|
| - Maskeli Balo - | |
|
+36Haley Brooke Scott Ivyanne Lynn Black Şişman Keşiş William Julian O'Neil John Stewen Peterson Stefania Valérie Bécaud Angelina Voleta Anderson Leonore Joanna Légende Tatyana Johnson Lily L. Black Issoria Lathonia Eurydice Black Karyn Mia Silethe Marietta Dennise Black Lily Johnson Lisa Wanders Lyra Helen Varens Christopher Alex Peterson Indis Oak J. Engelbert Adolf Maynard Griswald Elina Lora Dark Lumina April White Mathilda Mythill Emily Dawn Schneider Sasha Slof Marveille Croweix Nicole Marissa Magdalene William Kunz C. Engelbert Vynsja Croweix Christian Dayrnt Black Disbel Molaco Johnny Amoux Malfoy David Kevin Johnson Odessa Meredith Poulter Dorothée Juliette Lemieux Amortentia Cécile Derwent 40 posters | |
Yazar | Mesaj |
---|
Indis Oak J. Engelbert
Ruh hali : Mesaj Sayısı : 586 Yaş : 32 Kan statüsü : Safkan Galleon : 11935 Ekspresso Puanı : 0 Kayıt tarihi : 03/08/08
| Konu: Geri: - Maskeli Balo - C.tesi 30 Ağus. 2008, 09:42 | |
| Havada asılı duran büyüleyici balonlara bakarak yemyeşil çimlerin üzerinde yürüyordu. Bir masal diyarı gibi donatılan bu yerde kendisini masalın başkahramanı gibi hissediyordu, öyle bir özgüvenle yürüyordu. İhtişamlı okyanusun mavisine sahip gözleri, şimdi etrafı tarıyordu. Eliyle Chris’in kendisininkinden epeyce kalın kolunu kavramıştı. Uzun ve açılarak inen elbisesinin eteği bir santim kadar gerisinden, çimlere sürünerek geliyordu. Esen rüzgâr altın sarısı rengindeki saçlarını uçuşturuyordu. Herkes biryerlere dağılmıştı ve oldukça kalabalıktı, öyle ki bir muggle sözünde dendiği gibi ‘iğne atılsa yere düşmeyecek’ haldeydi balo alanı. Çalan hafif müzikle dans pisti henüz boştu ama kısa bir süre sonra dolacağından neredeyse emindi. Elindeki tepsilerle oradan oraya giden garsonlara biran için acıdı, gece boyunca böyle koşuşturacaklardı. Daha sonra gözleri az ileride ki Lily’e takıldı, ona selam veren kıza hafifçe elini sallayarak karşılık verdi. Hala ağır ağır yürürlerken Chris birden adımlarını hızlandırarak kolundaki genç cadıyı birkaç metre ilerideki masaya sürükledi.
Beyaz bir örtü ile kaplı masanın ortasında beyaz güllerden oluşan bir çiçek demeti vardı. Indis dik duruşunu bozmaksızın incecik kolunu masaya dayadı. Uçuşan saçını sağ eli ile omzunun kenarına doğru attırdı ardından Chris’e döndü, ancak genç büyücü içecek bir şeyler almak için en yakındaki garsonun yanına gitmişti. Indis ona kısa bir bakış attıktan sonra gözlerini etrafta gezdirdi, onlarca insanın içinde William’ı bulmak için büyük bir çaba sarf ediyordu. Ama arayışı kendisine uzatılan bardak ile sona erdi “Bir şeyler içmek isteyeceğini düşündüm” diyen Chris’e baktı ve içten bir gülümseme ile “Teşekkür ederim, ihtiyacım vardı doğrusu” dedi, kuruyan boğazının yeni farkına vararak. Çocuğun kendisine uzattığı minik ateş viskisi bardağını kavradı, daha önce hiç tatmadığı bir içkiydi ateş viskisi. Ve bunu her haliyle belli ediyordu. Bardağı ince dudaklarına götürdü ve yudumladı. Aldığı oldukça büyük yudumla içki boğazından geçerken yakıcı tadını hissetti, gözleri dolmuştu, içkiyi yuttuktan sonra iki-üç kez öksürdü. Bu tavrı Chris’i güldürmüştü bunun üzerine Indis’te kendi şaşkınlığına gülmeye başladı.
“Alışkın olmadığını biliyordum, üzgünüm” dedi kibarca, Indis gülümsemesini bir an bile suratından silmezken “Önemli değil” dedi. Bardağı masaya bıraktı Chris bu davranışı gözlemlerken yanından geçen garsondan bir kaymak birası almıştı. Bunu da Indis’e uzattı ve “Sanırım bu daha iyi olacak” dedi, Indis kibarlıkla “Teşekkür ederim” dedi ve uzatılan bardağı aldı. Kaymak birasıyla dolu bardağı elinde tutarken soğukluğunu hissetti. Bardağı dudaklarına dayadı ve uzun süren bir süre boyunca içti. Bardağı indirdiğinde yarılandığını gördü, ateş viskisinin yakıcı tadını alışık olduğu bu soğuk tat bastırmıştı. Şimdi daha iyiydi.
Gözlerini karşısındaki çocukta odaklamıştı, hasat zamanındaki bir buğday tarlasının parlaklığındaki saçları dalgalanıyordu. Yeşil gözlerini Indis’in üzerinden alamıyordu, buğday rengi teninin üzerine büyü ile yapılan alev topuna benzer dövmesi çok çekici görünüyordu. Merlin aşkına ne kadar yakışıklıydı!.. Şu anda düşündüklerinden dolayı kendinden utanmalıydı. Kafası boş bir cadının söyleyeceği, düşüneceği türden şeylerdi bunlar ve Indis asla böyle biri değildi. *Kendine gel* diye uyardı kendisini içten içe.. Kendi kendine yaptığı bu uyarıyı hemen dikkate alarak gözlerini çocuktan kaçırdı. Her ne kadar ondan çok hoşlanıyor olsa da –hatta bu hoşlanma sevgi boyutuna çoktan ulaşmıştı- böyle aptalca düşünemezdi. Evet, bu çocuk onda pek çok şeyin değişmesini sağlamıştı, artık eskisi kadar katı değildi mesela, ya da dik başlı, ya da sevgisiz… Ama aptal da olacak hali yoktu.
Kaymak birasını yeniden yudumladı, ardından kafasını sağa sola çevirerek gözleriyle etrafı taramaya devam etti. Aradığı kişi William’dı elbette, nitekim bunu epey belli ediyordu “Ağabeyini mi arıyorsun?” Chris’in kurduğu bu cümle üzerine kafasını ‘evet’ anlamında salladı. Chris ile tanışmalarını çok istiyordu. Kim bilir birbirleri hakkında ne düşüneceklerdi. Hayatının en önemli iki isminin tanışması fikri onu gerçekten heyecanlandırıyordu. Mavi gözlerini çevrede dolaştırırken bakışları bir yerde sabitlendi. Arkası dönük bir adam görüyordu. Sırtında tıpkı kendisinde olduğu gibi melek kanatları vardı. Sarı saçları uzundu, dimdik duruyordu, oldukça kaslı bir vücudu vardı, arkadan bile oldukça çekiciydi. Ve Indis bu adamı ilk görüşte tanıdı, elindeki soğuk bardağı şiddetlice masaya bırakırken birazının beyaz örtüye döküldüğünü fark etmedi bile. Heyecanla koşmaya yakın bir tempoda sarışın büyücüye doğru ilerliyordu, ardında bıraktığı Chris’e hiçbir şey söylemeyerek yanından ayrılmasının ne kadar kabaca olduğunu düşünmüyordu bile. Nitekim Chris’te neler olduğunu anlayamadan Indis’in peşinden gitmeye başlamıştı.
Hedefiyle arasında yirmi metre kadar bir mesafe kalmışken “William!” dedi ipeksi sesiyle adamın duymasını umut ederken. Sesi işiten adam arkasına döndü ve Indis o anda William’ın suratını en ince ayrıntısına kadar gördü, oldukça özlediği bir sima idi bu. Parlayan, uçuk pembe dudaklarının arasından ışıldayan beyaz dişlerinin birkaçını gösteren pırıl pırıl bir gülümseme vardı suratında ve hızlı adımlarla William’a doğru ilerlemeye devam ediyordu. Sonunda yanına ulaştığında ona sarılmak için bir hamle yaptı ama William Indis’in öne doğru uzattığı elini havada yakaladı ve önünde hafifçe eğilerek öptü. Indis bu ‘nazik” karşılamaya sağ ayağını sol sağanın arkasına geçirip, dizlerini büküp, elleriyle elbisesinin eteklerini tutup iki taraftan hafifçe açarak yaptığı reveransla karşılık verdi.
William’ın hemen arkasından ettiği usta iltifatla kafasını bir saniyeliğine yere eğdi, ardından mavi gözlerini kaldırarak tekrar ona baktı William’ın bu tür iltifatlarını biliyordu ve bu duruma artık alışmıştı. Güzel olan her kadına iltifat ederdi ve bunu ustaca bir şekilde yapardı, sonuç olarak bir şekilde o kadında iyi bir hatıra bırakmaya çalışırdı. Kollarını bağdaştırdı ve gözlerini doğrudan onun gözlerine dikerken hiç istifini bozmayarak “Kesinlikle etmelisin! Ama bunun yeterli olacağını sanmıyorum.” Dedi ukala bir tavırla. Ardından gülmeye başladı ve kendisinden epeyce uzun ağabeyinin boynuna atladı. William’ın belinden sımsıkı yakaladığı kızı havaya kaldırması, Indis’in içinde bir şeylerin hareketlenmesine neden olmuştu. Ayaklarını yerden kestiği kızı hala havadayken onu döndürdü ardından tekrar yere bıraktı. Parlak sarı saçlarına kondurduğu bir öpücükle sarılma faslı tamamlanmış oldu.
“Seni çok özledim tatlım” dedi Indis’in hayranlıkla baktığı adam. Dipleri kahverengi olan saçları, aşağı doğru indikçe giderek açılıyor ve sarı rengini alıyordu. Ense hizasında, uçları sivriltilerek kesilmişti. Gözleri Indis’inkiyle aynı tondaydı, bıraktığı hafif kirli sakalı ona gizemli bir hava katıyordu. Gülümsemesinin yanağında oluşturduğu derin gamzeler çok sevimliydi. Genellikle her kadının ‘hoş’ bulacağı bir görünüme sahipti ve Indis böyle birinin onun öz ağabeyi olmasından ötürü gurur duyuyordu.
Bu sırada gözü William’ın biraz gerisindeki Profesör Mythill’e takıldı. William’ın partneri olmalıydı. Bu durum Indis’i şaşırtmıştı çünkü baloda William’ın partneri olacağını düşündüğü bir başkası vardı Yine de bozuntuya vermeyerek cadıya döndü, aynı şekilde reverans yaparak “Merhaba profesör” dedi, kibar bir gülümseme yerleştirdiği suratıyla. Hogwarts’tan gelirken onu Slytherinlerin başında görmüştü ama şimdi daha rahat seçebiliyordu. Her zaman olduğundan daha hoştu. Özen göstermiş olmalıydı, normalden daha genç görünüyordu. Bu sırada Chris’in sesini işitti arkasını döndüğünde genç büyücüyle burun buruna geldi az önce yaptığı kabalığı yeni fark ediyordu, gözleriyle anlatmak istercesine ona baktı. Chris’in onaylar ifadesini görünce sevinerek tekrar William’a döndü.
Ağabeyinin Chris’e yönelttiği meraklı bakışlarıyla nihayet beklediği anın geldiğini anladı. Doğrudan William’a hitap ederek “Bu sana sözünü ettiğim arkadaşım Christopher ve Chris bu da ağabeyim William” dedi. İkisinden de yükselen “Memnun oldum” sesleri altında el sıkıştılar. Indis huzur dolu bir gülümseme takındı. Rahatlamıştı, işte sonunda tanışmışlardı. William’ın Profesör Mythill’i dansa kaldırması gerektiğini söylemesinin ardından ‘keyfine bak’ dercesine bir işaret yaptı. Onlar dans pistine doğru yürürken Chris’e döndü ve “Sence nasıl biri?” diye sordu merakla. Anlaşılan Chris ondan pek hoşlanmamıştı bu tüm hareketlerine yansıyordu “Bilmem, tanıdıkça göreceğim” dedi. Indis gülümseyerek “Onu çok seveceğinden eminim” diye yanıtladı genç büyücüyü.
En son Indis Oak J. Engelbert tarafından C.tesi 30 Ağus. 2008, 10:56 tarihinde değiştirildi, toplamda 3 kere değiştirildi | |
| | | Indis Oak J. Engelbert
Ruh hali : Mesaj Sayısı : 586 Yaş : 32 Kan statüsü : Safkan Galleon : 11935 Ekspresso Puanı : 0 Kayıt tarihi : 03/08/08
| Konu: Geri: - Maskeli Balo - C.tesi 30 Ağus. 2008, 09:42 | |
| “Onu çok seviyor olmalısın?” bu Indis için soru bile değildi, elbette onu çok seviyordu. İlk gördüğü günden beri ona sonsuz bir güven duyuyordu, diğer insanlarda bulamadığı bir şeydi bu. Annesinde bile.. Hayatında onu anlayabilen yegâne insanlardandı. “Kesinlikle!” dedi duygulu bir tonda. “Benimle dans eder misin?” dedi kibarca Indis gülümsedi “Çok sevinirim.” Ve Chris’in girmesi için büktüğü kolunun boşluğuna elini yavaşça koydu. Doğruca dans pistine ilerlediler. Indis tahmininde yanılmamıştı, pist oldukça kalabalıklaşmıştı. Chris, genç cadının belini sıkıca kavradı. Indis bir elini onun elinin üzerine koyarken, diğerini omzuna koydu. Ve müziğe göre ileri-geri giden adımlarla dansa başladılar. Indis doğrudan çocuğun yemyeşil olan gözlerine bakıyordu. Bir dakika bile gözlerini ondan ayırmaksızın…
Dansları tüm romantikliğiyle devam ederken işitilen tanıdık bir ses onları böldü “Eş değişimine ne dersin Chris. Bu güzel meleği senden bir süreliğine çalıp, bu destansı tanrıçayı senin kollarına bırakabilir miyim?” çocuğa cevap hakkı tanımadan Indis’i kollarından çekip aldı. Indis belini saran daha güçlü kolları hissettiğinde biran irkildi, yaptığı bu emrivaki hareket hiç hoşuna gitmemişti, ama olan olmuştu bir kere! Dansın keyfini çıkartmaya bakmalıydı. Yine William’ın ona yönlendirdiği bir iltifata karşılık olarak gülümsedi ve “Merlin aşkına William! Şunu keser misin? Seni gayet iyi tanıyorum dolayısıyla bu iltifatların benim için hiçbir anlamı yok” diye yapıştırıverdi. William kardeşinin bu hazır cevaplılığına gülmekle yetindi. “Nereden çıktı bu dans?” dedi sesindeki kinaye belliydi. William’dan gelen umursamaz cevap üzerine gözlerini devirdi.
"Bu gece Profesör Mythill ile olacağını hiç düşünmemiştim” dedi muzipçe William’dan gelen cevapla birlikte sözlerini şöyle devam ettirdi “Hogwarts’tan başka bir profesör ile geleceğini düşünmüştüm” muziplik peşinde olduğu her halinden belliydi, William’ın Indis’in kimden söz ettiğini bildiğine adı gibi emindi. Ama o, bunun tam aksini iddia etmişti, bunun üzerine Indis konuyu kapattı ve can alıcı soruyu sordu. Ancak aldığı cevap beklediği gibi olmadı. Chris’in aksine William her şeyi ‘pat’ diye söylerdi. Kimi zaman bu durum bir avantaj olsa da kimi zaman rahatsız edici de olabiliyordu. Ve şuanda oldukça rahatsız ediciydi, patavatsızlığa vuran bu açık sözlü hali.. Sonra birden başka bir konu açıverdi “Bu kadar ilgili olduğunu bilmiyordum” dedi alayla ve ekledi “Dün görüştük, gelecek diye biliyorum ama hiç görmedim” William’ın aksine o Charlie'yi oldukça severdi ve iyi geçinirlerdi. Sonuçta bunca senedir bir arada yaşamış ve öz kardeş olduklarını sanmışlardı William’sa tanıdığı ilk günden beri ondan nefret ediyordu.
William’ın Chris ve Profesör Mathilda’nın olduğu yöne doğru bakıp söyledikleriyle, Indis’te kafasını o yöne doğru çevirdi. Chris oldukça sıkıntılı bir şekilde dans etmeye çabalıyordu. Profesörle arasında bir insanın geçebileceği kadar büyük bir boşluk vardı ve onunla konuşmak bir yana dursun suratına bile bakamıyordu. Yalvaran gözlerle Indis’e yönelttiği bakışları gördü ve gülümsemekle yetindi. William’ın Chris’i bu işkenceden kurtaracağını salık vermesi üzerine yeniden kalbini hızlıca çarptıran o çocukla dans edebileceğini düşünerek rahatladı. Kendini William’ın kollarına bıraktı ve ustaca bir şekilde onların yanına gittiler. İyice yakınlaştıklarında William Mathilda’yı geri almak istediğini beyan etti ve Indis’i Chris’e bırakıp Mathilda ile dans ederek oradan uzaklaştı. Chris’in o ‘hoş’ kokusunu duyumsadığında kendi kendine gülümsedi. Yeniden onunla dans etmeye başlamıştı. Ve Chris Mathilda’da olanın tam tersine sadece Indis’e bakıyordu ve soluk alıp verişlerini duyabilecek kadar yakın dans ediyorlardı. Chris “Sonunda!" dedi, bu söylediği tek kelime bile ne kadar büyük bir huzursuzluk duymuş olduğunu anlatmaya yeterdi. Indis onun bu haline gülmeden edemedi ve Chris “Gülme, cidden çok feciydi!” dedi başını büyük bir beladan kurtarmışçasına. Bir profesörle dans etmek Chris’e öylesine çılgınca geliyordu ki fikri bile kan ter içinde kalmasına neden olabilirdi ve o az önce bu fikri hayata geçirmişti. Ne kadar zorlandığını tahmin edebiliyordu “Üzgünüm” dedi kısık bir sesle ardından dans etmeye devam ettiler. Kısa bir süre sonra Chris “Pistten indiler, ara vermiş olmalılar” dedi ileriyi göstererek, Indis o yöne bakıp masalarına doğru ilerleyen profesör ve William’ı görerek onayladı.
Çalan hafif müzik ve Chris’le dans ediyor olmak ona inanılmaz bir huzur veriyordu, bu gecenin hayatının en güze gecelerinden biri olduğunu düşünüyordu. Dakikalar boyunca dans ettiler, birbirlerinin gözlerinin derinliklerinde kaybolarak… Sonunda Chris, Indis’in omzuna koyduğu elini tuttu ve indirdi. İki eliyle kızın sağ elini kavradı ve “Benimle gelir misin?” dedi, ama cevabını beklemeden kızı tuttuğu elinden sürükleyerek hızlı adımlarla pistten indirdi “Chris, nereye gidiyoruz?” hızlıca yürüyen çocuğun onu balo alanının dışına doğru götürmeye başladığını görünce sormuştu bu soruyu, neler olduğunu anlayamıyordu. Chris’in ateş gibi yanan elinin sıcaklığını hissederken içindeki mutluluk duygusunun daha da büyüdüğünü fark ediyordu “Şşşt.. Soru sormak yok, sadece gel.” Nefes alıp verişleri hızlanmışken hala Chris’in peşinden koşar adımlarla gidiyordu. Nereye gittiklerini merak ediyordu, bu alanda onu nereye götürebilirdi ki?
Balo alanı ve kalabalığın tamamen dışına çıkmışlardı, gittikleri yön karanlık ve ürkütücü görünüyordu. Indis kafasını çevirip arkada kalan aydınlık alana baktı, içinde koşarak oraya geri dönmek gibi büyük bir dürtü vardı ama elini kavrayan eli bırakamıyordu, istese de yapamıyordu bunu. Sonunda durduklarında Indis kalbini deli gibi attığını hissetti bu biraz korkudan, biraz heyecandan biraz da hızlı tempo yürümekten kaynaklanıyordu. Çevresine bakındı, etraflarında birkaç görkemli ağaç vardı, yemyeşil çimler burada da devam ediyordu. Issızdı, kimse yoktu ama balo alanında çalınan yüksek sesli müzik dalga dalga buraya da ulaşıyordu, tabi oldukça hafif gelse de… Sadece dolunay ve yıldızların ışığı ile aydınlanıyordu.
Chris, genç cadının tam karşısında durmuştu ve gözlerinin parlaklığı bu karanlıkta bile seçilebiliyordu. Elini yavaşça asasına götürdüğünü gördü, daha sonra Indis çocuğun “Orchideous” diye fısıldadığını işitti. Ve asanın ucundan bir demet çiçek çıktığını gördü. Çocuk çiçekleri eline aldı ve Indis’e uzattı. Indis çiçeklerin baş döndürücü kokusunu duyumsarken gülümsedi ve “Teşekkürler” diyerek çiçeği eline aldı. Arından demeti burnuna götürdü, böylece bu kokuyu daha çok içine çekebilecekti. Kendisine yakınlaştırdıkça çiçeklerin birbirinden güzel renklerini de seçmeye başladı. Pek çok canlı renkten çiçek vardı ve çok güzel görünüyorlardı.
Indis şaşkınlıkla olanlara bir anlam vermeye çalışırken kendisine uzanan eli fark etmesi gelen sesin ardından oldu “Bu dansı bana lütfeder misin?” Chris bu kez önünde hafifçe eğilmişti, kolu Indis’e doğru uzanıyordu, kafası yerdeydi. Bir kraliçeyi dansa çağıran bir şövalye izlenimi uyandırıyordu. Indis çocuğun uçuşan sarı saçlarına bakarak “Elbette” dedi. Çocuk doğrularak kalktı, çabuk bir el hareketiyle asasını salladı ve Indis’in duyamayacağı kadar kısık bir sesle bir şeyler fısıldadı. Indis ne yaptığını anlamaya çalışırken aşağı doğru süzülen altın baloncuğa baktı ve kafasını kaldırdığından gökten süzülen onlarcası daha olduğunu gördü. Şaşkınlıktan ne yapacağını bilemez haldeyken Chris onu nazikçe kendine doğru çekti. Bu kez tamamen birbirlerine yaslanarak dans ediyorlardı. Indis kafasını çocuğun göğsüne dayamıştı ve çocuk Indis’i sımsıkı kavrarken gülümsüyordu. Uzaklardan gelen müziğin eşliğinde, gökten süzülen onlarca altın baloncuğun altında sadece birbirlerini hissederek dans ediyorlardı Oldukça romantik bir kare çizmişlerdi ve Indis bu anın asla bitmemesi için Tanrı’ya yalvarıyordu… | |
| | | Angelina Voleta Anderson
Ruh hali : Mesaj Sayısı : 590 Yaş : 32 Kan statüsü : Safkan Galleon : 12202 Ekspresso Puanı : 1 Kayıt tarihi : 08/03/08
| Konu: Geri: - Maskeli Balo - C.tesi 30 Ağus. 2008, 22:42 | |
| Sonunda hazırlanabilmişti. Muhteşem maskeli ablo için saçlarını beyazımsı bir sarıya boyamıştı. Toz pembe ; dantelli mini bir elbise vardı üzerinde. Salık bırakılmış saçları, uçlarına doğru hafiften su dalgası efekti verilmişti. Göz makyajı her zaman ki gibi siyah-gri tonlarda idi. Bileğinde ise annesinden yadigar kalan gümüş bir bilezik bulunmaktaydı. Ayaklarındaki o muntazam siyah - pembe renkte olan topuklu ayakkabıları elbisesini tam olarak tamamlamış bulunuyordu. Son bir kez aynada kendini izledi ve bu muhteşem güzelliğinin etkisine bakalım kimler kapılacak diye düşünerekten kendi kendine göz kırptı. Baloda en çok görmek istediği arkadaşı ise Emily idi. Onunla uzun süredir görüşemiyorlardı ve onu inanılmaz bir derecede özlemişti. En azından onunla eğlenebilirdi.. Nedense vaktini onunla geçirirken o kadar çok eğleniyordu ki , saatlerce bile dursa hiç sıkılmıyordu. Zaten son yaşadıkları o ilginç macerayı hala aklından çıkarabilmiş değildi. O garip ejderha yavrusunu unutmamıştı ve getirdiği lanetleride tabiki. O sinir bozucu ejderha yavrusu resmen annesinin ölümüne sebep olmuştu. Bunun içinde ömrü boynca vicdan azabı çekecekti. Daha fazla duygusallaşmayı istemiyordu ve bu yüzden aklındaki bu düşünceleri dağıtmak istercesine her zaman kullandığı papatya ve gül karışımı kokusunu alıp üzerine sıktı. Bu koku artık Angelina' yı temsil ediyordu. O kadar alışmıştı ki başka parfüm kullanamıyordu adeta.
