Dwayne. Çabuk uyan…’ diye geçirdi içinden. Yarım saat sonra dayanamayıp kimse görmeden odaya daldı. Ondan sonra arkasından bir hemşire geldi. Isis odadan çıkmamak için hemşireyi öldürmeyi kafasına koymuş gibiydi. Aklındaki düşünce yalnızca Dwayne ile kalmaktı. Kimseyi dinleyecek hali yoktu. Yine de açıklama yaparsa işinin kolaylaşacağını düşündü. “ Ben bir arkadaşıyım. Birazdan uyanır sanıyorum. Yanında kalmamın bir sakıncası yoktur umarım?” Oldukça kibar ve gülümseyerek konuşmaya çalışmıştı. Hemşire başta tereddüt etse de sıcak bir gülümsemeyle teklifini kabul etti.
Biraz sonra içeriye kitapçının sahibi girdi. Konuşacak havasında değildi. Yalnızca bir baş hareketiyle selam verdi. Beklemek insanı çileden çıkarıyordu. Ara sıra yaşadığından şüphelenip kontrol ediyordu. Neyse ki ölmemişti. Isis bu işi hastanede yapmak istemezdi. Her şey büyük bir kargaşaya dönüşebilirdi ama Isis bunu göze alabileceğini biliyordu. Dwayne’ın yanına gelip oturdu. İçinden sürekli ona uyanmasını söylüyordu. Sonunda onu duymuş olacak ki Dwayne’ın gözleri aralandı. Isis ağzının kulaklarına vardığını fark etti. Sonunda uyanmıştı işte. Dwayne yaşıyordu, yaşayacaktı. “ Dwayne… İyisin değil mi? Özür dilerim, her şey için…” Daha kendisine gelmeden onu sıkmaya başlamıştı. Tamamen uyanması için, bu kez içinde huzurla bekledi. Kadın da onun için endişelenmiş gibiydi. Yoksa burada olmazdı en azından.
| |
| | | Vyacheslav Ilya Praslenko Çyorniya Pravda Editörü
Mesaj Sayısı : 2 Galleon : 11209 Ekspresso Puanı : 0 Kayıt tarihi : 23/07/09
| Konu: Geri: Basın Başvuruları Cuma 07 Ağus. 2009, 18:41 | |
| Vyacheslav Ilya Praslenko 22 Çyorniya Pravda adlı bir gazete açmak istiyorum. Gazete Hakkında Bilgi: Asparagas haberleri ciddi bir dille yayınlamasıyla ünlü olan gazete, aynı zamanda Muggle dünyasıyla ilgili ayrıntılardan da büyücüleri haberdar etmektedir. Siyasi olayları mizahi bir dille ele alır, üst düzey büyücüler hakkında espritüel eleştiriler yapar. Mafyayla ve Karanlık Büyücüler'le ilişkileri olduğu hakkında söylentiler vardır. Rp: - Spoiler:
Gözlerimi kırpıştırarak güneş ışığına bakıyordum. Yorgan aşağıya düşmüştü, fakat buna aldırmam için bir neden yoktu. Sıcak, gayet nahoş biçimde yatakhaneye vuruyor ve vücudumda boncuk boncuk terler oluşmasına yol açıyordu. Üzerimdeki terleri yatak örtüsüne silerek kalktığımda ilk işim, pencereleri açarak mekanı havalandırmak olmuştu. Giyinmek için tam gardıroba yönelecektim ki, unuttuğum bir şey olduğunu fark ettim; perdeler sonuna kadar açıktı. Asamı çekip basit bir büyüyle onları kapattıktan sonra cüppemi hızlıca üzerime geçirdim, yeni bir günün son hazırlıklarını yapıyordum.
Merdivenleri sessizce inerken bugün Sihirli Yaratıkların Bakımı'na gireceğimizi hatırladım. İlk dersten profesörle ilgili edindiğim olumlu izlenimin burada da devam etmesini umuyordum. Tabii aynı şeyi Patlar Uçlu Kelekerler için söyleyecek durumda değildim. İğrenç kıskaçları ve ani bir "pat" sesiyle havaya karışmaları bu yaratıklarla pek samimi olmayacağımı göstermekte yeterli olmuştu. Nitekim derse girdiğimde profesör kendini yeniden tanıtıp geçen dersteki konumuzu sorunca tüm sınıftan gelen tiksinti nidaları da bu fikrimde yalnız olmadığımı açıkça belli ediyordu.
Profesör nihayet daha önemli yaratıklarla ilgileneceğimizi söyleyince rahatladığımı belli eden bir şekilde vücudumu germeye başlamıştım. Nitekim asasını sallayıp kafesin üzerindeki örtüyü savurunca bu sefer işleyeceğimiz hayvanın gayet etkileyici olduğunu inkar etmek, herhalde ciddi bir önyargı sahibi olmayı gerektirirdi. Yaratığın ismi de görünümüne yakışır zarafetteydi: "Unicorn"
Bunların kurtadamdan daha hızlı olduklarını öğrendiğimde merakla karışık bir hayranlık uyanmıştı içimde; fakat bu, profesör unicorn öldürenlerin lanetleneceğini söylediğindeki şaşkınlığımın yanında oldukça hafif kalıyordu. Hayvan avcılarının bu yaratıktan pek hoşlanmamalarının nedeni bu olsa gerekti. Saçları iksir yapımında kullanıldığına ve bu işin sonunda tüm iksir uzmanları lanetlenmediğine göre; öldürmeden de tüylerini verebilecek kadar canayakın olmalıydılar.
Taylar geliştikçe altından gümüşe, sonra da beyaza dönüşüyor ve kafesteki yaratığın zarif görünümünü alıyorlardı. Bebekken erkek çocuklara olan güvenleri, büyüdüklerinde kadınlara yöneliyordu. Eh, bundan pek memnun olduğum söylenemezdi tabii. Ama profesöre de erkek olmasına rağmen güveniyorlarsa ve profesör "erkek çocuklar" sözünü özellikle vurguluyorsa yetişkin olduğumda binicilik yeteneğimi unicorn'larda göstermemem için hiçbir sebep yoktu.
Profesör, tek boynuzlu at kanının lanetli olduğunu bir kez daha vurguladıktan sonra -sanırım bu, öğrencilerin yasak orman maceralarında bu yaratıklara rastladıklarında onların bunu akıllarında bulundurması içindi- ödevi açıklamıştı; bu, at adamlarla ilgili bir parşömendi. Ödevle ilgili tüyoları mantar panoda bulabileceğimizi söylediğinde zil çalmıştı. Bahçeye dönüp manzaraya son bir kez baktım ve mantar panoya bakmak üzere sınıftan ayrıldım.
*Başka bir sitede yaptığım bir rp'dir.
| |
| | | Euphoria Szôlôssy Vendéglője Restorant Sahibesi
Ruh hali : Mesaj Sayısı : 862 Yaş : 32 Kan statüsü : Safkan ~ O dahil kimse bunu bilmese de. Galleon : 12110 Ekspresso Puanı : 35 Kayıt tarihi : 21/03/09
| Konu: Geri: Basın Başvuruları Paz 09 Ağus. 2009, 11:45 | |
| | |
| | | | Basın Başvuruları | |
|
Similar topics | |
|
Similar topics | |
| |
| Bu forumun müsaadesi var: | Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
| |
| |
| |