Hogwarts. Her şeyden sonra geri döneceğini hiç düşünmezdi. Hem de bu kadar karşı çıktığı bir derste. Karanlık Sanatlardan daha doğrusu büyücülerden nefret ediyor olmasa ve Sylvia’ya biraz da olsun yakın olmak istemese asla böyle lanetli bir dersin profesörlüğünü yapmaya kalkmazdı. Jane’in ölümünden önce büyüden bile vazgeçen adam mıydı hala? Sylvia’ya yakın olma kısmını zaten hayatı boyunca batırmıştı, şimdi ne gerek vardı ki? Hayır, ona davranışlarını değişirmezdi ama kızının bir kurtadama o kadar yakın olması düşüncesi. Ah tabi bir de kurtadamla çıkıyor oluşu, sanki Hogwarts’ta yeterince erkek yokmuş gibi. Aşk sadece bela getirirdi. Yıllar sonrasında emin olduğu şey buydu. Bela, gözyaşı, üzüntü ve düşman. Kızının da herkes gibi bu sinir bozucu şeyi yaşayabileceğini anlıyordu, bununla bir sorunu yoktu ama kurtadam. Neden? Neden o olması gerekirdi ki. Zaten şu lanet konuda sert düşünen biri olduğu için Sylvia’yı yeterince kırmıştı ve kız her zamanki gibi bütün yaz onunla adam gibi konuşmamıştı. Neden her şeyi batırman gerekiyor Matthew? Neden? Neden her zaman her şeyi batırman gerekiyor? Kesinlikle kızıyla konuşmaktan hiç anlamıyordu. Anlamıyordu ve onu anlamaya çalışmaktan nefret ediyordu. Böyle bir zamanda Jane’in ölümünü her zamankinden daha canlı hatırlıyordu. Ne de olsa ölümünden beş dakika önce o trafik kazasını görmüştü o yüzden oradaymış kadar iyi iliyordu olanları. Gönderin. Lütfen beni de onun yanına gönderin artık.
“Sylvia! Biliyorsun tren 11’de hareket ediyor ve yarım saatimiz bile yok.”
Kızı merdivenlerde görününce suratında dayak yemiş bir adamın ifadesiyle gözlerini kapadı. Jane’e bu kadar benzemek zorunda mıydı bu kız? Tabi ki ona baktığında Jane’i görmesi kendi kızına aşık olduğu anlamına gelmiyordu ama... Sadece… Ona her baktığında Jane’i ve unutmaya çalıştığı günleri hatırlıyordu ve bu kesinlikle onu delirtiyordu. Bunu çok saçma buluyordu ama yapabileceği bir şey yoktu. Onun yanındayken bu kadar soğuk ve katı görünmesinin nedenlerinden biri de buydu. Bu yüzden trene gidene kadarki sürede tek kelime bile edememişti, her zamanki gibi. Kızı da ondan umudu kesmiş gibi görünüyordu gerçi. Normal bir babası olmadığını bildiğinden emindi. Sessizlik tek kalkanıydı zaten. Sürekli gördüğü tek kişi Sylvia olduğuna göre bu kalkanını en çok ona karşı kullanıyordu, kızı da ondan gittikçe uzak duruyordu. En büyük hatası şu William tepkisiydi kesinlikle. Ama düşünmek bile delirtiyordu o çocuğun kızının yanında olduğunu. Kızı sadece yanlış zamanda yanlış yerde olsa… Ne olabileceğini düşünmek bile istemiyordu. Derwent böyle bir canavarı nasıl okulda tutabiliyordu ki. Neyse, en azından biraz daha yakında olacaktı. Sylvia’ya hiçbir şey zarar veremezdi. Asla! Bunu engellemek için de her şeyi yapardı. Her şeyi… Trene yürürken suratının ürkütücü bir görünüm verecek şekilde kararması bu yüzdendi. Bu düşünceler her gün aklındaydı, bazen delirme kıvamına geliyordu.
“Selam.”
Ters bir şekilde sesin sahibine bakmak için başını kaldırdı. O’Neil… Gömlek mi etek mi olduğu belli olmayan bir gömlek giymiş, dağınık ve uzun saçları yüzünün yarısını kapayan, yanında garip sesler çıkaran bir kafes –kahşin olsa gerek diye düşündü- olan ve yanağında bir kesik olan çocuğa baktı. Hayır her şey bir yana bu çocukta ne buluyordu? Kurtadam olmasa bile matah bir şeye benzemiyordu çocuk –veya sadece Matthew önyargılıydı. “Matthew… Babam…” “Merhaba…” Suratını ifadesiz tutmakta çok başarılı olduğu bir an olduğu söylenemezdi. Neden? Ne? Ne? Neden? Kendini sakin olmaya ve korkunç baba olmamaya ikna etmeye çalışıyordu ama neden onunla karşılaşmak zorundaydı? Neden? O’Neil’in söylediği –veya söylemeye çalıştığı- ile kaşlarını kaldırdı. Gitmek mi? Kızının onun yanında yürümesini izlemek bile yeterince sinir bozucuydu, bir de çocuğun elini tutmasına ne gerek vardı? Arkalarından bir süre sinirli bir şekilde baktıktan sonra kompartımanını bulmak için hareketlendi. Tren dolmuştu ve öğrenci kalabalığından uzaklaşmak istiyordu, bir an önce! Çok araması gerekmiyordu, yakındı zaten. Oldukça boş olması garipti bir çok profesör zaten okulda olsa gerekti. Kendini boş yerlerden birine attığında sadece düşünmemeye çalıştı, en sarhoş haliyle mantıklı düşünmekten daha zordu bu. Sylvia’yı, Jane’i, okulu… Sadece… Düşünmemek.