Masada duran küçük gece çantasınıda alıp ortak salona indi. Tam o sırada tanımadığı bir kız ona doğru yaklaşıp " Çok güzel olmuşsunuz. " demişti. Angelina , kızı şöyle bir süzdü. Bakıldığında; yaşca Angelina' dan küçük görünüyordu. Angelina kıza tatlı bir gülümseme belirttikten sonra narin bir ses tonuyla konuştu, " Ah.. Mersi canım, biliyorsun ki o büyük maskeli balo bu akşam ve ben onun için hazırlandım. " Görünüşe bakılırsa o kızda hazırlanmıştı fakat Angelina kadar güzel göründüğü pek söylenemezdi. Ortam sessizleşince bir anda sıkıldığını fakr etti ve bir an önce kızdan kurtulmak istercesine mırıldanarak bir sağa bir sola doğru bakınmaya başladı. Karşısındaki kız ANgelina' nın öfleyip pöflediğini fark edince " Pardon, ben seni tutmayayım iyi eğlenceler. " diyerek yanından ayrıldı. Angelina aslında sonrada biraz üzülmüştü. Kızı kırmak istememişti ve her ne kadar istemesede fark etmeden kızı kırmıştı.
Zaten hiç bu huyunu sevmiyordu ya.. Kendini karşısındakilerden üstün görmek.. Kendini beğenmiş tavrılar, havalar her zaman karşısındaki şahısı incitiyordu. Daha sonradan hep pişman olsa da sonuçta iş işten geçmiş oluyordu. İşin en kötüsüde Angelina asla özür dilemezdi. Küçüklüğünden beri , özür dilemeyi kendine yakıştıramazdı .. Her zaman özür dilemenin; eziklere ait bir davranış olduğunu düşünürdü. Ve hep bu yüzden yaptığı her kötü davranışın sonucunda pişmanlık duygusunu tadardı. Maskeli baloda o kızla karşılaşmayı hiç istemiyordu daha doğrusu ömrü boyunca bir daha onu görmese daha iyi olabilirdi. Çünkü ona bakacak yüzü kalmamıştı. Kızı tanımasada içini kaplayan suçluluk duygusu ona yetiyordu hatta artıyordu bile. Ama hiç bir zamanda bu kötü özelliği değişmeyecekti. Bunun içinde daha fazla oturup, kara kara düşünüp kendini yıpratmaya değmezdi. Dakikalar hızla geçiyordu ve balonun başlamasına her dakika sonrasında biraz daha az zaman kalıyordu. Bir an önce Hogsmeade' e gitmeliydi. Koşar adımlar ile oradan ayrıldı.
Aradan bir kaç dakika geçmesine rağmen Angelina Hogsmeade' e varabilmişti. Attığı adımlar hızlandıkca sanki ayakkabılarının topukları kopacakmış gibi oluyor, içini değişik bir his kaplıyordu. Bu yüzden de gittikce hızlanan adımlarını birden bire yavaşlatmıştı. Ayakkabılar yer ile temas ettikce - tıkırt tıkırt- diye sesler çıkıyordu. Bu onu daha da kadınsı göstermişti. Sonunda araziye gelebilen Angelina çoğu kişinin şimdiden oraya doluştuğunu gözlemledi. O anda yüzünde sinsi bir gülümseme belirtip bir süre etrafına bakındı. Kendini toparladıktan sonra üstünü silkip oraya doğru yürümeye başladı. Rüzgarın hafif meltemiyle dalgalanan saçları göz kamaştırıyordu.. Geçtiği yerlerde bıraktığı papatya kokusu herkesi etkisi altına alıyordu sanki.
Sonunda oraya varmıştı. Her şeyiyle tam takım olduğunu hissediyordu.. Minik toz pembe renginde gece çantası.. Mini bir elbise ve topuklu ayakkabılar.. İşte tam olarak Angelina' nın tarzı.. Genelde her ne kadar gothic görünsede pembe giyinmeyide severdi. Dalgın falgın etrafına bakınmaya devam etti.. Gözleri fıldır fıldır çevreyi süzmekteydi.. Bakalım bu muhteşem gecede neler olacaktı? | |
| | | Stefania Valérie Bécaud Seherbaz
Ruh hali : Mesaj Sayısı : 684 Yaş : 30 Kan statüsü : Safkan Galleon : 12067 Ekspresso Puanı : 3 Kayıt tarihi : 28/05/08
| Konu: Geri: - Maskeli Balo - Paz 31 Ağus. 2008, 03:33 | |
| “Çirkin çiçeklerle dolu katil bahçelerinde dolaştım. Dalgındım. Bıçak sırtı yaşamalarım, penceresizliğim ve öksüz düşlerim vardı ceplerimde. Uğultusuzluğumu özlemiştim. Hala bir ceylan ağlıyor içimde, hiç yoktan vurulan. Senin şehirlerin uyurken benim gözlerimi bıçakladılar, kör bir balıkçıyım şimdi. Denizlere sarılıyorum, hiç görmediğim vapurlara el sallıyorum. Rüyalarımda yaşlanmıyor. Kaybolan eylül gemilerimi, sonbahar sesiyle çağırsam gelir mi? Ah vurulası yüreğim, süpüremedin kapından yalnızlığı, örselenmiş paslı yüreğim... Ellerim yumuk, orman karanlıkları omuzlarımda ve ardından ağlayan ezgisiz türkülerdi gözlerim, senin gözlerinin pusuna saklanıp, senden kalan bu yıkıntılar arasında bizi büyüten ellerini aradım, öpülesi ellerini. Susuşlara prangalı değil, kanlı düşler kuyusunda ölüm çığlıkları atabilir, gözyaşı göllerinde durulanmalar vaktinden geliyorum! Sonunu hep unuttuğum dilsiz şarkılarım vardı ağlatan, inleten. Şimdi o şarkılar beni unuttu. Ama sen yine de biriktir gözyaşlarını. Belki bir gün tutuşturur seni bensizlik, belki bir gün sende beni ağlarsın.” *
Gece tüm bunaltıcılığı ile devam ederken gözlerinden akan yaşlar mırıldandığı cümleler eşliğinde, içinde kopan fırtınayı gözler önüne seriyordu. Hıçkırıklara boğulmayı, uyuyan insanlara aldırmadan haykırmayı istiyordu; ama ne fayda. Isırdığı, gözyaşlarıyla ıslanmış dudakları arasından nemli mırıldanmalar eksik olmuyordu. Babasını düşündükçe içi burkuluyor, geçmiş zihninde yeniden canlanıyordu. Ondan kendine kalan her parçayı teker teker atıyordu içinden, günler geçtikçe. Koparırken onları acıyan canını hiçe saymalıydı istediği sonuca ulaşabilmek için. İntikam ateşiyle kavrulurken kalbi, şimdi unutma seçeneğini tartıp biçiyordu. Gözyaşları yanaklarından aşağı süzülürken kalbine de damlıyordu. Orada yanan nefret alevine düşen her damla işe yarıyordu sanki. Her şeye rağmen emin olamadığı duyguları dört bir yanından saldırmıştı ona, kafasını her kaldırdığında babasının hayaleti çıkıyordu karşısına. Kararsızlığına lanetler okurken ellerinin tersiyle gözyaşlarını silmişti. Başını yastıktan kaldırıp yatakta doğruldu. Dizlerini kendine çekip kollarını doladı belli belirsiz sallanırken. Mermer zeminde gezinen gözlerini pencereye sürüklediğinde ışıl ışıl yıldızların parlaklığına kafa yoracak halde değildi. *Affetmek hayata devam etmektir.* Yaklaşık birkaç gün önce okuduğu bu söz, ona kendi hayatını anımsatıyordu. Devam edebilir miydi gerçekten hayatına? Dudağında gülümsemenin, gözlerinde ışıltının, ağzında namelerin eksik olmadığı Stefania uzak görünmüyordu. Işıldayan yıldızlara bakmayı hak etmediğini düşündüğü buğulu bakışlarını, onlara bir daha bakmamak için yatağına çevirdi. Sırt üstü uzanırken kapanmaya meyilli göz kapaklarını ovuşturdu, uyumayı sevmeyen çocuklar gibi sabahlama isteği duydu içinde. Belki de kâbus görmekten, daha sonra sığınacak bir anne-baba yatağının olmadığını bildiği için… Sarı saçlarının annesi tarafından taranmasını, evlerinin büyük bahçesinde gezinirken yağmurun başlamasıyla babasının ona sarılarak daha fazla ıslanmaması için eve götürmesini, abisiyle birlikte anne ve babalarının yatağının üzerinde delilercesine zıplamayı özlemişti. Ailesinden herhangi birine küstüğünde dudağını büzerek, kaşlarını çatarak saatlerce evde dolanmayı ve daha sonra gıdıklanma krizine yakalanıp aile olmanın keyfine varmayı özlemişti. Aile olmak… Geçmişte yaşanan güzel anlar hatırına kötü anları hafızasından silmeyi, unutmayı deneyemez miydi? Bunu babası için değil, sadece ve sadece kendisi için yapmayı beceremez miydi? *Affetmek ve unutmak, iyi insanların intikamıdır.* Sorularla, anılarla boğuşurken gözlerinin kapandığının farkına bile varamadı. Unutmayı, affetmeyi ve güzel rüyaları umarak derin bir uykuya daldı.
“Hey, o elindeki boya kalemi değil!” Yaz sıcağının bunaltıcılığında kulaklarına dolan bağırışlarla göz kapaklarını araladı. Terlemiş tenine belli belirsiz üfledikten sonra birkaç saniye boyunca esnedi. Etrafında koşuşturan kızların tuhaf bir yaratık görmüş gibi bakan bakışlarına aldırmadan bir süre yatakta öylece uzandı. Gece boyunca cevap vermek için enine boyuna düşündüğü sorular geldi aklına ve anında bir gülümseme oturdu dudağına. İlk adımı atmışa benziyordu, geceki perişan halinden eser kalmamıştı. Bir süre etrafındaki telaşın, koşuşturmanın nedenini düşündü. Sihir Bakanlığı’nın Hogsmeade arazisinde verdiği maskeli baloyu hatırladığında ani bir hareketle yatağında doğruldu. Ayakuçlarında duran pikeyi bir şekilde başarıp bacaklarına dolayınca ayağa kalkamadan yeri boyladı. Uzun zamandır bu şekilde uyanmamış olmasına şaşırarak bacaklarını pikeden kurtardı. Baloda giyeceği elbiseyi küçük dolabından çıkardığında denemek istemediğini fark etti. Baloya gitmeden birkaç saat önce hazırlığına başladığında giyecekti sadece. Elbisesini aldığı yere koyarak hemen pijamasından kurtuldu. Cüppesini üzerine geçirdikten sonra koridorlarda neler olup bittiğini görmek için bağırışlar kopan yatakhaneden bir an önce ayrıldı. Zamanın nasıl geçeceğine dair bir fikri olmasa da balo için koşuşturan insanları izlemenin zevkli olacağına kanaat getirmişti. Adımlarını atarken aralarında fısıldayarak konuşan karşı karşıya bir kız ve bir erkek grubu dikkatini çekti. Kızlar en aptal gülümsemeleri ile bakınıyorlar, erkekler ise ağızlarından sular akarcasına kızları süzüyorlardı. Stef, her iki gruba da iğrenerek bakınırken aniden bedenini yerde buldu. Birkaç saniye sonra kendine gelebilmişti, kafasını kaldırdığında kendisine elini uzatan Marko ile karşılaştı. Düştüğü yerden aniden sıçradığında dağılmış saçını düzeltti, tozlanmış cüppesini temizledi. Marko hala yanındayken sinirle bağırdı. “Önüne baksana sen!” Marko değişmiş yüz ifadesiyle bakınırken Stef suçlu bakışlarını yere indirmişti. Gülmesini engellemek için dudaklarını ısırırken biraz önce iğrenir bakışlarına maruz kalan iki grup şaşkınlık ve ilgiyle çarpışan iki çifte bakıyordu. “Bana çarptığın iyi oldu, ben de seni arıyordum. –biraz durakladıktan sonra- Benimle baloya gelir misin diye soracaktım.” Stef’in suçlu bakışları, şaşkın bakışlara dönüşüp Marko’ya dikilmişti. Karşısındakinden saçma sapan bir şey duymuş gibi bir yüz ifadesine bürünürken kahkahalı birkaç kelime çıkmıştı ağzından. “Baloya John ile birlikte gittiğimi tüm okul biliyor diye sanıyordum.” Marko, Stef’in sözlerinden sonra bakışlarını yere sabitledi. Stef ise kollarını kavuşturmuş, Marko’nun sözlerini bitirmesini bekliyordu. Daha gidip balo öncesi keyfini bulabilmesi için birkaç kavgaya karışacaktı. Düşüncesini normal bir insan açısından değerlendirince saçmaladığını fark etti ve farkında olmadan kahkaha attı. O sırada da Marko değişmiş bakışlarının ardından konuşmuştu. “Ben de biliyordum; ama şansımı denemek istedim. Her neyse size iyi eğlenceler.” Stefania az önce attığı kahkahanın yanlış anlaşıldığını tahmin ederek şakasına koluna vurdu. “Ben orada sana bir veela bulurum. Duyduğuma göre Beauxbatons’ta oldukça güzel kızlar varmışşş.” Yerinde bir kahkaha atıp göz kırptı. Marko’nun da yüzünde durumundan memnun bir ifade oluşmuştu. “Hadi bakalım, ben gidiyorum.” Arkasında dostunu memnun bırakarak adımlarını atmaya başladı. Arkasına dönerek kendisini izleyen iki gruba laf atarak adımlarını ileri yönde sıklaştırdı. Dışarı çıkmayı istese de o sıcakta nasıl bunalacağını tahmin edebiliyordu. Dudaklarını büzerek adımlarını kütüphaneye yöneltti. Belki babasına bir mektup yazar, belki de kitap okurdu.
“Bu mektubu okuyamayacağını bile bile yazıyorum. Belki de bunları, yazarak kendime kabul ettirmeye çalışıyorum. Seni affettim, unuttum baba. Geçen günlerden sonra kendime hatırlama gibi bir kötülüğü yapamayacağımı anladım. Ben kötü değilim. Ben senin gibi değilim. Affetmek ve unutmak, iyi insanların intikamıdır. Ben iyi insanım baba. Annemin ölümüne sebep olduğunu unutabilecek kadar güçlüyüm ben. Bunu kendime kanıtlayacağım ve kanıtladığım ilk an seni yendiğim an olacak. İntikamımı senin bedenini öldürerek değil, ruhunu paramparça ederek alacağım. Yok etmeyeceğim seni; çünkü benim geçen her an çektiğim acıyı senin de çekmeni istiyorum. Unuttum baba, her şeyi unuttum. Bir gün karşıma çıkacak yüzün olduğunda -ki asla olmayacak- bu sözleri senin gözlerinin içine bakarak söyleyeceğim. İşte o zaman benden çaldıklarını senden geri almış olacağım. Beni, benden çaldın baba. Ben de, seni çalacağım, bunu unutma…”
* Alıntıdır.
En son Stefania Valérie Bécaud tarafından Paz 31 Ağus. 2008, 03:46 tarihinde değiştirildi, toplamda 2 kere değiştirildi | |
| | | Stefania Valérie Bécaud Seherbaz
Ruh hali : Mesaj Sayısı : 684 Yaş : 30 Kan statüsü : Safkan Galleon : 12067 Ekspresso Puanı : 3 Kayıt tarihi : 28/05/08
| Konu: Geri: - Maskeli Balo - Paz 31 Ağus. 2008, 03:34 | |
| Tüy kalemini, parşömene normalden fazla batırmış olacak ki parşömende küçük bir delik oluşmuştu. Yazdıklarının sonuna ismini eklemeyi düşünmüyordu. Baba kelimesini yazarken kalbine batan her iğnenin acısını sözlerine dökmüştü. Bu mektubun ne olursa olsun babasının eline geçmeliydi; ama babası, annesini öldürdükten hemen sonra yerin dibine girmişti neredeyse. Onu sadece rüyalarında görebilmiş, nefretini dile getirmişti. Kâbuslar son günlerinde uzaktı ona, rahat nefes almıştı dönemin başına göre. Bu dönemlerinde en büyük desteği hiç kuşkusuz John’dan almıştı. Dostluklarına 5 yıldır devam ederken ansızın aralarında doğan aşk Stef’i bir güneş gibi aydınlatmıştı. Her gece başını yastığa koyduğu zaman kim bilir hangi kâbusu göreceğini değil, bir sonraki gün John’u görebilir miyim sorularına cevap arıyordu. Annesinin ölümünü bile tek bilen John’du, başkalarına anlatmak istememişti. Ona hissettiklerinin dostluktan öteye geçmemesi gerektiğini düşünmüştü ilk önceleri. Ama gün geçtikçe onunla olan yakınlaşmaları aralarında bir aşkı doğurması kaçınılmazdı. Yine meraklı ve maceracı Stef geri döndüğünde onu annesinin ölüm haberi bile durduramamıştı. Onun kanayan yaralarını saran bir insan duruyordu hep yanında, vazgeçmeden. Eski neşesine kavuşmasına yardımcı olmuş, eskiden yaptıkları gibi meraklarına yenik düşerek yeni maceralara yelken açmışlardı. Ejderha Çiftlikleri’ne gidişleri, iki köpek ile başa çıkmaları, Stef’in bu maceradan yaralı olarak ayrılması aşklarına doğru ilerleyen yoldu. Hastane Kanadı’na giderken hemen yanı başındaki John’a olan hislerine yenik düşecek kadar güçsüzdü. Gece ilerledikçe tüm hücrelerine sinen duygular reddedilmeyecek kadar güçlenmişti artık. Öyle de oldu, Stef’in ağzından çıkan cümleler yıllardır hissettiği duygunun ne olduğunu gayet açık ortaya dökmüştü. Karşılığında aldığı o sıcak öpücüğü hafızasının en derin köşesine kazımıştı adeta.
Dudaklarındaki sıcaklık sönene kadar John’un hayatına nasıl girdiğini, dostluklarının ilerleyişini ve bunun yanında bir aşkın doğuşunun hayatını ne kadar renklendirdiğini düşünmüştü. O günden sonra da dostluklarına ve aşklarına bir zarar gelmeden devam etmişlerdi. Kalbinin ilk defa heyecanla, mutlulukla atmasının en büyük nedeniydi John. O yanında olduğu sürece güçlü ve mutlu olacağına da inanıyordu. Sihir Bakanlığı’nın Hogsmeade arazisinde düzenlediği Maskeli Balo’ya da onunla birlikte gidiyordu. Dans dersleri dışında onunla dans etmişliği yoktu; ama gecenin harika geçeceğine öylesine emindi ki. Yaz tatillerinde de aldığı dans dersleri de ona bu gece yardımcı olacak gibi görünüyordu. Elindeki tüy kalemi bırakarak parşömen kağıdı dörde katladı. Cüppesinin cebine atarak hızla kütüphaneden ayrıldı. Yatakhaneye gidip akşamki baloda neler giyeceğine bir baksa fena olmayacaktı. Yatakhaneye girdiğinde birçok kızın telaşla koşuşturduğunu, diğerlerinin ise aynaların karşısına geçip makyaj yaptığını gördü. Birbirine pudra sürmeye çalışan iki kızın yanından geçerken pudranın tozları burnuna kaçmış ve Stef’in hapşırmasına sebebiyet vermişti. Sinirlenmesine rağmen ses çıkarmadan yatağına doğru ilerledi. Küçük dolabından baloda giyeceği beyaz elbiseyi özenle çıkarttı. Şimdi giyse sorun olmazdı; çünkü neredeyse tüm kızlar kostümlerini giymişlerdi. Hazırlandığında aynanın karşısına geçti. Abisinin ve sevgilisinin aldığı beyaz elbise gayet hoş durmuştu üstünde. Bukleler halinde omuzlarından aşağı dökülen altın sarısı saçları gözlerinin maviliğini daha da ortaya çıkartmıştı. Arkasına döndüğünde neredeyse kendisinden 4 yaş küçük bir kız çocuğu kendisine hayranlıkla bakıyordu. Beğenilmek hoşuna gitmiş olacak ki yüzünde kocaman bir gülümseme oluşmuştu. Ger kalan zamanını kitap okuyarak geçirmeye karar verdiğinde elbisesi bozulmayacak bir şekilde yatağına oturdu ve eline gelen ilk kitabı okumaya başladı.
Hogsmeade arazisine yola çıkmalarının zamanı gelmişti. Yatağından kalkarak yatakhane kapısının önünde oluşmuş kalabalığa karıştı. Gözleri Lily’yi ararken, onu hemen yanında bulmuştu. Hiç konuşmadan birlikte çıkarken Ravenclaw Ortak Salonu’nda tüm Ravenclawlı’lar toplanmıştı. Stef, Lily ve Johnny’nin yanında ilerlerken ikisinin de birbirine çok yakıştığını düşünüyordu. Elbisesinin eteklerini çekiştirerek yürürken etrafındakilerinin kostümlerini inceliyordu. Giriş Salonu’na gittiklerinde gözleri bu sefer John’u arıyordu. O sırada kendisine doğru yaklaşan zırhlı bir savaşçıyı andıran kostümüyle John geliyordu. Heyecanını yenmeye çalıştıkça daha da heyecanlanıyordu ve hafiften başının dönmesine sebep oluyordu. John yanında bittiğinde hiçbir şey söylememiş gülümsemekle yetinmişti. Konuşsa neler saçmalayacağını tahmin bile etmek istemiyordu. Saatler gibi geçen dakikaların ardından Profesör Derwent ve diğer profesörlerin peşlerine takılarak testrallerin çektiği arabaların bulunduğu alana gittiler. Sağ eli, John’un avucundayken etrafındaki insanları inceliyordu. Saten tozpembe elbisesi ile bir meleğe benzeyen Profesör Légende’ye hayranlıkla bakıyordu. Onun gibi kıvrak ve zarif olmayı ne çok isterdi. Öğrenciler ve profesörler arabaları doldururken Stef, huzursuzca araya bindi. Elbisesinin eteklerine basmaktan ve basılmasından hiç hoşlanmamıştı. “Bir tavşan kostümü de giyebilirdim.” John’un şaşkın bakışlarına aldırmadan geçirdiği on beş dakikalık yolculuğun ardından Hogsmeade arazisine ulaşmışlardı. Tüm öğrenciler arabalardan inip sıra olmanın yanında balo alanı incelene derdindeydi. Kapıda duran görevliye biletini uzattıktan sonra içeri girdi. Gördüğü bembeyazlık karşısında gözleri kamaşmıştı. Renk renk balonlar havada kendini belli ederken kararmaya meyilli gökyüzünü alev topları aydınlatıyordu. Dans pistinin hemen çaprazında masalar ve sandalyeler yerini belli ederken üzerlerine basıp geçtiği çimlerin rengine hayran kalmıştı. Balo alanını iyice incelemek için adımlarını yavaş atmaya çalışıyordu; ama John her zamankinden biraz daha hızlıydı. Ona ayak uydurmaya çalışırken bir eliyle elbisenin eteklerini kaldırıyordu. Böyle daha rahat yürüyeceği oldukça açıktı. Yürürken gördüğü dostları bu gecede yalnız değildi, aynı kendisi gibi. Bir süre daha yürüdükten sonra tenha sayılabilecek bir yerde durduklarında Stef heyecanı yenmiş ve rahatlamış haldeydi. John’a güzel birkaç kelime söylemeli ve sonra bugün verdiği kararı açıklamalıydı. “Hayatıma girdiğin için öyle şanslıyım ki… Babamın beni, benden çalmasına engel oldun. Hayatımı sana borçluyum bile diyebilirim. İyi ki varsın. Seni seviyorum.”
En son Stefania Valérie Bécaud tarafından Paz 31 Ağus. 2008, 03:38 tarihinde değiştirildi, toplamda 1 kere değiştirildi | |
| | | John Stewen Peterson Seherbaz
Ruh hali : Mesaj Sayısı : 813 Yaş : 32 Kan statüsü : Safkan Galleon : 12194 Ekspresso Puanı : 6 Kayıt tarihi : 15/03/08
| Konu: Geri: - Maskeli Balo - Paz 31 Ağus. 2008, 03:37 | |
| Balo günü Sabahın erken saatleri…
Sabahın ilk ışıkları usul usul bina ortak salonuna giriyordu. Loş bir karanlık halindeki gece ışıklarla ağır ağır dağılırken yıldızlar ve ay sönmeye; sabah bile oldukça parlak görünen güneşe tahtlarını bırakmaya başlamışlardı. Birkaç tane dışında pek bulut olmayan neşeli bir sabahtı. İçindeki mutluluğu doğan güneşte de görmek açık pencereden güneşin doğuşunu izleyen John’u gülümsetti. Belki ilk defa günün ışıklarını görecek kadar erken kalkmıştı. Uykusu var da sayılmazdı buna rağmen. Kalbindeki heyecan ve aşk buna tümüyle engel oluyordu. Onunla birkaç dans dersi dışında dans etmemişlerdi. Aslında dansta fena sayılmazdı ama sırf onu orada yalnız bırakmamak için derslere katılmış figürlerin birazında bilerek hata yaparak öğreniyormuş görünüp dans etmişti. Şimdiyse onunla büyük bir baloda dans etme olanağı buluyordu. Bu gerçekten muhteşem bir şeydi. Balonun adının geçmesiyle dolaşan bir çok söylenti abartıydı belki de ama muhteşem bir balo planlandığı kesindi. Gelecek olan büyük guruplar, dünyanın dört bir yanından insanlar, süslenen Hogsmade meydanı ve bakanlığın bu konuda gerçekten titiz çalışmaları bunu apaçık gösteriyordu. Annesi ve babası da öyle olacağını söylüyordu ki onlara gerçekten güvenirdi. Kesinlikle ihtişamlı ve eğlenceli bir gün geçirecekti. Öyle olmasa bile orada yüreğinin tek sahibiyle olmak baloyu zaten mükemmel bir hale getirecekti
John yüzünde hülyalı bir gülümsemeyle derin hayallerinde dolaşıyordu yine… Sadece Stefania ve kendisinin olduğu mutlu kareler gözünün önüne tek tek gelip geçiyordu. Onunla ilk karşılaştığı gün güneşin kavurucu sıcaklığını hissettirdiği bir günde sıkıcı bir alışverişin sonlarındayken her şeyi eğlenceye döndürmüştü. Hayvan evinde oldukça akılda kalıcı bir karşılaşmaydı bu. Baykuşları salmak gibi bir muziplikle uğraşan kızın o hali öylesine şirin görünmüştü ki ne olduğunu bilemeden kızın yaramazlığına yardım ederken buluvermişti kendini. Kalın tahta bloğu gıcırtılar çıkarak kaldırır kaldırmaz kimi siyah, kimi kurşuni, kimi kahverengi, kimi beyaz, yüzlerce kütle havalanıp uçmuş ve ortalığı bir curcuna kaplamıştı. hızlı bir tiyatro ile baykuşlardan korkan kalabalığa uyarak oradan ayrılmasından okulun açılmasına kadar o şirin prensesi yeniden görme umuduyla beklemişti. Nitekim öyle de olmuştu. Okulda da bulmuştu onu ve o ilk maceralarından sonra ikisinin de meraklı ve yaramaz karakteriyle bir çok belanın içine girmişlerdi birlikte. Onunla birlikte geçirdiği her gün ona daha da yaklaşmıştı. Sonundaysa onun için canını bile feda edebilecek, onsuzken içini kaplayan boşlukla yaşamayacak hale gelmişti. Her gün onu düşünürken buna dostluk diyordu ama değildi işte onu seviyordu. Bunu bu yıl ejderha çiftliklerinde köpeklerin saldırısına uğrayıp yaralı bir halde kurtulduğu gün anlayabilmişti. Yıldızların o sessiz rehberliğinde kendisinden daha cesaretli bir şekilde aşkını itiraf eden Stefania’ya cevabını o hala sıcak hissini unutamadığı öpücükle vermişti. Hep korkuyla gizlediği görmezden geldiği her şeyin aslında yavaş yavaş alevlenen bir aşk olduğu gerçeğini o gün kabullenmişti.
Derin bir iç çekişle bulutların içinde hayalini gördüğü yüze baktı. Her daim orda olan ve gerçekten çok yakışan bir gülümseme ile ışıldayan güzel bir yüz. Derinliğinde kaybolduğu bakmaya doyamadığı mavi gözler ve sarı saçlar da hayranlık uyandırıcı güzelliğine güzellik katıyordu. Bulutlardaki hayale özlemle bakarken ondan ayrı geçen her dakika hissettiği o boşluğu hissetti yeniden. Güzel gözlü masal prensesine öyle bağımlıydı ki hele o geceden sonra sık sık onla olmak için can atar onsuzken kalbinde bir acı hisseder olmuştu. Manasız bir acı… Ah zaten aşkta da anlam aramak hataydı. Aklından geçen bu düşüncelerle artık geldiği gibi ağır ağır kaybolan hayalin olduğu noktaya bakmaya devam etti. Bu sırada serin bir sabah rüzgarıyla gür saçları tel tel havalanıp düşüyordu. Biraz şiddetlenip üzerine iliştirdiği gece mavisi okul cüppesini dalgalandırmaya ve başının iki yanından hızla geçerek bu sefer soğuk bir his vermeye başladığında hayali yüz tamamen yok olmuştu. Görevi sanki onu aşkının hayalinden ayırmakmış gibi bir süre sonra yavaşlayıp dindi. John bunun üzerine biraz hüzün dolu derin bir iç geçirişle bulutları bir süre daha izlerken eklemlerini gerdirmeye başladı. Epeyce bir süredir öylece duruyor olmalıydı ki çatır çatır ötmeye başlamışlardı.
Birkaç dakika boyunca aynı hareketlerle kendince egzersiz yaptıktan sonra tam pencereyi kapatacakken bir kütlenin hızla kendisine doğru uçtuğunu gördü. Oldukça irice bir şey olmalıydı. Zira geniş bir alan kaplıyordu. Bir an aklına ejderhalar geldi ama kendi saçma fikrine güldü. Ejderhalar okula bu şekilde girmeye kalkması komik bir fikir olurdu. Tabi o karanlık lord üzerine binip saldırmıyorsa ki hemen hiçbir büyücü onlara bu şekilde hükmetmeyi başaramamıştı. Çünkü ejderhalar zeki yaratıklardı. Tıpkı aynı onun gibi destansı olan ankalar gibi. Bir ejderha olmadığına kanat getirerek kim olduğunu anlamakla geçirdiği fazla da uzun olmayan sürenin ardından kütle kendini belli etmişti. Önce görünen beyaz görüntü irice bir şey taşıyordu. Yaklaştıkça belli olan gri tüyleri de görünce onu hemen tanımıştı. İlk gördüğünden beri o tahta, cam yada kafes demiri olsun bulduğu yerde çıkardığı takırtılarla kendini belli eden, ilgiye meraklı Woody’di bu. Adını gagasını kullanması başta olmak üzere pek çok açıdan kendisine benzeyen muggle çizgi filmi karakterinden almıştı. Ağır paketleri taşırken hep zorlanırdı. Şimdi de zorlanıyor olduğu her halinden belliydi. Öyle bir uçuyordu ki sanki altındaki iri paketi bir an evvel bırakmak ister gibiydi. Birkaç kez yalpalasa ve girerken neredeyse getirdiğini düşürecek gibi olsa da kısa sürede içeri girmeyi başarmıştı.
-Merhaba Woody… Bak bu sefer seni yormadım. Ama babam yormuş epey. Baykuşun yumuşak tüylerini okşarken gülümseyerek ve uyuyanlar olduğu için biraz da fısıltıyla söylemişti bunu. Söylerken de tüyleri ağır ağır okşamaya devam etmişti. Bundan hoşnut görünen Woody gözlerini kısmış ve John’u gülümseten şirin bir görünüme bürünmüştü. Hemen bir şeylerle uğraşacağını yada uçup gideceğini düşünse de öyle olmamıştı. Yolculuk onu yormuş olmalıydı ki tutunduğu Gryffindor renkleriyle çizgi çizgi süslenmiş ranza başlığında pençelerini bir indirip bir kaldırıyordu. Bu halini gördükten sonra rahat rahat dinlenmesi için onu orada bırakarak pakete yöneldi. Gerçekten çok büyük olan paketi tutup önce bir sallandığında hafif bir tangırtı çıktı. Bunu baykuşun şaşkın ötüşü izledi. Arkasından kanat çırpışlarla Woody ortadan kaybolmuştu. Gözleri içerideki Gryffindorlarda dolaştı. Biri bir an huzursuzlukla kıpırdansa da sonunda başını kaşıyarak homurtulu uykusuna geri dönmüştü. Omuzlarını silkti ve bu sefer daha da dikkatli olmaya çalışarak kutuyu açtığında yüzünde bir gülümseme belirdi. Kuzeni Chris ile birlikte yaklaşık bir hafta önce mektup yazmışlardı. Ancak istedikleri öylesine zor şeyler olmuştu ki babasının onları bulabilmesi ancak bugünleri bulmuştu. Chris dün kuzeninin istedikleri gelirken kendisininki gelmeyince bulamadığını düşünüp bozulmuştu. Ama umutla beklemişti ki işte yüzünü kara çıkarmamıştı babası…Yüzünde neşeli bir gülümsemeyle zırhlı kıyafetin üzerindeki dörde katlanmış mektubu eline aldı.
Sevgili Oğlum John…
Öncelikle sana bir haber vermek istiyorum. Baloda pembe tuvaletini süslemiş ve başına bir taç takmış güzel bir kadın ve onun kollarındaki süslü ceket ve pelerinlere eklenen taçla krala benzemiş birini görürsen bil ki biziz. Evet yanlış anlamadın, biz de geliyoruz. Annenle o kadar hareketli çalışmadan sonra hazır izni koparabilmişken böylesinin iyi olduğunu düşündük. Hem ikinizin de şu mektupta anlattığınız sevgililerinizi görmek isteriz. Şimdi asıl meseleye döneyim. İsteklerinizi bulmam biraz zor oldu ama bir şekilde başardım. Chris’inkilerle beraber yollamayı düşünüyordum ancak istediğini yapmak için dedeni beklemekten başka çare yoktu. Bu yüzden biraz gecikti ama gene de Woody zamanında sana ulaştıracaktır. Şimdi benden prens yada asil kıyafeti istemiştin ve ben de bulamayınca dedenle birlikte bir tane yaptım. Kabul ediyorum ki işin büyük kısmı onundu... İşte onun son çılgınlığı…Holdeki zırhı ve kıyafeti hatırlıyorsunuzdur. Şu küçükken giymeye çalıştığın. Küçültülüp olabildiğince hafifleştirerek sana uygun hale getirdi.
İşte böyle… Umarın istediğiniz gibi olmuştur.
Sevgilerle…
Stewen Thomas Peterson
John mektubu yeniden katlayıp cüppesinin iç ceplerinden birine iliştirirken yüzünde şaşkınlık birikmişti. Görevlerinin yoğunluğu öylesine fazlaydı ki “İzinliyim. . bugün seninle Diagon yoluna gideceğiz” dediklerinde bile yolda ilerlerken çarpan bir adam ya da direk onları bulup kenara çeken seherbaz cüppeli birisi sayesinde onu yalnız bırakıp işlerine dönüyorlardı. Bu yüzden o sıkıcı geziyi sürekli tek başına yapmak zorunda kalmıştı. Neyse ki birkaç yıldır Chris de kendisine eşlik ediyordu. Zaten geldiğinden bu yana oldukça iyi anlaşmış ve kardeşi gibi görmeye başladığı için bu yolculuklar onla bir parça daha az sıkıcı oluyordu. Ancak yine de ailesinin bu durumu hep canını sıkardı. Şimdiyse geliyorlardı ha. *O kadar şanslılar ki orada da iş bulur onları* Neredeyse emin olduğu bir çok düşünce zihnine doluşurken onları kovalayıp başka şeyler düşünmeye başlamıştı. Kısacık bir an bile olsa onları Stefania ile görüştürmek güzel olacaktı. Kral ve kraliçe olarak gelen ailesi bakalım güzeller güzeli masal prensesini beğenecek miydi? İçinde bu merakla kahvaltı için büyük salona doğru ilerledi. Akşamı iple çekiyordu…
En son John Stewen Peterson tarafından Ptsi 01 Eyl. 2008, 23:53 tarihinde değiştirildi, toplamda 2 kere değiştirildi | |
| | | John Stewen Peterson Seherbaz
Ruh hali : Mesaj Sayısı : 813 Yaş : 32 Kan statüsü : Safkan Galleon : 12194 Ekspresso Puanı : 6 Kayıt tarihi : 15/03/08
| Konu: Geri: - Maskeli Balo - Paz 31 Ağus. 2008, 03:41 | |
| Balo vakti…
Saniyeler dakikaları dakikalar da saatleri kovalarken John’un heyecanı içinde her an daha da büyümüştü. Dakikaları bırak saniyeler bile zor geçer olmuştu zaman ilerledikçe. Hatta hemen kıyafetleri üstüne geçirip dolaşmasını engelleyen tek şey koridorlarda yada Hogwarts arazisinde vakit öldürmek adına turlar atarken görenlerin aceleciliği hakkında alaylı yorumlar yapacağından hemen hemen emin olmasıydı. Özellikle Slytherinler bunun için yer arıyor gibiydiler zaten. Şimdi sona yaklaşmanın mutluluğu ile kıyafetlerini üzerine geçirirken heyecanı iyice katlanmıştı. Yüzüne bakan herkes heyecanını kolayca anlayabilirdi. Zaten herkeste de aynı şey vardı. Dakikalar ilerledikçe herkesteki heyecan bir tartışmaya dönüşmeye başladı. Ortalık renk renk, birbirinden değişik kıyafetlerle bir panayır alanına dönmüştü. Tahtadan Gryffindor işlemeli dolapların hemen hepsinin kapısı açıktı. İçerilerde karanlık görüntülerin arasından kıyafetler gözükebiliyordu. Aynı kıyafetler dolapların üstünde önünde ve hatta yatakların üzerinde olunca büyük bir karmaşa dönüyordu. Karmaşada dağılan yataklar önemsenmiyordu bile. Kıyafetlerin karmaşasının üzerine bir de heyecanlı bir çok kişinin karmaşası ekleniyor ve bunun sonucunda büyük bir gürültü de çıkıyordu. Bir süre o gürültünün içinde kendisi ve elbisesiyle ilgilendikten sonra Charlie ve Severus ile balo hakkında yaptıkları sohbete koyularak heyecanını dindirmeye çalıştı. Her ne kadar bu, gürültüde oldukça zahmetli bir iş olsa da
İkisiyle yaptığı sohbet sırasında kendini biraz daha rahatlamış ve gülerken bulmuştu kendini. Onlar gibi bu konuda başarılı dostlarla konuşunca elbette öyle olacaktı zaten. İçindeki rahatlıkla balo kıyafetini koyduğu dolabına yöneldi. Charlie ve Severus’un yanından oraya iki adım yer olsa da curcunada oraya gitmek işkence olmuştu. Ayağına takılan yere düşen kostüm için kendinden yaşça küçük olmasa sahibi azar işitecekti. Asasıyla kırışan kıyafeti düzeltip çocuğa uzatınca bozulan şirin suratta neşeli bir sırıtış belirdi. Ona göz kırptı ve basitçe bir özür iletti. Fırfırlı geniş yakalı bordo renkli kıyafetin üzerinde iyi duracağını söyledi. Tamamen yatıştırıp kendini affettirip dönüyordu ki hafif şişmanca bir çocuk yalpalayarak üzerine doğru gelmeye başlamıştı. Son sınıflardan olan çocuk önünü bile göremez haldeydi taktığı kırmızı ve yeşil tonların hakim olduğu yamyam maskesi yüzünden. Yalpaladıkça samandan eteğe benzer alt kostümü aralanıyor yine yeşil ve kırmızı tonlardaki pantolonu görünüyordu. Üzerine gelen kütleden kaçmanın tek yolu kaçılmaktı ama çocuğun düşmesini de istemezdi. Hızla asasını çekip tılsım drsinde öğrendiği durdurma büyüsünü denedi. Ancak üçüncüde başarabilmişti iri kütleyi durdurabilmeyi ancak tam zamanında olması güzeldi. Rahatlama dolu derin bir nefes verdi.
-Merlin aşkına! Sağ salim ulaşabilecek miyim baloya? Bu işin sonunda binaca hastane kanadına kaldırılmasak iyidir… Hafif mırıldanması duyan birkaç kişinin gülmesine sebep olmuştu. Bir süre yüzünü sert tutsa da bunun zorluğu ile titreyerek aralanan ağzından, otuz iki dişini ortaya koyarcasına bir sırıtış belirdi. Sonra bunu önce gülümsemeye sonra da hızlıca ciddiyete bırakıvermişti. önünün boş olmasından faydalanarak hızla dolabına yönelip açtı ve parlak siyah zırh ile ipek kıyafetleri gülümseyerek izledi. İçinden dedesine ve babasına kaç kere teşekkür etmesine neden olacak kıyafet gerçekten oldukça güzeldi. Kenarları metalik kahverengi plaka zırhı ve kemerinde asılı kılıcıyla savaşçıya; beyaz ipekten iç kıyafetiyle prense benziyordu. Dedesi de bu kıyafetin asıl sahibi olduğu yazan büyük büyük dedesi Frederic William Peterson içinde soylu bir evin savaşçılığa merak salmış prensi olarak bahsetmişti. Anlattığı hikaye bunu sevmesini sağlayan en temel şeydi kuşkusuz. Çünkü oldukça tanımayı hatta aynı dönemde yaşamayı istediği o adam gerçekten de kendisine benziyordu. Dedesinin başarıyla süslediği hayatı da maceralarla doluydu.
Birkaç dakikayı geçmeyecek sürede öylece baktıktan sonra giymeye koyuldu. İç kıyafeti giymek oldukça kolay olmuştu. Alışmaksa biraz zaman almıştı. Çünkü bu kumaşa pek alışık değildi. İçgüdüsel bir hareketle bir süre elini ipek ve bir parça süslü elbisenin üzerinde elini gezdirdi. Gerçekten de pürüzsüz ve yumuşak bir yapısı vardı. Dolabındaki pek de büyük olmayan aynanın karşısında pek yapmadığı bir şekilde kendini izlemeye koyuldu daha sonra. Kendine aynada bir süre böyle izledikten sonra karıştırmadığı ve zırhın altında kaldığı için pek görmediği yeşil yeleğini de üzerine geçirdi. Son olarak da kahverengi plaka zırhın kilitlerini açıp ayırdıktan sonra yanındakilerden biraz yardımla zırhını üzerine geçirdi. Gözlerini yeniden aynadaki görüntüsüne çevirdi. Kıyafet gerçekten ona hep olmak istediği eski dönem insanlarının havasını vermişti. Kahverengi zırh da kıyafetler de üzerine cuk oturmuştu. Hafifçe şekillendirilmiş saçları da her şeyi tamamlamıştı. Arkadaşların biraz hayranlık dolu bakışlarına gülümsemeyle karşılık verdi. Bu şekilde olmayı sadece ve sadece Stefania için istemişti. Prensese layık olabilmek için prens olmaktı bu ki o okul formasıyla bile gitse bir şirin bir masal prensesiydi gözünde. Hep de öyle kalacaktı.
Kendi kıyafetine hayranlıkla bakarken aklından Stefania ile ilgili anılar geçmekte kalbindeyse aşkın yangınları tütmekteyken tek bir şey bunların hepsinin solmasına neden olmuştu. Gülümsemesinin yerini alan kaş çatışlarla kızıl saçlı kendisinin şu anki haline bir parça benzeyen ve böbürlenen sözleriyle nefretini her diğerleri gibi kazanan portreye baktı. İçinde bir öfke kabararak yükseliyor gözlerinden adama akıyordu. Elbette ona bir şey yapmayı düşünmüyordu. Onun da bundan dolayı kendisinden çekineceğini sanmıyordu. ancak bir nebze olsun kendisini anlatabilmeyi umuyordu. Portrenin umursamadan devam edişiyse sinirlerini iyice hoplatmıştı. Derin bir nefes aldı ve gözlerini kapatıp başını arkaya yatırarak aynaya döndü yeniden. *Aptal bir portre seni gösterdi diye geceni ziyan etme… Bunlarla uğraşacak vaktin yok* Kendini telkin ederek geçen birkaç dakikanın ardından gözlerini açtığında yatışmıştı. Yüzünde yeniden bir gülümseme belirmiş ve diz kırarak saçlarında son düzenlemelerle ilgilendi. Bir süre de bununla vakit geçirirken gözlerinin sürekli kaydığı kuzenine vakti hatırlatan bakışlar atmaya başlamıştı. Giyeceği kıyafet çok zor değildi kendisininki gibi ama her şeye rağmen o da acele etmeliydi. Bakışlarıyla uyarılan Chris giyinmeye başlarken gülümsedi. Kendi hazırlığını tamamlayıp giderken de ona bir göz kırpış fırlatmadan edemedi.
Uzun ve loş Hogwarts koridorlarında da ortak salondan pek farksız bir karmaşa vardı. Birbirleriyle dolanmış çiftler, oralarda bile kıyafetlerinin derdine düşenler, heyecanla yerinde duramayanlar ve gerginlikle yaşanan tartışmalarla klasik bir curcuna vardı. Loş ışıkların içinde kostümlü öğrenciler rengarenk görüntüler biraz mat ama gene de yaklaştıkça belirgin duruyorlardı. Daha sonra gözünün önünden süslenmiş ve kıyafet değiştirmiş halleriyle kendisin biraz şaşırtan profesörler gözüne ilişmeye başlamıştı. Profesörler bile bu baloya önem vermiş ve özenle hazırlanmışlarsa gerçekten büyük ve görkemli olmalıydı. Hayallerini karşılaması John’u daha da gülümsetmiş ve rahat bir tavırla gitmeyi bekleyen kalabalığın bulunduğu alana getirmişti. Kalabalığın arasında gözleri Stefania’yı ararken bu epeyce zor görünüyordu. Giyeceği elbiseleri az çok anlattıklarından bilse de bu kalabalık içerisinde bulmak epey zor olmuştu. Gördüğü ilk sarışının İndis olduğunu kendisini fark etmeyen Chris sayesinde tanımıştı. Gerçekten uyumlu ve güzel duruyorlardı. Onlardan ayrılıp ilerlerken birkaç Slytherin ile karşılaşmış onları da tavırlarından tanımıştı. En sonunda da karşısına çıkmıştı.
Yüzüne bir gülümseme yayılırken kalp atışları hafif hafif hızlandı. İçinde aşk dolu duygular uyanırken bakışları donuklaşmıştı. Yüzüne yerleştirdiği gülümseme ise yavaş yavaş büyümüştü. Heyecanı adımlarına yansımışçasına hızlandı ve herkesi hızla yararak yanına kadar geldi. Belki uzunluğunun alışık olmayanlara sorun olmasının dışında gerçekten onu mükemmel gösteren beyaz bir elbise giymişti. Onun ipeksi elini tutarak ilerlemeye koyuldu. İkisinin heyecanı ile sessiz bir şekilde ilerleseler de gözlerinde aşkın parıltısını görmek zor değildi. Zaten onları kelimelerden çok gözlerin tutkulu büyüsü birbirine bağlamıştı. Chris’ten öğrendiği kadarıyla ata benzeyen terstal denen yaratıklar tarafından sürülse de göremediğinden sürücüsüz gibi duran arabalara bindiğinde Stefania’nın söylenmesi onu şaşırtmıştı. *Bir tavşan… Eminim küçük prensesin şirinliğini tümüyle ortaya koyardı* diye geçirdi. Ancak yine de bu muhteşem kıyafet yerine alışık olmadığı için öyle bir şey istemesinin yarattığı şaşkınlık büyüktü. Bu halde kısacık bir yolculukla büyük Hogwarts kulesini arkalarında küçük bir görüntü olarak bırakıp Hogsmeade’deki ihtişamlı alana girdiklerinde heyecanı doruk noktasına ulaşmıştı. Bu yine adımlarına yansımış ve bir parça hızlandırmıştı. ancak Stefania’nın geride kalması üzerine biraz yavaşlayabilmiş ve sonunda John’u oldukça boğan kalabalıktan biraz uzakta bir noktada durabilmişlerdi. Stefania bir şeyler söyleyeceğe benziyordu nitekim söylemeye başlamıştı bile. Sözleri üzerine hafifçe yaklaşarak dudaklarına kısa bir öpücük kondurdu.
-Asıl ben senin hayatıma girip renk kattığın için şanslıyım şirin masal prensesim. Bu gece gerçekten prensesler kadar güzel olmuşsun. -yüzüne yerleştirdiği aşk dolu gülümseme babası konusunda söylediği şeyler hakkında düşündüğünde bozuldu.Yerini çatık kaşlar aldı. Bir tereddüdün ardından konuşmaya devam etti-Baban… İçimden bir ses şu anki durgunluğunun altında onun olduğunu söylüyor. Her ne kadar böyle bir gecede ondan söz etmek isteyeceğim en son şey olsa da seni üzen şeyleri bilmek isterim.
En son John Stewen Peterson tarafından Ptsi 01 Eyl. 2008, 02:54 tarihinde değiştirildi, toplamda 3 kere değiştirildi | |
| | | Johnny Amoux Malfoy Tılsım Profesörü
Ruh hali : Mesaj Sayısı : 1643 Yaş : 29 Kan statüsü : Safkan Galleon : 12195 Ekspresso Puanı : 0 Kayıt tarihi : 12/03/08
| Konu: Geri: - Maskeli Balo - Paz 31 Ağus. 2008, 14:17 | |
| Havada patlayan ve Hogsmeade’nin yüksek dağlarına kadar uzanan havai fişekler yüzünden birbirlerini duymaları olanaksızlaşıyordu. Böyle bir ortama daha önce rastlamamıştı. Dans pistinde dans edenlere bakmayı sürdürüyordu hala. Tatlı bir rüzgar esiyordu hala. Pelerinleri havalanan dans çiftleri oldukça zorlanıyordu. Süslenmiş masalara konulmuş çeşit çeşit yemekleri kimin yaptığı konusunda ufak bir fikri vardı. Eğer tahmini doğruysa kesinlikle bu yemekler çok güzeldi. Lily ile oturdukları, daha çok yorgunluktan yayıldıkları koltuk misali sandalyede, rahatsız bir şekilde sağa sola dönüp duruyordu. İçinden bir his Lily’i dansa kaldırmasını söylüyordu. İçindeki diğer bir his ise onun güzelliğini dudaklarına yansıtmasını söylüyordu. İçinde bir kıpırtı oluşmuştu ani bir şekilde. Ne yapması gerektiğini kafasında netleştirememişti. Beyni karışıktı yine. Oldukça karışık. Sessiz bir şekilde dudaklarını kıpırdatmakta zorlanıyordu. Lily’nin güzelliğini söyleyecekti ona – ki söylemesi lazımdı. Ama bir türlü cesaretini toplayamıyordu. *Belki de bir Gryffindor olsam, söyleyebilirdim.* diye geçirdi içinden. Havada patlayan havai fişeklerden kendi sesini bile duyması imkansızdı. Baloya neredeyse tüm Hogwarts öğrencileri katılmıştı. Çeşit çeşit ülkelerden ünlü büyücüler, birçok ünlü sanatçı ve diğer büyücü okullarından katılan öğrenciler ona oldukça yabancı geliyordu. Sanatçılar için ayrılmış büyük pistin, biran önce dolmasını umuyordu. Ya da dans pistine çıkıp, Lily’nin beline sarılarak onla dans etmeyi. *Cesaret, her şey cesaretine kalmış.* Daha balonun başındaydılar. Dans etmeleri için önlerinde birçok vakit vardı. Oyalanması lazımdı belki de. Lily’nin yanından kısa bir süreliğine uzaklaşması ve cesaretini toplaması lazımdı. Çünkü onun güzelliğine her bir dokunuşunda hayatından vazgeçecekmiş gibi oluyordu. Poposunu iyice oturttuğu sandalyeden sırtını dikleştirerek doğrulttu. Maskenin, görmek için delinmiş deliklerinden, keskin ve kızgın gözlerini görmüştü Lily. Belki de onu dansa kaldıracağını umut etmişti. *İmkansız.* Rüzgara kendisini bırakıp biraz toparlanması lazımdı ve Lily’e bir açıklama yapması lazımdı.
“Be-be-be-nnn birazdan g-gelicem.”
Yine her şeyi mahvetmişti. Lily’nin üzgün bakışları kalbine bir hançer saplamıştı sanki. Gözlerini delip geçmişti. Vücudunu ikiye ayırmıştı sanki. Ayakkabısını yere değdirince, yani adım attıkça çıkan bir tok ses, kulağının içine her girdiğinde yemek standına biraz daha fazla yaklaşıyordu. Gözlerine çarpan iki kişi tıpkı Lily ile Johnny gibi olan John ve Stefania’ydı. Ama onlar daha az utangaçtılar. Cesaretini toplamak için sadece onlara bakması lazımdı belki de. Ama kısık gözlerini ünlü büyücülerin olduğu standa yoğunlaştırdı. Hepsinde, yaşlarının getirdiği kırışıklıklar vardı. Hepsi de, eski simaları görmekten oldukça mutlu gibiydi. Birçok büyücünün dudaklarında heyecanlı bir kıpırtı vardı. Birçoğu dostlarıyla derin bir sohbete dalmıştı. Gözlerini, önünde duran yiyecek ve içecek standına dikmişti. Aç olduğunu hissediyordu. Belki de açlığını bastırması gerekiyordu. Lily ile atıştıracaktı bir şeyler. Bu nedenle açlığını bastırması amacıyla kaymak birası aldı. Dudaklarını, temizlikten parlayan cam bardağın kenarlarına sürttü ve birayı kafasına dikti. Yaşının getirmiş olduğu bir dirençle hafif bir şekilde sarsıldı. Belki de ona, sarhoş olmak fazla iyi gelmeyecekti. Kaymak birasını bir çırpıda içti ve bardağı koyarak havai fişeklerin atıldığı yere doğru ilerledi. Sesler ve sohbetler iyicene artmış, müzik rahatsız edici düzeye gelmişken artık dans etmesi gerektiğini hissediyordu. Belki de cesaretini toplaması için biraz daha zaman lazımdı. *Zaman her şeyin ilacıdır.* Havai fişeklerin atıldığı alandan uzaklaşarak kendine bir bardak ateş viskisi vardı. Sarhoş olunca söylemesi daha kolay olurdu. Ancak Lily ondan uzaklaşabilirdi sarhoş olduğu için. Çok sıkışmıştı. Ne yapması gerektiğini bilemiyordu. İçinde ilginç bir his vardı. Bu geceyi daha önce bir yerlerde hatırlıyordu. Farklı bir zaman ve farklı bir mekanda. Yaklaşık bir yıl önceydi. En yakın arkadaşlarını kaybettiği gün. Onun hayattan silindiğini düşündüğü gündü. Ama hala devam ediyordu hayatına. Onlarsız devam ediyordu. Keiran, Sarah, Lucienda olmadan devam ediyordu.
Bir yıl önceydi. Haziran ayı olmalıydı. Okulda büyük bir sevinçle herkesin ağızdan ağza dolaştırdığı noel balosu günü gelip çatmıştı bile. O akşam bütün arkadaşları ile birlikteydi. Arkadaşlarının kurduğu Legend Of Raven kulübüne katılamamış olsa bile yine de o kulüpten birisiymiş gibi davranıyorlardı Johnny’e. O gece, onları gördüğü son geceydi. Onlarla konuştuğu, onların arkadaşlıklarını hissettiği son gecesiydi. Onların görebileceği son gecesiydi. O geceden sonra büyük bir acı ve devamında hıçkırıklar, çığlıklar ve ağlamalar. Hayatında yaşadığı en zor gündü arkadaşlarını kaybettiğini öğrendiği gün. Legend Of Raven kulübüne katılsaydı belki de şimdi hayatta olmayacaktı. Zaten bu kulüp saçmalığı yüzünden hayatlarını yitirmişti arkadaşları. Nasıl bir şekilde öldüklerini öğrenmek istemişti her zaman. Son kez onları öpmeyi ve ellerini tutup onlara sarılmayı dilemişti. Bu dileğinin gerçekleşmesi olanaksızdı belki de. Kafasını, yarısı zar zor görünen gökyüzüne doğru dikti. Gözlerindeki yaşlar kıyafetine bulaşmıştı. Onlara son bir kez veda edememenin üzüntüsünü yaşıyordu içinde. Onlara veda etmek istiyordu. Kalbinde çok küçük bir umut vardı. Kaybettiği arkadaşlarını görmek istiyordu. Onlara veda etmek istiyordu. Neden her zaman en kötü şeyler onun başında geliyordu? Kahrediyordu hayata. İçinden lanetler savuruyordu. Beş sene boyunca kalbi, arkadaşlarıyla birlikte çarpmıştı. Onların üzüntüleriyle üzülmüştü, onların mutluluklarıyla yüzüne bir tebessüm kondurmuştu. Onlarla yaşamıştı ilklerini. Maceralarını hatırlıyordu. Belki de bu yüzden salmıştı derslerini. Bu yüzden bu dönem derslerinden çok iyi notlar alamamıştı. Gözlerinden süzülen her damla yaş, onlar içindi. Her biri onları temsil ediyordu. Gökyüzüne çıkmış gibi hissediyordu. Ayakları yerden kesilmişti ani bir şekilde. Gözyaşları gökyüzüne yükselmişti. Yavaş yavaş şekil almaya başlamıştı. Seçemediği birkaç yüz görüyordu. Siluetler yavaş yavaş netleşmeye başlamıştı. Onlardı, arkadaşlarıydı. Veda etmeye gelmişlerdi. “Biz geldik John, sana veda etmeye geldik.” Keiran’ın ağzından dökülen ve bir yıldır beklediği o an gelmişti. Onlara sıkı bir şekilde sarıldı. Sıkmaktan, patlayacaklardı neredeyse. Sıkı sıkıya kavramıştı onları. Gözyaşları hıçkırıklar eşliğinde sele dönüşmüştü.
“Bir şeyin mi var.”
Hayal dünyasından istemsiz bir şekilde çekilmişti. Arkadaşlarına sarılamamıştı yine. İçinden küfürler savurduğu çocuğu, eliyle hızlı bir şekilde yana itti. Eğer çocuğun bir sandalye olmasaydı, çocuğun elbisesi çoktan mahvolmuştu. Üstüne bir rahatlık oturtturarak Lily’nin yanına koşar adımlarla gitti. Oldukça yalnız kaldığını, maskesinin görmek için ayrılmış deliklerin içine bakarak anlayabilmişti. Gözleri buğulanmıştı Lily’nin. Johnny’e kızgın bakışlar atıyordu her seferinde. Yüzünü ona çevirmemek için her türlü özveriyi gösteriyordu. Kızdığını duruşundan bile anlayabiliyordu. Çivili bir yatağın üstüne oturmuş gibi rahatsız bir şekilde sağa sola dönüyor ve kızgın bakışlarla ortalığa bakıyordu. Ona iltifat etmesi lazımdı ilk önce. Sonra ağır müzik eşliğinde dans etmeleri lazımdı. Kendisine ayrılan sandalyeye genişçe yayıldı. Lily’nin güzelliğinden gözleri puslanmıştı artık. Tavşan misali maskesini çıkarıp onu öpmeyi diliyordu. Ama herkesin içinde yapması olanaksızdı. Kendini zor turarak yumuşacık ellerini ani bir şekilde kavradı. Göz bebekleri onun güzelliğine baktığında büyüyordu sürekli. Yüzüne kondurduğu hafif bir gülümseme ile sevgilisinin ellerini biraz daha sıkı tuttu. Az önce yaşadığı bütün şeyleri bir çırpıda unutuvermişti. Lily’nin o masum yüzüne bakında her şeyi unutmuştu. “İyi ki yanımdasın, iyi ki varsın.” Yüzünün kızardığını hissedebiliyordu. Bu sözden mutlu olmuşa benzeyen Lily tam da kıvamına gelmişti. Onu ellerinden tutarak yayıldığı sandalyesinden nazik bir şekilde kaldırdı. Her şey ağır çekimde ilerliyordu sanki. Yanlarından geçen insanlar ağır çekimde ilerliyordu. Havai fişekler ağır çekimde patlıyordu. Asasını ani bir şekilde cüppesinden çekti. Lily’e herhangi bir şeyi fark ettirmek istemiyordu. Daha önce öğrendiği çiçek çıkartma büyüsünü içinden yapmayı ilk defa deneyecekti. Büyülü sözleri, asasını arkasına doğrultarak mırıldandı. Lily’nin neden bekledikleri hakkında herhangi bir fikri yok gibiydi. Asanın ucundan parıldayan bir gül çıkmıştı. Gül, beyaz renkteydi ve oldukça güzeldi. Yaptığı hatayı telafi etmek için Lily’nin önünde diz çöktü. Şu ana kadar kimsenin önünde diz çökmediği için kendini oldukça garip hissediyordu. Bembeyaz gülü eline alarak diğer eliyle Lily’nin elini zarifçe tuttu ve sıcaktan kurumuş dudaklarını diliyle ıslatarak öptü. Lily oldukça mutlu olmuşa benziyordu. Artık teklif etmenin zamanı gelmişti.
“Bu dansı bana lütfeder misiniz.”
Biraz resmi olmuştu belki de. Ama bu şekilde teklif etmesi daha iyiydi. Gülü Lily’e verdi. Olumlu bir yanıt alınca dans pistine doğru zarif adımlarla ilerlediler. Kalbi biraz daha hızlı atmaya başlamış ve yüzüne kondurduğu tebessüm biraz daha kulaklarına doğrulmaya başlamıştı. Eliyle belini kavradı ve dans pozisyonunu aldı. Başlayan müzik ile birlikte geçen dönem aldığı dans derslerinden figürler yapmaya başladı. Bir bulutun üstünde dans ediyorlardı sanki. Yalnız gibi hissediyordu kendini. Yanında sadece Lily vardı ve bulutların üstünde zarif bir şekilde dans ediyorlardı. Bir an için eliyle tavşan maskesini kavradı. Ama havada patlayan havai fişekleri işitince bıraktı ve dans etmeye devam ettiler. Zarif bir şekilde adımlar atarak dans ediyorlardı. Beş dakikalık şarkı ona sanki bir ömür gibi gelmişti. Ağır şarkılar sürekli devam ediyordu. Kendini biraz olsun yorulmuş hissediyordu. Biraz dinlenmenin kimseye faydası yoktu. Lily ile birlikte eski sandalyelerine döndüler.
“Birazdan tekrar başlarız.”
dedi Lily’e nefes nefese bir halde. Sandalyeye oturmanın verdiği rahatlıkla biraz daha bıraktı kendini. Ağır ağır dans etmelerine rağmen adım atmaktan ve sağa sola hiç durmadan sallanmaktan yorulmuştu. Anladığı kadarıyla havai fişeklerin sonu gelmeyecekti. Kulaklarına dolan seslerle her seferinde irkiliyordu. Lily’e herhangi bir açıklama yapmadan havai fişek sesleri eşliğinde içecek standına ilerledi. İki bardak ateş viskisi aldı ve oturdukları sandalyenin oraya gitti. Lily oldukça mutlu olmuşa benziyordu. Karşılıklı olarak sürekli bakışarak içiyorlardı viskilerini. Bu gece onun gecesi olmalıydı. Lily ile aşklarının biraz daha pekiştiği gece olacaktı bugün. Lily, dudaklarını her seferinde cam bardağa değdirdiğinde o dudakları öpmek geliyordu içinden. Ama herkesin içinde bu olanaksızdı. Kalbi biraz daha hızlı atmaya başladı. Saniyeler dakikalara dönmüştü sanki. Akrep ve yelkovan onu daha fazla heyecanlandırmak istermişçesine çok yavaş ilerliyordu. Ateş viskisi neredeyse bitmek üzereyken yine bir hayal görmeye başladı. Lily ile birlikte bulutların üzerindeydiler ve aldıkları pozisyon oldukça ilginçti. Dudaklar dudaklara değmişti ve kalpler hızla çarpmaya başlamıştı. Tıpkı ortak salonda yaptıkları gibi, yalnızca ondan bir nebze daha ağır bir şekilde öpüşüyorlardı. Aşıktı ona. Gerçek anlamda aşıktı. Arkadaşları ölmeden önce ona Lily ile öpüşeceksin deseler kesinlikle dalga geçerdi. Ama öpüşüyorlardı ve daha önce de öpüşmüşlerdi. Bulutların üstünde uçuyorlardı. İkisi de çok mutluydu. Bir masalda gibi hissediyordu. Çocuklara uyumaları için anlatılan ve gerçekleşmesi olanaksız peri masallarında gibi hissediyordu. Uçsuz bucaksız maviliklerin doruğuna çıkarken boğulmaktan korkuyordu. Onu kaybetmekten korkuyordu. Arkadaşları gibi onu kaybetmekten korkuyordu. Tam da bunları içinden geçirirken sesli bir çığlık koptu maviliklerde. Onu hayal dünyasından çeken tek şey müziğin biraz daha artmış sesiydi. Tuttuğu ellerden gelen sıcaklıkla biraz olsun rahatlamıştı. Biten ateş viskisinin bardağını koyarak oturmaya ve sandalyesine yayılmaya devam etti. Düşlerinde ortaya çıkan gerçekti bu sadece. Düşlerinde görebileceği bir şeydi…
En son Johnny Amoux Malfoy tarafından Ptsi 27 Ekim 2008, 18:23 tarihinde değiştirildi, toplamda 9 kere değiştirildi | |
| | | Sasha Slof
Ruh hali : Mesaj Sayısı : 89 Yaş : 30 Kan statüsü : Melez Galleon : 11864 Ekspresso Puanı : 0 Kayıt tarihi : 25/08/08
| Konu: Geri: - Maskeli Balo - Paz 31 Ağus. 2008, 16:29 | |
| Krazy Balo alanını yeterince izlemişti ve canı çok sıkılmıştı. Tekrar ayağa kalktı ve Balo alanını dolaşmaya başladı. Profösörlere, öğrencilere herkese selam veriyordu. Gryffindor'lu bir öğrenci olması bazı Slytherin'lilerin ona küçümseyerek bakmasına yol açmıştı. Ama Gryffindor'lu bir öğrenci olması ona gurur veriyordu. Babasının da bir Gryffindor'lu oluşu gelmişti aklına. Bu onu dahada fazla gururlandırmıştı. Her şeyini babasından alan Krazy Gryffindor'a seçilmesiyle de ona çekmişti. Krazy biraz acıkmış ve susamıştı; Gryffindor masasına ilerledi ve sandalyesine oturdu."Yemekler harika gözüküyor!" diye fısıldadı kendi kendine. Masadaki yiyecek ve içiceklerin büyüsüne kapılmıştı. Bir süre sonra büyülendiği yemeklerden azar azar tabağına koydu, afiyetle yedikten sonra masada oturmaya devam etti. Birkaç öğrencinin konuşmalarına kulak misafiri olmuştu. Krazy'nin duyabildikleri sadece Balo alanının kilometrelerce ötesinde küçük bir evin olduğunu ve orada çok gizli şeylerin saklandığıydı. Krazy böyle söylentilerin hep peşinde gitmişti bu sefer gidip gitmeyeceğini kendiside bilmiyordu ama çok merak etmişti orada neler olduğunu.
Aklına bir soru takılmıştı; buraya uzaklığı ne kadardı? çünkü kimsenin onun ortadan kaybolduğunu anlamamalıydı. Gryffindor masasından yavaşça kalktı ve yürümeye başladı. Balo alanının dışına bakmaya çalışıyordu ama Balo alanı o kadar çok geniş ve büyüktü ki pek fazla bir şey göremiyordu. Dikkatleri üzerine toplamadan yavaşça Balo Alanının çıkışına ilerledi ve bir ağacın altına oturdu. Burası Balo alanının kalabalığından uzakta bir yerdi. Gryffindor'lu öğrencilerin söylediklerini bir daha tekrarladı zihninde. Hala karar veremiyordu. Böyle güzel bir gecede gitmeli miydi oraya yoksa Balo alanına tekrar geri dönüp bir yerlerde oturmalı mıydı?
Balo alanındaki kahkaha ve müzik sesleri daha fazla yayılmıştı, Balo Alanının çevresine. Krazy bunun farkında bile değildi düşüncelere dalmıştı.İçinden bir ses "Gitmelisin hem orada neler olduğunu çok merak ediyorsun." demişti. Ama içindeki sesi dileyip dinlememekte karar verememişti.Hem yokluğunu farkedende olmazdı çünkü daha kendine arkadaş bile edinememişti. En sonunda gidip o evde neler olduğuna bakmaya karar vermişti. Hızlı adımlarla Balo Alanının kahkaha ve eğlence sesinden uzaklaşıp karanlığın içine doğru yürüdü.Kollarındaki tüyler ürpermişti. Uzun süredir yürüyordu hiç dinlenmeden.Geriye baktığında Balo Alanını zarzor seçiyordu. Büyük taşların ve ağaçların olduğu bir bölgeye gelmişti, yorulmuştu birazda. Bir ağacın altına oturup dinlenmeye karar verdi. Zifiri karanlığın içinde yapayalnızdı ama bu onu korkutmuyordu sadece endişelendiriyordu karşısına birşey çıkmasından çünkü daha sihir yapma yetkisi yoktu. Sadece kitaplardan öğrendiği birkaç sihir vardı, onlarla da kendine pek fazla koruyamazdı.
Büyük taşların arkasından sesler geliyordu, birileri fısıldaşıyordu adeta. Cesaretini toplarayarak gizlice o tarafa baktı rüzgarın şiddetinden ağaç yapraklarının savrulmasından başka bir şey yoktu. Rahatlamanın etkisiyle kısa bir "Ohh" çekti. Biraz bacakları ağrıyordu geçmesi için tekrar ağacın altına oturdu. Krazy'e herzaman ağaçların altı güvenli gelmişti şimdi olduğu gibi.Birsüre dinlendikten sonra etrafı görmek için birkaç taşın üstüne çıktı etrafta sadece ağaç ve taşlık vardı birkaç tane."Peki bu lanet olası ev nerde!" dedi sinirle Krazy bu kadar yolu boşu boşuna gelme düşüncesi onu çok sinirlendirmiş ve öfkelendirmişti. Biraz daha yürümeye karar verdi."Bu yolu boşuna gelmiş olamam o lanet olası evi mutlaka bulmalıyım!" diye söylendi.Yürürken yüzüne vuran rüzgar Krazy'i rahatlatıyordu. Ama biraz üşümüştü, sanki ilerledikçe hava dahada soğuk oluyordu bu Krazy'i tedirgin etti. Kendi etrafında yavaşça dönerek etrafa tekrar gözattı, rüzgarın uğultusundan başka bir ses yoktu. Birsüre sonra dondurucu soğuk ve rüzgar iliklerine kadar işlemişti. Buna rağmen yürümeye devam ediyordu. Cesareti ve gücü oldukça büyük olan Krazy'nin evi bulma konusunda sabrı taşmıştı.
Bağıra bağıra "Uydurukçular! Böyle bir evin olmadığını biliyorsunuz da neden boş konuşuyorsunuz!" dedi gerçekten çok sinirlenmişti.Karanlığın ve dondurucu soğuğun içinde tek başınaydı koskoca arazide.Biran aklına Balo Alanı gelmişti sımsıcacık, kahkahaların yükseldiği, eğlence dolu yer... Kendine kızmıştı bu seferde, "Balo alanını bırakıp bu ucube evi bulmaya geldim inanamıyorum!" dedi bağıra çağıra. Yürüdüğü yola doğru baktı burdan Balo Alanı gözükmüyordu bile. Söylenerek Balo alanına doğru yürümeye başladı, rüzgarın uğultusu kulaklarında çınlıyordu, yorgunluktan düşüp bayılabilirdi. Hiç ara vermeden 1 saat boyunca yürüdü o kadar yorgun düşmüştü ki ayakta duramayıp zar zor kendini bir ağacın altına attı. Gözlerini açık tutmakta zorlanıyordu, rüzgarın uğultusu artık ona bir ninni gibi geliyordu ve yavaş yavaş gözlerini kapandı ve uykuya daldı.Uykusu iyice derinleşmişti tam bu sırada bir rüya görmeye başladı... Yine bu arazideydi, içini ürperten soğuk buradada etkisini gösteriyordu. Krazy'nin üstünde siyah şeffaf bir pelerin vardı, durup durmaksızın yürüyordu...
Sonra kulakları tırmalayan, çığlığa benzer bir ses geldi sonu belli olmayan korkunç karanlıktan, "Bana gel, karanlığa gel, aradığın şey burda!" Krazy sese yanıt vermeden karanlığın içine gidiyordu, hızlı ve emin adımlarla. Sonu belli olmayan karanlığın tam ortasında simsiyah bir ev vardı karanlığın içinde, seçmek zordu ama evin içinden gelen kıpkırmızı ışıklar evi aydınlatıyordu. Krazy oraya yürümek istemesede bir güç onu o eve doğru çekiyordu. Tam evin önünde dona kalmıştı Krazy, evin kapısı korkunç bir kahkahanın ardından gıcırdayarak açıldı sonuna kadar. Küçük bir adımla tam evin girişinde buldu kendini ve yine korkunç bir kahkahadan sonra "Avada Kedavra!"
Krazy yerinden zıplayarak uyandı, yüzünde damlacıklar oluşmuştu. Rüyanın etkisiyle koşmaya başladı arkasına bakmadan, gözlerini sımsıkı kapatarak koşuyordu... Gözlerini açtı bu sefer dahada hızlanmıştı rüyasında duyduğu o korkunç kahkahayı duydu yeniden. İlk defa bu kadar korkmuştu, kıpkırmızı dudakları biranda korkudan bembayaz olmuştu. Balo alanını gördü, bir an önce oraya varmak istedi ama sanki ayakları geriye doğru koşuyordu. Olduğu yerde durdu nefes nefeseydi, rüzgar o kadar çok şiddetlenmiştiki nefesi kesiliyordu adeta. Bütün gücünü toplayıp koşmaya başladı yeniden Balo alanının girişindeydi, dikkatleri çekmemek için hemen bir köşeye oturdu. Çok kötü olmuştu, yüzü sapsarı kesilmişti. Elleriyle yüzünü kapatıp gördüğü rüyayı tekrar tekrar yaşıyordu zihninde...
En son Krazy Slof tarafından Ptsi 01 Eyl. 2008, 14:20 tarihinde değiştirildi, toplamda 3 kere değiştirildi | |
| | | Emily Dawn Schneider
Ruh hali : Mesaj Sayısı : 174 Yaş : 31 Kan statüsü : Melez Galleon : 11966 Ekspresso Puanı : 0 Kayıt tarihi : 05/07/08
| Konu: Geri: - Maskeli Balo - Paz 31 Ağus. 2008, 21:38 | |
| Emily etrafta gezinmeyi sürdürüyordu. Herkes değişik kıyafetlerin içinde çok farklı gözüküyordu. Bazı arkadaşlarını tanımakta gülük çekmişti ve bu arkadaşlarından biri de Angeline idi. Saçlarını beyazımsı bir sarıya boyamış ve mini mini pembe elbisesiyle etrafa ışık saçıyordu. Angelina’yı Gryffindor kıyafetlerinin dışında bir elbiseyle görmek Emily’ye garip gelmişti ve onu gördüğünde de ne kadar özlediğini anlamıştı. O iğrenç ejderha olayından sonra Angelina’yı görememişti ve bu geceyi onunla geçirip bu özlemi gidermek istiyordu. Sessizce Angelina’ya doğru ilerlemeye başlamıştı. Yanına yavaşça yaklaşıp gözlerini kapatacaktı. Bunu bir muggle filminde görmüştü ve hep yapmak istedikleri arasında yer almıştı. Bu gece bunu yapmaya niyetliydi. Angelina’ya yaklaştıkça hızını biraz daha yavaşlatarak yanına doğru ilerlemeye devam etti ve tam arkasına geldiğinde elleriyle gözlerini kapatıp; “Bil bakalım ben kimim?” diye sordu. Gerçi Angelina bunu yapanın Emily olduğunu anlardı ama Emily denemek istemişti. Belki de başka birinin ismini söylerdi.
Angelina tabi ki hemen anlamıştı Emily2nin böyle yaptığını ve gülerek “Emily.” Demişti. Emily yavaşça ellerini çekerek ; “Tabi ki ben. Benden başka kim yapar böyle bir şeyi.” Dedi ve kendine gülmeye başladı. Kısa bir süre gülüştükten sonra Emily sinsice gülümseyerek; “Bu ne güzellik böyle. Kim için süslendin acaba?” deyip kıkırdamaya başladı. Emily yine Angelina ile uğraşmaya başlamıştı. Ama uğraşmakta da haklıydı. Angelina çok güzel olmuştu. Bu güzelliğin sebebini öğrenmek istemiyor değildi.
Emily hayranlıkla Angelina'yı incelerken aklına o günkü kötü maceraları gelmişti. O ejderhanında çok güzel pulları vardı ve o güzelliği Emily ile Angelina'nın başına bela olmuştu. Emily'ye bir şey olmasa da Angelina'nın annesinin ölümüne sebep olmuştu ve Emily o günü unutamıyordu. Geceleri o ejderha gözlerinin önüne geliyor ve ona kötü şeyler söylüyordu. Ve bu da doğal olarak Emily'yi rahatsız ediyordu. Emily en çok Angelina'yı düşünüyordu. Annesinin onun için önemli olduğunu biliyordu, çünkü babasını da küçükken kaybetmişti. Emily bu düşünceler içinde Angelina'yı izlerken birden daldığını fark etmişti ve hemen kendini toparlayarak Angelina'ya bakmaya devam etti. Angelina mutlu gözüküyordu. Emily'de o günkü anları tekrar aklına getirip, üzmek istemiyordu. bu yüzden yüzüne güzel bir gülümseme yerleştirip Angelina'yı süzmeye devam etti. | |
| | | Angelina Voleta Anderson
Ruh hali : Mesaj Sayısı : 590 Yaş : 32 Kan statüsü : Safkan Galleon : 12202 Ekspresso Puanı : 1 Kayıt tarihi : 08/03/08
| Konu: Geri: - Maskeli Balo - Ptsi 01 Eyl. 2008, 10:31 | |
| Lanet olasıca görevli giriş için zaten 10 galleonunu yürütmüştü. Bunun içinde bayağı bir sinirlenen Angelina adeta bir tüp gibi ısınmış; volkan gibi patlamaya hazırdı. Tam o sırada biri ona doğru yaklaştı ve elleriyle onun gözlerini kapattı. Bunu yapan kişiyi hemen tanımıştı. Emily idi bu.. Emily artık onun canının yarısı haline gelmişti ki en ufak bir hamlesinden onun tanıyabiliyordu. Kokusunda bile.. Emily’ nin ellerini yavaşça gözlerinden çekerek ona doğru döndü ve bir kahkaha patlattı. Daha sonra çalan yüksek sesli müziği bastırmak istercesine sonderece bağırarak konuşmaya başladı * Ah evet Emily sensin * Emily’ i gözleriyle şöyle bir süzdü. O kadar muhteşem görünüyordu ki.. Kendini tutamayıp konuştu, * Oh Tanrım , sen muhteşem görünüyorsun * Söylediklerinin hiç birinde yalakalık yapmamıştı.. Son derece dürüsttü. Emily’ de tıpkı Angelina gibi mükemmel görünüyordu. Angelina o anda içinden – kimin arkadaşı- diye geçirdi böbürlene böbürlene. .. Yoksa fazla mı havalanmıştı? Minik gözlerini sabit bir noktaya dikmiş öylece oraya bakıyordu. Bir yandan da çalan müziğe eşlik etmek istercesine ufak hareketler sergileyerek dans ediyordu. O anda yanlarından geçen garsona doğru odaklandı ve yüksek bir ses tonu ile bağırdı, * Bakar mısınız? * Garson hemen onlara doğru yaklaştı ve gülümsedi. Angelina narin ellerini garsonun elindeki tepsiye doğru uzattı ve kaymak birasını eline aldı. Emily’ de aldıktan sonra garson başkalarına da servis yapmak üzere oradan hızla ayrıldı. Emily o sırada ona iltifat etmişti. Angelina buna ilk önce gülerek karşılık verdi ve daha sonra konuşmaya başladı, * O senin güzelliğin canım. *
Kaymak birasından bir yudum aldı ve yutkundu. Etrafa bakıldığında; herkes o kadar şıktı ki bunu anlatmaya kelimeler yetmezdi. Emily’ e anlatması gereken bir şey vardı ve nasıl söze başlayacağına bile daha karar verememişti. İlk önce biraz mırıldandı ve daha sonra cesaretini toplayıp konuyu açtı, * Biz.. Chris ile ayrıldık.. olmadı. * Kelimeler bir anda o narin dudaklarından dökülüvermişti. Söyledikleri de düpedüz doğruydu. Bu ayrılığın sebebi ise taraf farkıydı.. Angelina son anda Zümrüdüanka Yoldaşlığı tarafına dönünce ; Chris bunu iyi karşılamamıştı. Nasıl olsa o bir Slytherin’ li idi ve gururunu koruması gerekiyordu; bu yüzdende aşkı çiğnemişlerdi. Emily ona neden diye soru sorunca Angelina hiç bekletmeden cevap vermeyi yeğledi, * Öyle olması gerekiyordu.. Yani bizim taraflarımız farklı Emily; bu imakansızdı.. * Bu kelimeleri söylerken bile ağzı tir tir titriyordu adeta. Ayrılıktan sonra kendini uzun bir süre toparlayamamıştı fakat bunu ona söylemeyecekti. Çünkü bu , Angelina’ yı yenik ve güçsüz duruma düşürürdü.
Emily onu teselli etmek istercesine sarıldı.. Angelina daha mutlu olmuştu sanki.. Onun Angelina’ ya destek olduğunu bilmek gerçektende çok sevindirici bir şeydi. Tek umduğu şey Chris’ i bugün bu baloda görmek istemediğiydi. Bu yüzdende sürekli etrafa bakınıp; o burada mı acaba diye anlamaya çalışıyordu. Şuana kadar başında koskoca iki aşk geçmişti ne yazık ki. Bir tanesi ; Angelina birinci sınıftayken, diğeri ise altıncı sınıftayken di. Zor günlerinde yanında olan bir tek arkadaşı da Emily idi zaten. Bu yüzden onun hakkını asla ödeyemezdi.. Dudaklarında ki hafif kırmızımsı ruju; diliyle yalamaya başlamıştı. Bunun sebebi de tabi ki de dalmış olmasıydı. Bir anda fark edip çaktırmada durumu düzeltti ve derin bir nefes aldı. Şuan ki mutluluğu sadece bir oyundan ibaretti… Yalanlar, sevinçler, başlangıçlar, ölümler derken bir dönemi daha geride bırakmışlardı. Her şey ne kadar da hızlı gelişiyordu halbuki. Her ne yaşarsa yaşasın içine kapanmayıp, direnmeyi başarmıştı .. Bu da onun ne kadar çok cesur ve güçlü olduğuna bir işaretti elbette.
Tam o sırada Emily’ e asıl anlatması gereken şeyi unuttuğunu fark etti birden bire. Emily dansa dalmışken onu yavaşça dürttü ve onun kendisine bakmasını sağlayıp konuşmaya başladı, * Bu arada hani biz seninle şu iğrenç ejderha yavrusu macerasını yaşamıştık ya.. Ertesi gün ben Samara ile göl kenarına gittiğimde baykuş postası ile bana haber geldi.* Yutkundu ve daha sonra tekrar yutkundu. Gerisini söylemeye takati yoktu .. Kelimeler boğazında düğümleniyor gibi oluyordu sanki. Emily’ in meraklı bakışlarını görünce onu daha fazla bekletmemek istercesine konuştu, * Annem ölmeden önce bana mektup yazmış; mektupta ise beni çok sevdiğini ve evde bir miktar paranın olduğunu söylemiş… Kendime bakabilmem için.. * Bunları söyledikten sonra gözlerinden bir dala yaş akıvermişti. Sağ elini hızla gözlerie doğru götürüp o yaşı sildi.. | |
| | | Christopher Alex Peterson Fontjoncouse Otel ~ Genel Müdür
Ruh hali : Mesaj Sayısı : 212 Yaş : 32 Kan statüsü : Melez Galleon : 11942 Ekspresso Puanı : 3 Kayıt tarihi : 25/08/08
| Konu: Geri: - Maskeli Balo - Ptsi 01 Eyl. 2008, 19:22 | |
| Chris balo alanına girdiğinden beri şaşkınlık ve hayranlık karışımı bir duyguyla gözlerini balo alanında çeviriyordu. Kendisi gibi birkaç kişinin de etrafına bakınmasına neden olmayı hak edecek kadar ihtişamlı bir görüntüydü karşılaştığı. Birkaç ağaçla çevrili bir alandı ki ağaçların ve yanlarındaki çiçeklerin kokuları buram buram Chris’in burun deliklerine doluyordu. Gözlerini onlardan birine her çevirdiğinde önce kırpıştırmasını gerektiren süslü lambalarsa yıldızlı gökyüzünde görkemli bir şekilde süzülüyorlardı. Işıkların yanlarında süzülen yine rengarenk olan balonlar gökyüzüne ayrı bir güzellik katıyordu. Büyük dans pistinin çaprazında uzanan masalar ve sandalyeler de lüks bir görüntüye sahipti. Tüm bunların yanında baloya katılan küçüklü büyüklü bir çok kişinin kostümleri de rengarenk bir görüntü oluşturuyordu. Dans pisti de loş ışıklarla oldukça romantik bir havaya sahipti. onun hemen önündeki sanatçılar da ağır ağır müziklerini çalıyorlardı. Bakanlığın tam da çalıştığı gibi burası adeta bir cennet olmuştu. Yanında gökten inmişçesine güzellik saçan bir melek varken buna emindi. Yüzü İndis’e döndüğünde hafifçe gülümsedi. Sonra adımlarını adeta masa kapmak istercesine hızlandırdı.
Koluna girmiş melekle birlikte birkaç saniye içinde bir masaya geçebilmişlerdi. Oturduğu koltuğun yüzeyi pürüzsüz beyaz deridendi. Üzerine vuran ışıkla hafifçe parlıyordu. Yaslandığında gerçekten konforlu olduğunu da fark etmişti. Böyle bir koltukta saatlerce uyuyabilirdi. Ancak bunu yapmak yerine bir kez de gözlerini İndis’de yoğunlaştırmaya başladı. Bir süre hiçbir şey yapmadan İndis’in rüzgarla havalanan saçlarını, yüzündeki gülümsemeyi ve kendisini kat be kat daha güzelleştiren kostümüyle mükemmel görüntüsünü izledi. Sonrasında hemen onun başının üzerinde oradan oraya dolanan garsona gözü takıldı. İndis’e ve kendine birer içki almak için hemen doğruldu. Adımlarını hızlandırarak garson’un yanına ilerledi. Ancak gördükleri sivri suratındaki hatların gerilmesine ve kaşlarının çatılmasına neden olmuştu. Çünkü tepside ateş viskileri kalmıştı sadece ve diğer garsonları göremiyordu. Bir an geri dönmeyi düşünse de boş bir şekilde dönmek olmazdı. Titrek ellerle iki ateş viskisi kaptı. Kötü bir şey olacağını pek de sanmayarak etrafına bakınan İndis’in bulunduğu masaya geri döndü.
- Bir şeyler içmek isteyeceğini düşündüm. Hafif bir gülümsemeyle söylediği sözlerin arkasından İndis elindeki küçük ateş viskisi bardağını almıştı. Bardağı tutmakta zorlanışından içerkenki anlık tereddütüne kadar her şey açıkça gösteriyordu ki tahmin ettiği gibi ateş viskisi hiç içmemişti. Zira kendisi de pek sık içiyor sayılmazdı. Ah... Garsonda kaymak birası bulabilseydi gerçekten iyi olacaktı. Pembe bir kıvrım olarak duran dudakların aralanmasını ve içkiyi yudumlamasını dikkatle izledi. Diğer taraftan da alacağı tepkiyi bekliyordu. Ateş viskisi ilk içeni her zaman çarpar ve öksürtürdü. Nitekim birkaç saniye içinde İndis de aynı duruma düşmüştü. Yakıcı tatla gözleri yaşarıyor, öksürüyor ve güzel yanaklarına hafif bir pembelik yayılıyordu. Bir süre hoşnutsuzlukla bakarken daha sonra onun bu görünümüne gülmeden edememişti. O kadar şaşkın bir hali vardı ki kim olsa dayanamazdı. Sonra gülüşlerinde yalnız kalmamış; inci dişlerini açığa vuran İndis de kahkahalarına katılmaya başlamıştı. Gülüşü hep olduğu gibi Chris’in içinde aşk kelebeklerini uçurmaya yetmişti... Bir süre sonra hafif duraksamayla sona eren gülüşün ardından kibar bir özürle hatasını telafi etmeye çalıştı. Ona karşı yaptığı her hatada büyük bir içtenlik ve pişmanlıkla özür diliyordu. Onun gibi narin bir çiçeği incitmek hayatında isteyeceği en son şeydi. İndis’in önemli olmadığını söylemesi üzerine gözlerini hemen yanından geçen garsona çevirdi ve hızla İndis’e kaymak birası kapıp uzattı.
]-Sanırım bu daha iyi olacak Yüzünde İndis ile tanıştığından ve hayatının normal seyrine girip karanlık anılarından kurtulduğundan beridir olan sıcak gülümsemesini yerleştirerek kadehi uzatmıştı. Önceki hissi getirmek istercesine bu sefer hızla bardağı kavrayan ipeksi narin el hızlı denebilecek bir şekilde kadehi elinden kapmıştı. Pembe dudaklarına götürüşünü ve yudumlayışını izledi. Bu sefer ne öksürmeler, ne göz yaşları ne de kızarıklıklar olmuştu. Aksine viskinin yarattığı etkiyi dağıtan kaymak birası İndis’de rahatlamanın belirtilerini göstermişti. Şimdi daha iyi gözüküyordu. İçkiyi içmeyi bırakırken etkileyici derinlikteki mavi gözlerin kendisine doğrulduğunu görmüştü. Görünüşünü tümüyle inceliyor gibiydi. Dedesinin öğrettiği sihirle kuzeni John’dan da yardım alarak yaptığı dövmenin olduğu biraz zayıf olsa da kaslı olan kollarında, kostümünde, saçlarında dolanan gözlerinde kendisinin ona bakarken olduğu kadar büyük hayranlığı görmek hiç de zor değildi. Bu Chris’te belli belirsiz bir coşkuya neden olmuştu. Beğenilmek güzel bir şeydi. Ancak değer verdiğin, sevdiğin güzeller güzeli bir melek tarafından beğenilmek bir başka güzel olmuştu. İçinde uyanan coşku bundan sanki büyük bir hataymışçasına kaçınan İndis’in gözlerini Chris’ten mahrum bırakmasıyla bozulmuştu. İçkiyi yeniden yudumlamasının ardındansa gözler büyük alanda dolanmaya başlamıştı. Kimi aradığı konusunda bir fikri elbette vardı ki bunu hemen söylemişti.
- Ağabeyini mi arıyorsun? Onu hiç tanımıyordu ama Chris’e öyle bir şekilde bahsediyordu ki ağabeyi değil başkası olsa onu kıskanmaya bile başlayabilirdi. Aslında ona verdiği değeri kimi zaman içten içe kıskanıyor sonra aklında uyanan düşünceler yüzünden kendine lanetler savuruyordu. Önceden varlığından habersiz olup sonra kavuşmasıyla yanında durmaya başladığı ağabeyi İndis’den duyduğuna göre gizemli, iltifatlarla insanları etkilemekten hoşlanan, oldukça yakışıklı biriydi. Yakışıklı olduğundan emindi ki böyle güzel bir kız kardeşe ancak öylesi olurdu. İndis’in yanına gelerek onun baktığı noktalarda gözlerini gezdirmeye başladı. İndis gibi yakışıklı ve sarışın birini arayan gözlerinin araması bu karmaşa içinde hele ki tanımıyorken sonuçsuz kalmıştı. Fakat İndis’in gözleri çoktan aradığını bulmuş ve arkası dönük melek kanatlı bir başka büyücüye takılmıştı. Ona doğru ilerlerken onu yalnız bırakmak istemeyerek takip etti. İçinden abisi hakkında soru işaretleri dönerken etrafında bir çok melek kostümlü büyücü ve cadı görmüştü. Bugün anlaşılan melek olmak isteyen çoktu. Ancak Chris’e kalırsa gecenin tek meleği şu an önünde süzülerek ilerleyendi.
Kalabalığı yararak geçen fazla da uzun olmayan bir yürüyüşün ardından gördükleri adamın yanına varmışlardı. İndis kendinden bir parça önde arkası dönük birine sesleniyordu. Chris’in gözleri de o adamda yoğunlaşmıştı. Arkası dönük olduğundan gördüğü sadece başının arkasından dağılan bir parça yağlı koyu sarı saçlardı. Boynuna dağılacak şekilde uzatılmış olan saçlar da sağa sola hareketi ve rüzgarın esişiyle tıpkı İndis’inkiler gibi dalgalanıyordu. İndis’in seslenişiyle dönen yüz kirli sakallı gülümsemesiyle yanaklarında gamzeler oluşan güneşle esmerleşmiş oldukça yakışıklı bir surattı. İndis’in anlatıp da bitiremediği kadar vardı ve fark ettirmeden onu süzen birkaç kadının ilgisini de apaçık hak ediyordu. Adımlarını atmaya devam ederken bir an önüne birbirine sarmaş dolaş olmuş bir şekilde sarılarak ilerleyen çift gerilerek görüntüyü kısa bir an kapattı. Görüntü yeniden ortaya çıktığında William muhtemelen az önce bir öpücük kondurduğu narin elleri bırakıyor ve İndis de balerinlere özgü türden bir reveransla bunu karşılıyordu. Öylece durup iki kardeşin gülüşmesini ve sarılmalarını izledi. Daha sonra kendisi gibi ne yapacağını bilemez bir şekilde olan profesör Mythill’e kaydı gözleri. Hayvanlara o kadar düşkün olan birinin kucağında o çok sevdiği semenderini alıp dans ettiğini görmeyi bile beklerdi ama William ile partner olarak gelmesi bir parça şaşırtmıştı.
- Indis! ... Orada öylece kaldığı sürenin yeterli olduğunu düşünerek yanına gitmiş ve sonunda seslenmişti. İndis’in kendine dönen bakışlarında az önce Chris’i ne olduğunu bilemeden orda bırakıp abisine koşuşundan dolayı bir özür vardı. Chris gözlerini hafifçe kısarak bir baş hareketiyle bunun önemsiz olduğunu dile getirmişti. Ardından bakışlarını önce esmer saçları, makyajsız doğal güzelliğiyle baloya katılmış profesörde gezdirdi ve sonra da William’da sabitledi. Bu sırada İndis birbirlerine adlarını söylüyordu. Yakışıklı yüz hatları ifadesiz durmaya çalışsa da bir anlık sertleşme Chris’in gözlerinden kaçmamıştı. Az önce neşe dolu gülerken belirgin olan gamzeler yerine soğuk bir tavır almıştı. bu muameleyi herkese yapıyormuşçasına rahat da görünüyordu. anlaşılan William’ın neşeyle gülümsemesi için güzel bir kadın olarak doğması gerekirdi. Kardeşine göz diken bir erkek değil. Elini havaya kaldırır kaldırmaz kaslı kolların ucundaki kendisininkine göre iri ve sert olan el tarafından yakalandı. Sallarken öfkesini yüzüne vururcasına öyle bir sıkıyordu ki Chris’in yüzünü ifadesiz tutması için çaba gerekmişti. Ancak bunun dışında adam gayet normal davranıyordu. Yine de bu tavrı hiç hoşuna gitmemişti. Onda hoşuna gitmeyen anlam veremediği bir şeyler vardı. Zaten İndis’in anlattıklarıyla birleştirince kendisine tamamen zıt biriydi. Profesörle birlikte yanlarından ayrılırken gözleri onu izledi. Ta ki ipeksi yumuşak sesin sorusunu kulaklarında işitene kadar. soru tahmin ettiği gibiydi. Cevap için bir süre duraksadı sonra hafif bir omuz silkişle konuştu.
- Bilmem, tanıdıkça göreceğim… -Yanıt kısa ve netti. Ancak içinden bir ses tanımadan bile sevmediği bir kişiyi tanıdıkça pek de sevmeyeceğini söylüyordu. İndis’in düşüncelerinin tam tersini söylemesini içinden inanmazlıkla karşılasa da yüzüne bir gülümseme oturtmayı başarmıştı. Bir süre duraksamanın ardından yeniden konuştu - Onu çok seviyor olmalısın. Aslında yaptığı zaten neredeyse emin olduğu bir şeyi onaylatmaktı ki cevap beklediği gibi olumlu olmuştu. Ne kadar sevdiğini anlamak için sırf sesindeki o duygusal tona bakmak bile yeterli görünüyordu. Kendisi nasıl bir ağabey gibi gördüğü John’u seviyorsa o öz ağabeyini her ne kadar yeni bulmuş sayılsa da elbette ki seviyordu. Üstelik kendisiyle John arasında olandan daha güçlü ve sıkı bir bağ olmalıydı. Öz ailesinden biriydi sonuçta. Chris bunun tadını hiçbir zaman alamamışken İndis bu konuda epeyce şanslıydı. Her ne kadar hissetmediğinden tam bilemese de birbirini her kardeş gibi seviyor, değer veriyorlardı. Bu oldukça doğaldı. Kötü olansa Chris’in o adama karşı aynı sevgiyi paylaşamamasıydı ki muhtemelen William da aynı duyguları paylaşıyordu. Yüzünde ara ara oluşan buruşturmaları iyi bir şekilde kapattığını umarak, gözlerini etrafta çevirip değiştirilecek bir konu aradı. Sonra gözleri William’ın profesörle birlikte gittiği dans pistine takıldı. Eh artık zamanı gelmişti.
- Benimle dans eder misin? Yumuşak ve kibarca bir ses tonuyla doğrudan gözlerine bakarak söylemişti bunu. Kalp atışlarının hızlandığını hissedebiliyordu. Onun kollarında olması ve bu muhteşem gecede birlikte dans ediyor olmak gerçekten heyecan vericiydi. Orta çağ asillerine yakışır bir tavırla meleğinin ipeksi elini yerleştirmesi için yeniden kolunu büktü. İndis’in koluna girmesiyle yüzünde bir gülümsemeyle adımlarını attı. Piste yaklaştıkla yükselen müziğin sesi birbirleriyle konuşan insanların seslerine karışıyordu. Chris en az İndis kadar başı dik bir şekilde bir prens edasıyla kalabalığın içinde ilerlemeye devam etti. Bazıları birbirleriyle konuşmaktan yanlarından geçtiğini görmemişti bile ancak birkaç kişinin gözleriyle kendisini ve İndis’i süzdüğünü görebiliyordu. Onları çok da umursamadan yaklaştıkça büyüyen ve görkemli görünüşü daha da netleşen dans pistine doğru ilerledi. Işıklandırmalar burada biraz daha azaltılmıştı. Bunun etkisiyle oluşan hafif loşluk piste romantik bir hava katmıştı. Bu romantizmin tadını alan bir çok çift birbirine yakınlaşmış bir şekilde ilerideki sanatçıların çaldığı slow dans müziği eşliğinde dans ediyorlardı. Hemen her çift oraya doluşmuş yine rengarenk ve oldukça kalabalık bir görüntü oluşturmuştu.
Piste girdiklerinde vakit kaybetmeden İndis’in ellerinden biriyle sıkıca kavradı. Diğer eliyle de meleğinin ipeksi elini tuttu. Gözlerini gözlerine dikerek ritme uyup dans etmeye başladı. Adımları seri hareketlerle iki adım ileri, bir adım sağa öne ve tekrar sola doğru gidiyordu. Daha sonra da İndis’i belinden tutarak hafifçe yatırıp kendine çekiyor ve en başa dönüyordu. Adımlarını atarken başta heyecandan ayağına basmaktan korksa da zamanla kendini tamamen müziğin ritmine ve büyüleyici gözlere vermişti. Bir süre sonra kalabalıktaki görüntüleri bile unutmuştu ve gözlerini sadece engin derinlikteki mavilik kaplamıştı. Kulağında müzikle dans ederken bu muhteşem anın hiç bitmemesini diliyordu. Mavi gözlerin derinliğinde içinde aşkın alevi yükseliyor, yüzünde bir sıcaklık yayılıyordu. Bazen elleri titrese ve karıştıracak gibi olsa da bunu hemen kapatıyordu. Kendisiyle oldukça uyumlu hareket eden İndis de hemen hemen aynı durumda sayılırdı. Dans ederken gittikçe İndis ile yakınlaşmaya ve daha samimi bir görüntü çizmeye başlamıştı. Gözlerindense onun gözlerine aşkını dile getirircesine bakışlar fırlatıyordu. Dansı asla unutamayacağından emindi. | |
| | | Christopher Alex Peterson Fontjoncouse Otel ~ Genel Müdür
Ruh hali : Mesaj Sayısı : 212 Yaş : 32 Kan statüsü : Melez Galleon : 11942 Ekspresso Puanı : 3 Kayıt tarihi : 25/08/08
| Konu: Geri: - Maskeli Balo - Ptsi 01 Eyl. 2008, 19:22 | |
| Bu gece hayatının en güzel anlarından biriydi kuşkusuz. Zaten hayatının en güzel anları İndis’in yanındayken olmuştu. Ağlamak için gittiği fısıldayan ağaç korusundan gülümseyerek çıkması da, içine kapanık ve üzgün halinden olabildiğince kurtulup hayata tutunması da onun sayesinde olmuştu. Ruhunun düşüp kaybolduğu karanlık kuyudan tüm içtenliği ile kendisine yaklaşıp elini tutarak çıkarmış ona hayat vermişti. Hiç kimseye anlatmadığı ailesi ile ilgili anıları, kişisel sırlarını ona söylemişti. O hep kendisini yatıştırmış, yüzünü güldürmüştü. İnsanlara yeniden güvenmesini sağlamak konusunda John kadar o da büyük bir emek sarf etmişti. Bunun karşılığında John da onun her derdini dinlemiş ve elinden geldiğince yaşadığı sorunlara çözüm bulmaya çalışmıştı. Birlikte geçirdikleri her gün ona biraz daha yakınlaşmıştı. Sonunda da Quidditch maçında yaşadığı onu kaybetme korkusu bu yakınlığın dostluk boyutunu çoktan aştığını göstermişti. Onu büyük bir tutkuyla seviyordu. Kalbine gökten inmiş bir melekçesine iyilik saçan İndis aynı zamanda aşkın tohumlarını da oraya ekmişti. Onu mutlu eden anlardan biri de zaten bunu ona itiraf ettiğinde aldığı olumlu yanıttı. Şimdi burada dans ederken ondan kopmak bile istemiyordu ancak daha az öncesinde duyduğu sesle dansları tam ortasında bölünmüştü.
Bütün romantizmi bir anda bozan sesin söyledikleri Chris’in gözlerinin irileşmesine neden olmuştu. *Eş değişmek?... Ben… Profesörle… Dans… Merlin Aşkına! *Birkaç saniye boyunca kendinden çok da farklı görmediği sihirli yaratıklar profesörüne irileşmiş gözlerle öylece bakıp kalmıştı. Kalp atışları bu sefer aşktan değil, yaşaması muhtemel dansın heyecanından sıklaşmıştı. Hayır... Hayır… Bu mümkün değildi. Kuzeni John bile istese yapabilirdi ama ne boyu ne de karakteri buna hiç uymuyordu. Ancak William bunu hiç de önemsiyor görünmüyordu. Tam şaşkınlığını üzerinden atıp kibarca reddetmeyi düşünüyordu ki Birden bire kendini profesörün yanında bulmuştu. Bir süre şaşkınca bir şey diyemeden baktı. Ellerinin yada bacaklarının titremesine engel olmak için yumruklarını sıkmaya başlamıştı. Kendisine böylesine emrivaki yapan William’ın dans ederek çiftlerin arasında kaybolan görüntüsüne öfke dolu bakışlar yolladı. Ancak bakışları İndis’e çaptığında yerini aşk dolu bir gülümsemeye bırakmıştı. Ah… Bu dansı yapacaktı. Sırf onun ağabeyi olduğu için itaatkar bir şekilde isteğini yerine getirecekti.
- Şe... şey… Dansta pek iyi sayılmam da… Hatalarımı affederseniz sevinirim. dedi titrek ama olabildiğince yumuşak bir sesle. Profesörün uzun boyuna yetişebilmek için parmaklarının ucunda hafifçe yükseldi. İndis’inkine göre bir parça kalın olan belini titrek elleriyle tuttu. * Müziğe ve adımlara uy… Indis ile yaptın. Ne farkı var ki? * Kendi kendine yaptığı telkinler hiç işe yaramamışa benziyordu ki az öncekinin tersine bir an evvel bitmesini dilediği anda her saniye bir asır gibi geliyordu. Profesörün dersi merakla beklediği türden olmuştu hep. Birbirinden ilginç, zaman zaman tehlikeli yaratıklarla onları tanıştırmıştı. Dersleri hep en sevdiği derslerden olmuştu. Şimdiyse bu anın hatırasıyla çekinerek gideceği türden dersler olacaktı. Parmak uçlarında hafifçe dikildiği için hareketlerinde bir parça daha zorlanıyordu. Sağa doğru adımını atarken yanlış atması ilerideki Slytherinli kızlar kıkırdamaya başlamıştı. Profesörü hafifçe döndürerek onun arkasından kızlara kaş çatarak baktı. Bir süre umursamasalar da sonradan kahkahaları keserek kaybolmuşlardı. Derin bir nefes vererek devam ederken gözleri sürekli İndis’i arıyordu. Heyecanını yenmek için yüzüne yerleştirdiği gülümsemeyle konuştu.
- Bu hayatımın en ilginç günü olacak sanırım. Derslerinizin her biri kadar unutulmaz bir an… Ders demişken Hogwarts’a gelmeniz gerçekten güzel oldu. Hiç sizinkiler kadar eğlenceli ve zorlu dersler geçirmemiştim. Konuşmasının sonunda yüzünde heyecanlı bir gülümseme belirdi. Eh kendine emrivaki yapıp güzel kadınlara havalı iltifatlar atacak kadar kibar (!) olan William gibi güzelliği hakkında iltifatlar asla edemezdi. Eh elbette güzel sayılırdı profesör -her ne kadar bunu işiyle gölgelese de- ancak Chris’in gözünde dünyada tek bir güzel vardı. Yüzüne kezzap bile dökülse İndis onun için hep öyle olacaktı. Bunun yerine sözlerini gerçekçi bir şekilde derslerine yöneltmişti. Bu iltifatının profesörü gülümsetmesi daha da hoşuna gitmişti. Utangaçlığını üzerinden atarak bir parça daha uyumlu hale geldi. Kısa bir süre içerisinde dersler hakkında profesör öğrenci çizgisinde hafif bir sohbete başlatmayı başarmıştı. Bununla yalpalamaları azalıyor ve daha rahat bir şekilde adımlarını ileri geri atmaya başlıyordu. Böyle olsa da bu hala ona işkence gibi gelmeye devam ediyordu. Sadece biraz hafiflemişti o kadar…
Pistte olabildiğince uyumlu olmaya çalıştığı ama gerek heyecanı gerek boy farkının etkisiyle sürekli ufak bölünmeler geçiriyordu. Eh yetimhanede kimse ona dans etmesini söylememişti. Böyle bir balo olsa bile onun o günlerde kendine bir melek bulabileceğini sanmıyordu. Mugglelar kendisi hakkında korkmak yada ezmeye çalışmaktan fazlasını yapmamıştı. Hogwarts’a gelmeseydi; amcasını, kuzenini ve İndis’i bulmasaydı şu an da aynı durumda olacaktı. Ruhunun karanlığından kendisini çekip kurtaran İndis olmuştu. Kendisinin ezilmesine hor görülmesine engel olan Hogwarts’ta özellikle Slytherinlere karşı koruyan John olmuştu. Amcasıysa o yetimhane yerine sıcak bir aile ortamında kalmasını sağlamıştı. Şimdi onlar sayesinde hayatı mutlu ve huzurlu bir düzene girmişti. ancak elbette mutluluklar içinde sorunlar da çıkacaktı. Anlaşılan İndis’in kendisiyle yıldızları kep barışmayan ağabeyi William da öyle olacaktı. Büyük bir engel gibi görünmeye başlamıştı özellikle de son hareketiyle. Ancak yine de İndis’e olan aşkı bu engele takılıp düşecek kadar güçsüz değildi. Her ne kadar içinden bir ses engelin zorluğu olduğunu haykırıyor olsa da. Chris bu düşüncelerle biraz dalgınca ve bunun da yarattığı zorlukla dans ederken ansın başından beri olduğu gibi arada bir insan geçecek kadar açıklık ve sohbetin bitmesiyle oluşan sessizlik hakimdi. Bedenini saran utançla yüzüne bile bakamıyorken sonunda İndis ve William’ı görmesi rahat bir gülümsemeyle yüzünün aydınlanmasına neden olmuştu. William’ın klasik iltifatlarını yapıp İndis’i geri aldığında rahatlık dolu bir gevşeme olmuştu vücudunda. Asır gibi geçen dakikalar boyunca onu öylesine özlemişti ki…
- Sonunda… Yeniden İndis’i kollarına alırken rahat bir nefes vererek mırıldandığı sözler onda bir kahkahaya neden olmuştu. Kırgın bir bakışla ekledi. – Gülme, cidden çok feciydi! Eh kendisi William ile dans etmeye alışık gözüküyordu ve hep olduğu gibi kuğu misali kıvrak hareketlerle dansını sürdürdüğünü kalabalık arasından göz atarken görmüştü. Boy yada utanma gibi engellere çok da fazla takılmamıştı. Kendisi ise tabularını tümüyle yıkan bu hareketin lafını bile etmek istemezken zorla kendini profesörün kollarında bulmuştu. Onunla dans etmek gibi bir deneyime şahit olmuştu şimdi bile yüzü kızarmış ve terlerken buluyordu kendini. Ama Ağabeyi sağolsun bu baloda böyle bir deneyim yaşamasını da sağlamıştı. Merlin aşkına profesörün dersine nasıl girebilecekti? Peki ya etrafını çevrelemiş Slytherinlerin aptal alayları? ... Tüm bunları bıraksa tanıdıklarına bile rezil olmasının yükünden kurtulması zor olacaktı. Bir süre bunu düşünürken içini kaplayan huzursuzluk kollarındaki İndis’in gözlerine baktığında sönerek kaybolmuştu. O varken hiçbir sorun yoktu, hepsine katlanırdı.
- Pistten indiler, ara vermiş olmalılar. - Sözleriyle aynı zamanda işaret parmağı ile ileriyi gösterirken yüzünde bir gülümseme oluşmuştu. Zira adamın gözü hep üzerindeydi ve böyle giderse koluna yeniden profesörü takıp İndis’i alabilirdi. Yine de hala onun gözleri üzerinde gibiydi. O gözlerde kurtulmak için kendileri de pistten inmeli ve alandan uzaklaşmalıydı ama İndis ile dansı bırakmak istemiyordu. Yüzü bir an mutlulukla aydınlandı. Alandan uzaklaşmak…Evet hem alandan uzaklaşıp hem de dans edebilirlerdi pekala. Muzip bir gülümsemeyle omzunu tutan eli iki eliyle kavradı sonra sıkıca tutarak konuştu. – Benimle gelir misin? -Indis’den kibar bir tavırla cevap bekleyecekti ki ağabeyinin gözlerini onlara kaydırıp durduğunu gördü. Tam gözlerini ona dikeceği sırada arada perde olan çifte içinden binlerce kez teşekkür etti ve ne olduğunu bilemeden İndis’i kolundan çekip sürükleyerek dans pistinden aşağıya alana indirdi. İşte şimdi abisinden bir nebze olsun uzaklaşmışlardı. Ama bu yeterli değildi. Şimdi sadece kendilerine özel kimsenin göremeyeceği bir yer bulmalılardı. Chris aklından bunları geçirmekle meşgulken İndis de neler olduğunu anlamaya çalışıyor sorular soruyordu.
- Şşşt... Soru sormak yok, sadece gel Indis’in soularına tek cevabı bu olmuştu. Yüzünde hala o muzip gülümsemesi vardı. Adımlarını birbri ardınca atarak balo alanının kenarındaki ağaçların arasında kimsenin görmediği boş bir alan bulmasıyla gülümsedi. İndis’i oraya çekti. O heyecanla biraz hızlı gitmiş olmalıydı ki nefes nefese kalmıştı. Etrafına bakındı balo alanı gibi büyük bir ışıklandırmadan yoksundu. Tam da Chris’in sevdiği gibi doğanın ışıklarıyla yani yıldızlar ve ayla aydınlanıyordu. Ağaçlar biraz karanlık bir görüntü halinde yanında uzanıyordu ve ağaçların üzerindeki kuşlar gece içinde hafif seslerle ötüyorlardı. Tam da istediği gibi bir yerdi ki öyle olmasa bile sadece William’ın gözlerinden uzakta olması bile yeterliydi. İçinde rahatlamanın oluşmasının ardından hafifçe arkasını dönüp bir büyü fısıldadı. Arkasından tıpkı gözlerini kapattığında hayal ettiği gibi bir buket çiçek önce ışın iplikçikleri sonra da somut bir nesne olarak asasından çıkmıştı. Yüzünde bir gülümsemeyle çiçekleri Indis’e uzattı. Onun teşekkürü ardından konuştu. -Bu dansı bana lütfeder misin? Sözlerini söylerken kitaplarda okuduğu prenslerin yada asil şövalyelerin edasıyla bir jest yaparak eğilmiş ve kolunu İndis’e uzatmıştı. gür sarı saçları hareketleriyle ve rüzgarla orantılı olarak havalanıyordu. Kısa bekleyişin ardından ipeksi ses iç okşayıcı bir tonda olumlu yanıt vermişti. Yüzünde bir gülümseme oluşurken hızlı düşünen zihninden geçenler henüz bitmemişti. Burada bu küçük alanda kendi ihtişamlı balosunu yapacaktı. Sadece kendisi ve İndis’in olduğu alanda kuşların müziği yıldızlar ve ayın ışığı ile dans edeceklerdi. Şimdi dans için süsler yapma sırasıydı. Hızlı bir hareketle kostümüne iliştirdiği asasını yeniden çekti ve bir büyü daha fısıldadı. - Bubbles Bu sefer sürprizi bozmamak adına İndis’in bile duymamasına dikkat etmişti. Sonunda da altın renkli muhteşem görünümde baloncuklar başlarının üzerinde belirmişti. İşte şimdi gerçekten tam bir balo alanı olmuştu. Şaşkınlıkla yaptıklarını izleyen İndis’e gülümseyerek baktı ve kendine doğru çekti. Yine ona dolanarak, ama bu sefer eskisinden de yakın ve samimi bir şekilde dans etmeye başlamıştı. İndis’in saçlarının kokusu burun deliklerine doluyor ve içini okşuyordu. İşte şimdi balo gerçekten mükemmel olmuştu. | |
| | | William Julian O'Neil Ravenclaw 5. Sınıf Öğrencisi
Ruh hali : Mesaj Sayısı : 1164 Yaş : 29 Kan statüsü : Melez Galleon : 11958 Ekspresso Puanı : 7 Kayıt tarihi : 17/08/08
| Konu: Geri: - Maskeli Balo - Ptsi 01 Eyl. 2008, 23:10 | |
| Sabahın ilk ışıklarıyla yüzünde hissettiği buz gibi suyla sıçrayarak kalktı William. Uyku sersemi nu neyin uyandırdığını anlamaya çalışarak çevresine bakındı şaşkın bir şekilde bir süre. Siyah saçlarının ortasında bir su balonu patlayıp onu sırılsıklam edene kadar. Kafasını kaldırıp baktığında (yüzüne peş peşe düşen iki su balonuna neden olmuştu) okulun ilk gününden beri anlaşamadığı pis hortlak Peeves’i gördü. Su balonuyla doldurduğu ellerindekileri bırakarak ( sırılsıklam olmuştu Will) Will’e nanik anlamında bir işaret yaptı ve o ağzını bile açmadan ve asasına uzanamadan hızla kapıya doğru gidip kayboldu. Daha güneş tam olarak doğmadan kalkmaktan dolayı öfkelenen William birkaç küfür savurdu hortlak için, onu duyamasa da. Bir kere uyanmışken şimdi hayatta uyuyamazdı bir daha. “ Merlin’in Sakalı.” Sırılsıklam oturmak istemediğinden kalktı ve krem rengi pijamalarını çıkartıp kurumaları için örtüsünü kabaca düzelttiği yatağına serdi. Sonra ayakucundaki Hogwarts armalı açık kahverengi sandığa yöneldi. Okulun Baloya gideceği gün ders yoktu o yüzden o gri pantolon, kalın cüppe ve berbat kravatta yoktu. Muggle kıyafetlerini giyebilirdi, rahat kıyafetlerini. Sandığındaki temiz giysiler arasından – biraz azalmışlardı – oldukça koyu bir lacivert kot pantolonunu ve beyaz, sade bir tişörtünü çıkardı. Giyinmesi kısa sürmüştü. Asasını komodininden alıp kotunun sağ cebine, en rahat ulaşabileceği yere koyduktan sonra ıslak pijamalarına göz gezdirdi ve yüzünü buruşturdu. Lanet olası hortlak yine becermişti keyfini kaçırmayı. Yatakhanedeki bir iki kişi daha uyanmış ama uyumuşlardı tekrar. Onlar gibi olmayı ne kadar isterdi. Sırf bu konuda değil her konuda. Onlara mektup yazan anneleri ve babaları vardı, her şeyin sorumluluğu üzerinde olan kişi anneleri değildi. Bir çoğunun normal bir hayatı vardı. Arkadaşları, kız arkadaşları, aileleri… Tek dertleri derslerdi herhalde. Kıskançlık duygusunun içini doldurduğunu hissetti. Hiç birinin babası gözlerinin önünde ölmemişti herhalde. Yıllardır büyüyle iş yapmaya çalışan anneleri saklanmak için Muggle dünyasında iş bulmak zorunda kalmamıştı. Anneleri uzaktayken başına bir şey gelmesinden korkmuyorlardı herhalde. Bu düşüncelerle kendisini çok zayıf hissetti. Yıllar geçmişti ama çok küçüklüğündeki gibi babasının eve gelmesini, çeşitli büyülerle kendisini eğlendirmesini, hatta kendisine kızmasını bile özlemediği tek gün yoktu. Ölüm yiyenlerden tiksinmediği, hepsini yok etmek istemediği tek gün olmadığı gibi. Normalde kindar bir yapısı yoktu, çekingen de değildi. Ama… Geçmişi yüzünden olup olmadığından emin değildi ama hiç arkadaş edinememişti adam gibi. Bazılarına karşı kendi suçuydu, kafasını kuma gömmüş, hiç kimseyle ilgilenmemişti ilk yıllar. 11 yaşında biri için fazla olgun davranma alışkanlığı iki yıl sürmüş ve yok olmuş, ama insanların hakkındaki düşünceleri kesinleşmişti. Slytherin’ler hoşlanmazdı ondan, sataşırlardı ona. O’Neil adı Zümrüdüanka Yoldaşlığıyla bağlantısını açıkça gösterirdi çünkü. O da anne babaları büyük ihtimalle ölüm yiyen olan o sinsi yılanlara karşı öyle davranırdı. Sataşır, kavga ederdi gerekirse. Bir kere ifrit boyunda bir çocuğa dalmış, kanayan bir burunla Hastane Kanadına gitmek zorunda kalmıştı. Çocuğun Slytherin Quidditch takımının vurucusu olduğunu ve yanında vurucu sopasıyla antremandan geldiğini nereden bilebilirdi ki. Gryffindor’lar ve Ravenclaw’lar ile neden anlaşamadığını merak ediyordu. Birde Hufflepuff ile. Ama düşündükçe, ilk iki yılından kaynaklandığını anlıyordu. Sersemce davrandığı o ilk iki yıl. Ama o böyle büyümüştü. Onun gözünde annesi onu değil o annesini koruyordu. Hiçbir zaman karşılaştığı sıkıntılardan annesine bahsetmezdi. Onu üzmek istemezdi. Zaten fazlasıyla kırılgan bir görünüşü vardı annesinin. Karakteri öyle olmasa da.. Üzmek istemezdi onu. Zaten omuzlarındaki yük ve yüreğindeki acı, babasının acısı yetiyordu ona biliyordu. O yüzden arkadaşlığın paylaşma bölümü biraz zordu onun için. Belki de ilk bakışta soğuk görünmesinin nedeni buydu. Binasındakileri bırak yatakhanesindekilerin adını bilmiyordu adam gibi. Oysa arkadaşlarına ve arkadaşlığa çok değer verirdi. Onlar için yapamayacağı olmazdı, gerçek dostları için. Bu sene bitiyordu artık, umudu yoktu ama bir dahaki sene farklı olacaktı. Biraz daha sosyal olacak, Quidditch seçmeleri gibi etkinliklere katılacaktı. Dersleri düşünerek geçirmeyecekti tüm vaktini. O ilk izlenimi kıramaması ne kadar kötüydü. ‘Bazı çocuklar çok acımasız oluyor.’ Diye düşündü buruk bir gülümsemeyle. Acımasız..
Düşüncelerine gömülmüşken fark etmeden büyük salona gelmişti. Yatakhaneden ne zaman çıkmış, ne zaman ortak salondan ve kuleden inmişti? Dalgın bir biçimde yürürken her zamanki ters görüntüsünü sürdürdüğüne emindi. Gözüne düşen bir tutam siyah saçı eliyle sabırsız bir şekilde arkaya attı ve kahvaltının henüz başladığını anlatan kokular eşliğinde her seferinde tıka basa doyarak terk ettiği ama açlıktan ölerek girdiği büyük salona adımını attı. Sabahın o saatinde olacağı gibi bomboştu. Her binadan bir iki kişi vardı masalarda. Kendi masasına geçip masanın Profesör masasına yakın kısmındaki boş yere oturup önündeki yiyeceklere göz attı. Kızarmış ekmekler, tostlar, sosisler, peynirli börekler, mısır gevreği... Karnının ne kadar aç olduğunu yeni fark ediyordu. Yüzünde beliren sırıtışla tabaklara uzandı ve tabağını doldurduktan sonra yemeğine başladı. Bu kadar erken gelmenin avantajı sıcacık yiyeceklerdi. Tamam, belki biraz fazla sıcacık. Ağzına büyük bir parça sosis attığında tek hissettiği şey sıcak olmuştu. Dilinin haşlanmasının üzerine içtiği buz gibi Balkabağı suyu da pek fayda etmemişti. Sıcak yiyeceklere geçmeden biraz daha beklemeye karar veren Will mısır gevreği kâsesine uzandı. Masadaki tek soğuk yenebilecek şey oydu. Kısa süre sonra kâse bitmiş artık onu haşlamayan yiyeceklere dönmüştü.
Tıka basa doymuş bir halde Büyük Salonu terk ettiğinde yeni yeni dolmaya başlamıştı masalar. Yavaş yavaş gelmeye başlayan baykuşlar her zamanki gibi mektubu/paketi atıp gidemiyor, beslenmeyi ve dinlenmeyi istiyordu. Taşıdıkları ağır paketler yüzündendi herhalde. Yüzlerce baykuşun arasında Kneen’i görmeyi beklemiyordu Will. Baykuşların arasında dikkat çekerek gelen Kahşin kendisi masadan kalkarken iyi fren yapamamış masaya bir an değen pençeleri Will’in göğsüne yapışmıştı resmen. Kuş belli ki hızlı ve yorucu bir yolculuk yapmıştı. Pek hafif sayılmayacak bir şey taşıyormuş gibiydi. Bir... Çanta? Ve gagasında bir mektup. Koluna tüneyen – ya da tünemeye çalışan – hayvanı sevgiyle okşadıktan sonra kolunda kalmasına aldırmadan hızlı hızlı yürüyordu. Adını çok sevdiği bir dörtlüğün olduğu sayfada gördüğü bir adamdan almıştı Kneen. Çağlar boyu Quidditch’ten. Birçok isim kadar anlamlı değildi ama alışmıştı bu ada kısa sürede kuş ve başka bir ad işe yaramazdı artık. Denemişti Will. Hızlı adımlarla kuleye çıkarken çantayı ve mektubu kavramış içini kemiren merakla bunların ne olacağını düşünüyordu. Çanta kendisi çok hafifti ama içinde sanki demir vardı. Mektupta genelde aldığı mektuplar kadar ağır değildi. ‘Çelişkiye bak.’ Kahşin kolunu sallayıp durması üzerine çevresinde uçmaya başlamış sonra da omzuna tünemişti. Pençelerinin omzunu kestiğini fark eden Will eliyle sinek kovarmış gibi bir hareket yaptı. “ Kes şunu Kneen.” Çatık kaşları ve ikna edici ses tonu veya kuşun uçma isteği omzunun serbest bırakılmasına neden olmuştu. İrlanda Anka kuşu olarak bilinen ve ender görülen kuşun koridoru üç kere dönmesini izlemek düşüncelerinden bile daha yorucuydu. Kolunu kuşa uzattı. Sert pençeleri bileğine geçerken yüzünü buruştursa da sesini çıkarmadı. Annesinin mektubu ve çantayla ilgili merakı buna engel olmuştu. Öyle ki giriş için sorulan soruyu iki kere tekrar ettirmesi gerekti. Beyni durmuştu sanki. Lacivert kanepe ve koltuklara, beyaz- mavi minderlere serilmiş öğrencilerin yanından hızla geçti. Taş basamakları birer, ikişer çıktı ve erkekler yatakhanesinin kapısını açtı. İçeride daha yeni uyanmış bir iki kişi vardı. Başıyla dalgınca selam verip yatağına yöneldi. Lacivert örtüsünün üzerinde krem rengi pijamalar, yatağın çevresinde hareket eden resimler vardı. Komodinin üzerinde birkaç kitap ve yatağının altına konmuş, ucu görünen süpürgesi vardı. Okula geldiğinden beri adam gibi binmediğinden ortalıkta durmuyordu süpürge. Üzerinde günlük cüppesinin durduğu sandığının üzerine atladı Kneen kolundan. Yeni bir yere gelen ve orayı keşfetmek isteyen kuş odada uçmaya başlamıştı. Tek sorun takıldığı perdelerdi. Kuşun kolunu bırakmasına sevinen Will kolunu ovuşturdu. Güçlüydü bu Kahşin’ler, bayağı güçlü. Kuş odanın içinde dönüp durmaya devam ederken pijamalarını bir kenara itti ve yatağına oturdu. Mektupla başlayacaktı. Öyle yapması iyi de olmuştu direk çantayı açsa şoka uğrardı herhalde. Güzel bir el yazısı ile yazılmış adına bakarken kaşlarını çattı ve zarfı yırtarak açıp içindeki parşömeni kaptı.
Sevgili Will,
Sizin maskeli balonun bugün olduğunu biliyorum o yüzden yetişip yetişemediğinden emin değilim bu mektubun. Ama şu anda saat on ikiyi geçtiğine göre ve Kneen’in rahat rahat bir altı, yedi saati olduğuna göre sanırım yetişir. Maskeli Baloyu duyduğumda isteğin üzerine yolladığım zırhı hatırlıyorsundur. Sanki bir şeyler eksik gibi geldi ve biraz düşündükten sonra gerçek olmasa bile sahte bir kılıcın bile olmadığını fark ettim. Kısa süren bir araştırma sonucu, keskin olmayan tüm kılıçların oyuncak olduğunu anladım ve bir antikacı da gerçek bir kılıç buldum. Pekiyi bir fikir değildi ama senin o kılıcı kınından çıkaracağını sanmam. Ayrıca asanın yarısı kadar bile güçlü değil orada bu nesne. Ayrıca sana güveniyorum, güvenimi boşa çıkartmazsın umarım. Çantanın içinde bir şey daha var. Zırhına uygun bir miğfer. Sanırım bu biraz Baloyu abartmak oldu ve bundan hoşlanmayacağını düşündüm ama yine de, dediğim gibi içim rahat etmedi. Mektubumu kısa kesiyorum çünkü bunların vaktinde eline geçmesini istiyorum.
Sevgiler, annen.
Kısa mektubu bitirdikten sonra ince uzun çantada ne olduğunu anlamıştı. “Gerçek bir kılıç... Yok artık. Şaka yapıyor olmalı.” Evet, Muggle kitaplarındaki Savaşçılara, okçulara, büyücülere ( oradakiler farlıydı), balta ve devasa çekiç kullananlara ve özellikle kılıçlı savaşanlara hayran olduğundan böyle bir kostüm düşünmüştü ama direk eline bir kılıç verilmesi, bunu annesinin vermesi çok garipti. Ayrıca… Tehlikeli gibiydi sanki. Ama gerçek bir kılıca sahip olma düşüncesi hepsini yenmiş merakla çantayı açmıştı. Çok büyük sayılmayacak bir kılıç – parmağındaki bir kesiğe neden olan kontrolü aşırı keskin olmadığını da gösteriyordu – ve kını vardı. Kılıç kınına konmuş sivri tarafına miğfer yüze geçirilmiş gibi geçirilmişti. İkisini yatağına koyarak hayranlıkla baktı. Kim bilir hangi savaşta kullanılmıştı kılıç – ve içini kötü yapan bir düşünce, kimleri öldürmüştü acaba? – düşünceyi aklından kovmaya çalışarak odada dönüp duran Kneen’e baktı. Sakinleştirip biraz baykuşhaneye gitmesini sağlamalıydı. Ama nasıl... “Kneen!!”
Sahibinin sesini duyan kuş tereddüt etti. Eğlenceli bir yerdeydi ve geri gönderilmek istemiyordu. Ama elindeki yiyecekle onu çağıran William onu yine yiyecekli bir yere götürürdü. Büyük ihtimalle baykuşhaneye. Kuş insanların homurdanmasına benzer bir ses çıkartarak yumuşak(!) bir iniş yaptı Will’in koluna. Elindeki meyankökü asasını yalayıp yuttuktan sonra hüzünlü bir şekilde ona baktı. Gitmek istemiyordu o baykuşların yanına. Will kararlı bir şekilde pencereyi gösterdi boşta kalan eliyle kahşin’in hüzünlü bakışlarına aldırmadan. Alışmıştı artık kuşun huylarına. Pencereyi açtı, kuşun olduğu elini silkeler gibi yaptı ve sarsıntıdan havlanan kahşin’in baykuşhaneye ilerleyişini izledi. Anka kuşları kadar güzel görünmeyebilirdi ama onlar kadar zekiydi. Kuş sinirli bir tavırla dönüp gagasıyla elini sertçe dürttüğünde bile yüzündeki gülümsemeyi korumuştu.
Günün büyük bir bölümünü Bludger’ları alt etmek adlı kitabı okuyarak ve her ne kadar dönem bitmek üzere olsa da geç kalmış birkaç ödevini tamamlayarak geçirdi. Son anda binasından puan düşmesini hiç istemezdi. Zaten yıl boyunca adam gibi puan kazandıramamış olarak. Ancak hemen hemen herkes giyinmeye çıkıp ortak salon boşalınca pencere kenarındaki koltuğundan kalktı ve yatakhaneye çıktı. Kostüm işini çok garip buluyordu. Sanki herkes normal gidecek bir tek kendisi o garip kılıç ve zırhla gidecekti. Kurtulamadığı his yüzünden kendisine lanetler okuyarak taş merdivenleri çıktı. Kızlar ve erkekler yatakhanesinin bölündüğü yerde duraksadı. İçeriden kıkırtılar, birbirinden ayırt etmesi imkânsız sesler ve garip kokular yükseliyordu. İksir zindanındaymış gibi hissetti Will. Kendi yatakhanesine doğru yürümeye başladı. Bu balonun başlaması ve bitmesini istiyordu. Ne kadar denese de zevk alabildiği bir şey değildi balo. Denemişti. Aklına çok küçüklüğünden hatırladığı bir balo geldi. Ne için olduğunu bilmiyordu ama önemli olduğunu hatırlıyordu. Anne ve babası da katılmışlardı. Resmi cüppeli o kadar insanın oluşturduğu gürültüden hiç hoşlanmadığını da hatırlıyordu Will. Belki de o yüzden balolardan hoşlanmıyordu. İlk balosu pek eğlenceli geçmiş sayılmazdı. Kalabalık alanlardan çok hoşlanmamasının başlangıç tarihi de balo olmuştu herhalde. Veya annesiyle zorunluluktan sürdürdükleri muggle hayatında gittiği alışveriş merkezleri. Kızlar yatakhanesinin yarısı kadar kıkırdama olan ama aynı derecede gürültülü yatakhaneye girdi…
En son William J. O'Neil tarafından Ptsi 01 Eyl. 2008, 23:11 tarihinde değiştirildi, toplamda 1 kere değiştirildi | |
| | | William Julian O'Neil Ravenclaw 5. Sınıf Öğrencisi
Ruh hali : Mesaj Sayısı : 1164 Yaş : 29 Kan statüsü : Melez Galleon : 11958 Ekspresso Puanı : 7 Kayıt tarihi : 17/08/08
| Konu: Geri: - Maskeli Balo - Ptsi 01 Eyl. 2008, 23:10 | |
| Yarım saat sonra siyah, gri ve koyu kahverengi’nin hâkim olduğu zırhı ve kıyafetinin diğer parçalarını giymiş binasındakilerle birlikte orak salona iniyordu. Görünümünden şikâyetçi değildi ve kınında dursa da gerçek görünümünü sapıyla bile fark ettiren kılıcı sayesinde memnun bile sayılırdı. Annesinin yolladığı diğer şey, miğferse elindeydi, takmayı pek düşünmüyordu da. Zaten kimse kimseyi tanıyamıyorken. Bakışları yine koyu kahverengi pantolonunun sol tarafından sarkan kılıca yönelirken kan makyajıyla gerçekçileştirilmiş vampir kostümlü bir kız hızla ona çarparak duvara yapışmasına neden oldu. Sinirli bir şekilde kalabalığın içinde yürümeye çalışmaya geri dönerken gözleri kostümleri neredeyse delip geçiyor ama aradığı kişiyi bir türlü bulamıyordu. ‘ Nerede?’ En sonunda genellikle yanında gördüğü iki çocuk ve bir kızla beraber kendisinden biraz ileride yürüdüğünü gördü. Marisha… Hayranlık dolu bakışlarını diktiği kıza bakarken gereğinden fazla hareketsiz kalmış arkasındaki yarı ifrit bir çocuktan bir yumruk yemişti. Hızla ilerleyip bir iki kişi sertçe iterek öne geçti. Hala Marisha’ya ve yanındakilere bakıyordu, onu fark etmelerini beklemiyordu bu kalabalıkta etseler de bir şey değişmezdi ya. Kızla konuşmaya çalıştığı bir iki seferi hatırlamak bile istemiyordu. Kekeleyip durduğu ve en sonunda resmen kaçtığı bir iki seferi. Kesinlikle bir şey değişmeyecekti. Hatta fark etmemeleri daha iyi olurdu çünkü kızın onu hatırlayacağını tahmin ediyordu. ‘ Merlin aşkına…’ Son istediği şeydi. Marisha’nın yanındaki çocuğa genellikle yüzünde belirmeyen kıskanç bir ifadeyle baktı. Aslında baloya onunla birlikte gitmek istemişti, gerçekten istemişti ama sorma kısmı pek başarılı olamamıştı. O üç arkadaşıyla yapışık dördüzler olarak geziyorlardı. Hiç yalnız yakalayamamıştı ki. Bir sefer hariç ama onda da soramamıştı. ‘ Neden…’
Yürürken düşünmek beklediğinden daha hızlı yürütüyordu kendisini. Ne olduğunu anlamadan Testrallerin çektiği arabalara gelmişlerdi. Varlıklarını okula geldiğinden beri bilen ve onları görebilen Will yavaşça birinin yanına yaklaştı. Kanatlı atların en ilginç türüydü bunlar. En gizemli. Ve en ürkütücü. Hoşlanmadığı yaratığın yerdeki et parçasına saldırması üzerine geri çekilirken bunun nedenini çok iyi bildiğini düşündü. Onları görmekten hoşlanmıyordu. Ölüm görmüş olmaktan. Yüzü karamsar ifadesine dönerken öğrenci guruplarının arasına karıştı. Bir de onunla aynı arabaya denk gelmek için uğraşmayacaktı. Boşa uğraştığını bile bile… Arabalara biniş izni verilir verilmez boş bulduğu bir tanesine atladı. Yanına düşe düşe Slytherin’li bir iki kişi düşmüştü. ‘Harika... 5 dakika 5 yıl olacak…’
Yolculuk gerçekten çok uzun sürmüştü onun için o boğucu arabada o berbat ifrit gibi kokan iki çocuğun arasında sıkışmış bir şekilde oturduğunda. Yüzünü buruşturup başını salladı. Hogwarts’ın ifritleri okula almaması gerekiyordu. En azından normal öğrencilerle aynı yere. Kalabalığa ayak uydurmaya çalışarak yürürken çevresine bakıyor ve büyü dünyası hakkında aslında ne kadar az şey bildiğini fark ediyordu. Havadaki alev topları ve süsler, özellikle yemekler… Her şeyin görüntüsü, Enfesti... Kendini ilk bulduğu sandalyeye atarken gözleri kalabalığın üzerinde dolaşıyor binasından hatta okuldan birini bulmaya çalışıyordu. Marisha’yı bulmaktan umudunu kesmişti zaten. Bir süre bakınıp kendi binasından birini de bulamayınca ayağa kalktı ve sinirli bir tavırla dans edenlerin arasından geçip biraz daha sakin olan ama sandalye bulunmayan bir köşeye gitti. Sırtını buz gibi bir duvara dayayıp gözlerini kapadığından uyuyormuş gibi hissetmişti. Pek hoşlandığı (!) kalabalık yokmuş gibi.. Gözlerini açtığındaysa delicesine eğlenen ve insanların özellikle yaşıtı bazı erkeklerin pek eğlenmesine sebep olan bir gurup Veeela’yı gördü. Yüzünde beliren bir gülümsemeyle binasından tanıdığı bir son sınıfın Veela kızın etrafında dönüp durmasını, yarım yamalak Fransızca konuşuma çabalarını izledi... Madem buradasın o zaman zevk almaya çalış... Biraz bile olsa… | |
| | | Şişman Keşiş Hayalet
Ruh hali : Mesaj Sayısı : 39 Yaş : 70 Kan statüsü : Gri Galleon : 12071 Ekspresso Puanı : 0 Kayıt tarihi : 17/05/08
| Konu: Geri: - Maskeli Balo - Salı 02 Eyl. 2008, 01:05 | |
| Koridor boyunca baktı Keşiş. Büyük bir balo düzenlendiğini duymuştu ve bu baloya dünyanın dört bir yanından insanlar gelecekti. Kendisini de orada olacaktı ki bu onu mutlu ediyordu. Birkaç duvarın içinden geçerek Hufflepuff ortak salonunun önüne kadar geldi. İçeri giren bir grup son sınıf öğrencinin iyi akşam dileklerini kabul ederek bir o yana bir bu yana süzülerek beklemeye başladı. Yapacağı pek bir şey yoktu. Ortak salona giren kostümlü öğrencilerin her biriyle kısa kısa konuşmaya çalışıyordu. Zaten artık pek bir zaman kalmamıştı. En iyisi etrafta haberi olmayan birileri var mı diye kontrol etmekti. Dümdüz ilerleyerek büyük salona doğru gitti. Etraf bomboştu. Şimdilik kimse burada değildi anlaşılan. Bir anda kulağına bir ses geldi. Bu acıklı sesi her uzaklıktan duyabilirdi. Hızla sese doğru ilerledi. Ses mutfağın oralardan geliyordu. Peki bu saatte kim neden ağlardı ki? Bir iki duvarın içinden süzülmesiyle o yere çömelmiş küçük kızı görmesi bir oldu.“Ne oldu küçük kız?” diye sordu elini saçlarına doğru uzatarak. Dokunamasa bile elini orda görmek ona da iyi geliyordu. Kızın kafasını hafifçe kaldırıp burnunu çekmesi bir oldu. Sarı saçlı bir Ravenclawdı bu. Yüzünden akan yaşların sayısı bir hayli çoktu.
“Bir şey yok.”
“Ayağa kalk. Gel seninle biraz yürüyelim.” Keşişe bakan kız ağır ağır ayağa kalkarken onun gülümseyen suratına karşı koyamadan gülümsedi. Keşiş kızın ona yetişmesi için ağır ağır süzülmeye başladı Ravenclaw ortak salonuna doğru. Kız yanında yürümeye başladığında Keşiş kızı konuşursa ağlayacağını fark ederek sessizliği bozmamaya karar verdi. Uzun süre yan yana ilerledikten sonra bir köşeyi döndükleri gibi yükselen ses ve onlara doğru koşan kızla Keşiş öylece durdu.
“Neredeydin sen? Her yerde seni aradım. Hadi daha yapacak çok işimiz var. Koş.”
“Ama abla…” Küçük kız ablasıyla bir süre bakıştıktan sonra kafasını salladı. Belli ki ağlamasının nedeni ablasıydı. Onlar uzaklaşırken Keşiş de artık zamanın gelmekte olduğunu fark ederek hızla süzülmeye başladı. Ortak salona gidip biraz çocuklara cesaret vermek istemişti ama artık bunun mümkün olamayacağını düşünüyordu. Bir süre süzüldükten sonra büyük bir Hufflepuff konvoyuyla karşılaşması da bu düşüncesinde haklı olduğunu göstermekteydi. Hemen üzerlerinden süzülerek yürüyen öğrencilere baktı. Kostümleriyle rengarenk olmuş büyük bir topluluktu. Bir anda bu renk cümbüşünün içinde gözüne takılan çocuğu süzdü. Yerde süzülürcesine yürüyen bir hayaletti bu. Elinde olmadan gülümsedi. Kim böyle bir kostüm giymiş olabilirdi ki. Yanına doğru süzüldü ağır ağır.
“Başka bir hayalet daha demek…”
Çocuğun kafasını ani bir şekilde çevirip onu süzmesi üzerine gülümsedi Keşiş. Çocuğun yürüyüşündeki tanıdıklığı çözmeye çalışırken onun konuşmasını duydu.
“Ben Garda. Kostümüm güzel mi?”
“Ah, Garda. Tahmin etmeliydim. Tabi kostümün çok güzel. Keşke havada süzülebilseydin. Baloya kadar benim yanımda gelmeni isterdim doğrusu.”
Yüzündeki gülümsemeyle birlikte Garda’yla bakıştı kısa bir süre. Onun gibi birini daha önce tanıdığını hatırlamıyordu Keşiş. İçine kapanık biri gibi görünse de arada sırada çok güzel muhabbet edebildiği biriydi. Yukarıya doğru süzülerek kalabalığın içinde fark edilen kostümlere sahip çocuklarla konuştu tek tek. Arada sırada kalabalığın içine dalıp onların sıkılmamasını sağlamaya çalıştı bütün yol boyunca. Ancak bu iş oldukça yorucuydu; çünkü gelmesi gereken hiçbir hayaleti görememişti. Dışarı çıktıklarında ise arabalardan oluşan o uzun kuyruğun arkalarına doğru süzüldü. Başka bir hayalet gelse de o kadar uzaktan görebileceğini sanmıyordu. Arkada nedenini anlamasa da birinci sınıflar yoğunlaşmıştı. Şu güne kadar tanışmadığı birçok çocuk vardı orada. En arkadaki arabadan başlayarak arabaların kalkacağı zamana kadar onlarla konuştu. Konuşmaya pek istekli olmasalar da kostümleri hakkında konuşulmasını seviyorlardı. Keşiş de kostümlerinden yola çıkıyordu hepsiyle konuşurken. Birinci sınıfların masum kahkahaları arasında balonun olduğu yere doğru arabalar yola çıkarken Keşiş de biraz havalanarak yukarıdan takip etti konvoyu. Arada sırada keskin dalışlar yaparak çocukların gülmesini sağlamak dışında tek yaptığı geride kalmamaya çalışmaktı ki bu da biraz zor oluyordu. Beş dakika kadar kısa bir sürede ne kadar yol süzüldüğünü düşününce bu yol için arabalara gülümseyerek baktı. Arabalar olmasaydı çocukların halinin çok da iç açıcı olmayacağını düşünüyordu. Arabalardan inilme işi başladığında düzeni sağlamaya çalışan profesörlere yardım etmeye başladı. Birçoğu bir şey söylenmeden hiçbir şey yapmamaktaydı zaten bu birinci sınıfların. Bu yüzden bu yardım işi oldukça kolaydı. Uzun bir bekleyişin ardından sırayla arabalardan inilmesini sağladı Keşiş. Durdukları yer nedeniyle balonun olduğu yer oldukça uzakta kalıyordu. Bu da oranın görünmesini zorlaştırmaktaydı. Keşiş en son arabadakileri de indirdikten sonra en ön tarafın ilerlemeye başladığını görerek ileriye doğru süzüldü usulca.
Balonun olduğu yer oldukça ihtişamlıydı. Uzun yıllardır böyle bir yer gördüğünü hatırlamıyordu Keşiş. Tabi eskiden çok daha ihtişamlı yerler görmüştü ancak burası da her zaman hatırlayacağı bir yer olacağa benziyordu. Özellikle en çok dikkat çeken şey üzerinde yemekler olan o beyaz masalardı. Öğrenciler birer birer içeri girerken keşiş de onlarla birlikte içeri süzüldü. Herkes temkinli bir şekilde ilerliyor, arkadaşlarını arıyor gibi görünüyordu. Etrafta birçok cadı ve büyücü vardı ki Keşiş bunlardan birçoğunun eksi öğrenciler olduğunu hatırlıyordu. Bu gece güzel geçecek gibiydi. Etrafta süzülürken bazı eski yüzlerin ona bakarak gülümsediğini görüyordu; ancak yüzleri tanınacak kadar açık olan pek az insan vardı. Kenarda yalnız bir şekilde duran birkaç çocuk görerek, birer birer onlarla ilgilenmek için süzüldü yavaşça. Bu gece yapacak çok iş vardı. Bu çocuklarla ilgilendikten sonra belki de o eski yüzlerle veya şimdiki öğrencilerle konuşma fırsatı yakalayabilirdi.
**Tek mesaj neyimize yetmez =)** | |
| | | Ivyanne Lynn Black Muggle
Ruh hali : Mesaj Sayısı : 823 Yaş : 32 Kan statüsü : Safkan Galleon : 12338 Ekspresso Puanı : 0 Kayıt tarihi : 26/12/07
| Konu: Geri: - Maskeli Balo - Salı 02 Eyl. 2008, 03:51 | |
| Güneşin doğmasına az bir zaman kalmıştı; ama yeşil gözleri hala uykuyla savaş halindeydi. Karanlıktan dolayı hiçbir şey gözükmeyen odada sadece masanın üzerinde duran gece lambasının aydınlattığı genç kadın ve elindeki orta kalınlıktaki kitap gözüküyordu. Ardına kadar kapalı olan bordo rengindeki perdeler, dışarıdaki ay ışığının içeriye dolmasını engelliyordu. Masanın kenarına çektiği, çift kişilik koltuğun üzerine uzanmış, ayaklarını da kenar kısmından sarkıtmıştı. Elinde bir Muggle’ın yazdığı gerilim romanı vardı ve tüm gece boyunca onu okumuştu. Her ne kadar Muggle’ları ve onların aletlerini sevmese de, yazdıkları bazı kitapların güzel olduğunu itiraf etmek zorundaydı. Kitaptaki karakterin yaşadıkları, hissettikleri ve davranışları çok dikkatini çekmiş; kendini birden bire o dünyada bulmuştu. Ama yavaş yavaş dışarıdaki karanlık yerini aydınlığa bırakırken, Eva kendini bulduğu dünyadan çekmiş; uykuya teslim etmişti bedenini. Kitabı göğsüne dayayıp, gözlerini yumarken; vücudu da koltuğun içine tamamen gömülmüştü.
Gözlerini aralayıp, masanın üzerinde bulunan saate baktığında öğle 3’ü gösteriyordu. On saattir uyumasına rağmen hala uykusunu alamamış gibiydi. Koltuğun üstünde uyuyakalmanın verdiği rahatsızlıklardan biriydi bu. Diğeri ise; ağrıyan beliydi. Eliyle sırtını tutarak yattığı yerden doğruldu ve içerinin aydınlanmasını engelleyen perdelere yöneldi. Esneyerek perdeleri açtığında, güneş ışınları birbirleriyle yarışarak içeriye dolmaya başladılar. Kamaşan gözlerini ışığa alışması için kapatıp açarken, pencereleri de ardına kadar araladı. İçeriye ferahlatıcı bir esintinin dolmasını beklerken, yalnız kuru ve bunaltıcı bir sıcaklığın girmesi onu hayal kırıklığına uğratmıştı. Kavurucu güneş tepeyi çoktan geçmesine rağmen; tüm sıcaklığını koruyordu. Gökyüzünde tek bir tane bulut yoktu ki; hava fazlasıyla kuruydu. Derin bir nefes alarak arkasını döndü; odanın hali dışarısı kadar iç karartıcı değildi. Yerinde olmayan tek şey perdelerle aynı renkteki koltuktu. Yatağını kullanmadığı için bozulmamış, çalışma masası dağınıklığı sevmediği için düzenliydi. Bakışlarıyla yerinde olmayan bir şey var mı diye etrafı tararken, masanın üzerine küçük bir kâğıt dikkatini çekti. Eline alıp, kendi el yazısıyla yazılmış notu okudu; “Maskeli Balo..” kendisine yazdığı küçük bir hatırlatma notuydu bu. Son zamanlarda çoğu şeyi unuttuğu için yazmıştı bunu ve okurken yanılmadığını da anladı. Gerçekten onu tamamen unutmuştu.
Notu buruşturup masasının altındaki plastik çöp kutusuna attıktan sonra; elbise dolabının içinden bugüne özel diktirdiği kıyafetini çıkardı ve yatağının üzerine bıraktı. Daha sonra odasının bitişiğindeki kendisi için ayrılmış banyoya yöneldi. Yorgun bedenini suyun ılık dokunuşuna bıraktı bir süre; tamamen kendine geldiğinde havlusuna sarıldı ve odasına geri geldi. Elbisesini almak için yatağına baktığında; onun üstüne tünemiş simsiyah tüyleri olan bir baykuş görmüştü. Bacağına bağlanmış bir mektup vardı ve Eva’ya masum masum bakıyordu. Ama bu bakışlar şu anda elbisesinin üzerinde bulunduğu gerçeğini değiştirmiyordu tabi. “Seni lanet olası aptal hayvan! Nerde durduğunun farkında mısın sen?” Sinirle baykuşu tutmak için bir hamle yaptığında, hayvan ondan erken davranmış havalanmıştı bile. Garip bir ses çıkarıp pencereden dışarı çıkarken; ayağındaki parşömeni de elbisenin üzerinde bırakmıştı. Olanlardan dolayı oluşan şaşkınlığı üzerinden atmaya çalışarak, mektuba uzandı ve bir yandan havlusunu diğer eliyle tutarak okumaya başladı.
“Eva; Sana önemli bir haberim var. Pek sevgili üvey annen hala Londra sınırları içerisinde. Onu yakın zamanda burada gören birkaç kişiyle görüştüm. Anladığım kadarıyla sürekli yer değiştiriyor. En son nerede görüldüğüne dair kesin bir bilgim yok henüz; ama araştırmaya devam ediyorum. Her an sana bir patronus yollayabilirim, tetikte ol! Paul…”
Okumayı bitirdiğinde dudağının kenarında hafif bir gülümseme oluşmuştu. İntikam ateşiyle yanıp tutuştuğunu gösteren bir gülümsemeydi bu.. *Az kaldı üvey anneciğim. Çok yaklaştım sana.* Keyfi yerine gelmişti şimdi ve sabırsızlığı kat kat artmıştı. İçindeki intikam ateşini söndürmek istiyordu artık. O günü heyecanla bekliyordu; kadın yalvartacağı ve öldüreceği günü… Gelen mektubu kitaplarından birisinin arasına koyup yatağının yanına geldi tekrar. Üstündeki havluyu çıkarıp, balo için diktirdiği elbiseyi üzerine geçirdi. Üstüne tam olarak oturmuş elbise, vücut hatlarını rahatlıkla belli ediyordu. Buz mavisi rengindeydi ve ince askıları vardı. Beline kadar fazlasıyla dar olan kıyafet; sonrasında ayak topuklarına kadar genişleyerek uzanıyordu. Ayaklarına da buz mavisi renginde topuklu ve camdan yapılmış bir ayakkabı giymişti. Hafif kabarttığı saçlarına da parlak taşlarla süslenmiş ‘Kraliçe Tacı’nı geçirdi ve aynanın karşısına geçti. Açık pembe renginde bir ruj dudaklarına gezinirken; siyah göz kalemiyle gözlerinin rengini belirginleştirmiş, göz kapaklarına da siyah bir far sürmüştü. Son olarak da yüzündeki çilleri fondöten yardımıyla kapattıktan sonra, aynada kendine son bir kez baktı; istediği gibi olmuştu. Bir ‘Buz Kraliçesi’ gibi gözüküyordu. Masanın üzerinde duran saate bir kez daha göz atıp, gitme vakti geldiğini görünce, elbiseyle aynı kumaşa ve renge sahip minik çantasını da eline alıp, odadan dışarı çıktı.
Koridorlarda etrafına bakınarak yürümeye devam ederken; kimseyi tanıyamadığını fark etti. Yanından geçen öğrencilerin hiçbiri tanıdık gelmiyordu. Hepsi çok farklı kostümler içerisindeydi; vampir, kurtadam, melek, şeytan, kelebek… Bu kadar kişinin içinde kendisi Kraliçe kostümüne rağmen fazla normal gözüküyordu. En azından onun garip kanatları, sivri dişleri yoktu. Merdivenlerden inip Giriş Salonuna geldiğinde Bayan Derwent’ın çoktan hazır olduğunu ve öğrencilerinde yavaşça gelmeye başladıklarını gördü. Profesör, çocukları sıraya koyup testrallerin çektiği arabalara yönlendirecekti. Herkesin arabaya binmesi için –en azından kendi binasının öğrencileriyle- ilgilendi Eva ve onların tamamen testrallere binmesinden sonra o da tekine bindi arabaların. Havada geçen bir iki dakikadan sonra kendisini Hogsmead’in önceden berbat bir halde olan; ama şimdi bundan eser kalmamış olan balo alanında bulmuştu.
Bütün Hogwarts’ın bir anda akın ettiği balo alanına doğru tek başına ilerlerken, bir yandan da etrafı inceliyordu. Bakanlık her ne kadar burayı şaşılacak derecede güzelleştirse de balo gibi kalabalık ortamlarda bulunmayı sevmeyen biri için göze pek de güzel gözükmüyordu. Havada asılı duran ateş topları sanki tepesine düşecekmiş gibi bir his veriyor; rengârenk balonlar her an patlayacakmış gibi geliyordu. Dans pistinin oradan yükselen müzik sesleri daha şimdiden kafa şişirmeye başlamış; arazideki insanlar üstüne üstüne gelmeye başlamıştı bile. Belki baloyu tek geçirecek olmasaydı bu kadar gözü korkmazdı sıkılmaktan. Etrafı izleyerek arazinin ortalarına geldiğinde; yanına gelen kanatlı bayanla durakladı birden. Bir an kızı tanıyamamıştı; ama dikkatli bakınca kendisini bulduğuna sevindiğini söyleyen kişinin Tatyana olduğunu gördü. Bu kalabalık içerisinde kendisini bulmasına hem şaşırmış, hem de tek kalmadığına sevinmişti. Ortalıkta konuşmanın iyi olmayacağını düşünerek bir teklifte bulundu. “Şuradaki masaya geçelim istersen.” Tatyana’nın kabul etmesiyle boş bir masaya ilerlediler ve beraber mezun olduğu arkadaşı yanlarından geçen garsondan birer ateş viskisi aldı. “Neye içiyoruz?” Eva, her ne kadar tanıdık birini görmüş olsa da yüzüne bir gülümseme yerleştirmekte zorlanıyordu. Kalabalıktan şimdiden sıkılmıştı. Ama Tatyana’nın lafıyla şaşkınlığını gizlemek için ister istemez gülümsedi ve tokuşturduğu kadehten bir yudum aldı.
“Güzel bir haber mi?” | |
| | | Haley Brooke Scott Oyuncu
Ruh hali : Mesaj Sayısı : 1158 Yaş : 31 Kan statüsü : Safkan Galleon : 13365 Ekspresso Puanı : 1 Kayıt tarihi : 07/09/06
| Konu: Geri: - Maskeli Balo - Salı 02 Eyl. 2008, 16:31 | |
| Uzun bir yorgunluk uykusunun ardından sonunda kendine gelebillmişti Haley. Bunun için “kendine getirici iksirden” bir yudum alması gerekmişti. Hızlı hızlı yürürken bir yandan da kendine kızıyordu: "Aptal kafam! Kestirmek için bugünü mü buldum? Şimdi balonun yarısını kaçırdım. Neden hep yanlış zamanlama beni bulur ki?!" Günlerdir tüm Bakanlık ve Hogwarts Çalışanları Maskeli Balo için hazırlandığından, okul işleri Haley’in üstüne kalmıştı ve her gün okulu denetlemesi, işlerini düzgün yapmayanları uyarması gerekmişti. Bunun üstüne bir de 2 günde bir Hogsmeade’e giderek Balo hazırlıklarının nasıl gittiğine bakmıştı. Bunu kendi isteğiyle yapmıştı ama yine de oldukça yorucuydu. İşlerinden o kadar bitkin düşmüştü ki, artık dayanamamıştı. Tabi bir haftadır geceleri uyuyamaması da cabası.. Bu nedenle balo günü okuldaki işlerini bitirdiğinde baloya kadar kestirmek için odasına çıkmıştı. . Nasılsa balo için kıyafeti hazırdı ve saçını nasıl yapacağını önceden düşünmüştü..
Fakat ne olduysa odasındaki o en rahat koltuğa uzandıktan sonra olmuştu. Tam 4 saat boyunca uyuyarak balonun açılışını kaçırmıştı. Uyandığında da balonun çoktan başladığını farkederek şok olmuş, eli ayağına dolaşmıştı. Aceleyle daha önceden hazırladığı beyaz, üst kısmı hafif büzgülü ve kalın askıları hafif işlemeli elbisesini geçirmişti üstüne. Zaten dalgalı olan saçlarını sihirle daha da belirginleştirmiş, omzunun üzerinden dökülecek şekilde salık bırakmıştı. Ayakkabılarını giymiş, özenle makyajını yapmaya çalışmıştı. Makyaj sırasında epey bir zaman harcamış fakat değmişti sonunda. Odasından çıkmadan önce son kez aynasının karşısna geçip kendini incelemişti. Ve, bembeyaz elbisesinin içinde, abartısız ama hoş makyajıyla kendisini görünce o kadar telaşa rağmen çok iyi hazırlandığını düşünmüştü. Tüllü başlığını ve kolyesini de taktıktan sonra anında balonun gerçekleşeceği yere cisimlenmişti ve şimdi, özenle hazırlandığını bildiği Maskeli Balonun kapısından içeri adım atıyordu..
İçerisi inanılmaz derecede kalabalıktı. Her büyücü en güzel giysilerini giymiş, özenle hazırlanmış ve anlaşılan saatler öncesinden gelmişti. Bazı büyücüler partnerleriyle gelirken, Haley gibi bazı büyücülerde tek başlarına gelmeyi seçmişti. Balo, olması gerektiği kadar ihtişamlıydı.. Alanı aydınlatmak için asılmış şamdanlar parıl parıl parlıyor, balonlar havada uçuşuyordu. Herkesin günlerdir hazırlanmasına değmişti. “Harika bir balo olacağa benziyor.“ diye düşünmekten kendini alamadı Haley. Bu düşümcelerle ilerlerken, karşısında Amortentia Cécile, Elizabeth Adrianna Malfoy ve Marveille Devereux vardı. Üçü de çok hoş görünüyorlardı. Şimdi ise Johnny Malfoy ile Lily Black'in yanından geçiyordu. “Birbirlerine en çok yakışan çiftlerden“ diye düşündü Haley. Vanessa Black’in yanından geçerken ona kısa bir selam vermiş, Vanessa da bunu karşılıksız bırakmamıştı. Haley, kendisinin tüm eski görevlerini devraldığı için ayrı bir sempati duyuyordu ona. Şu ana kadar pek konuşmadığı ama kanının ısındığı ender büyücülerdendi Vanessa Black.
Salonda çevresine bakına bakına yürürken birden, tam karşısındaki masada duran boş sandalye dikkatini çekti. “Sonunda bir yer buldum. Hiç oturamayacağımı düşünmeye başlamıştım”. Bu tam da Cecile'lerin oturduğu masaydı. “Şansa bak!" Anlaşılan Cecile, Haley için yer ayırmıştı. Bunun sevinciyle hemen sandalyeye oturdu Haley. Baloya yetişebilmek için o kadar hızlı yürümüştü ki, oturduğunda ne kadar yorulduğunun farkına vardı. Dinlenirken, bir yandan Balo’nun o eşsiz büyüsüyle dans edenleri izliyor, konuşanların yüzlerindeki ifadeleri yorumluyor – ki bunu yapmaya bayılırdı – bir yandan da haftalardır uzak kaldığı Ateş Viski’sinin tadına bakabilmek için, gözleriyle içkilerin nerede bulunduğuna bakıyordu. Bir sure etrafını taradıktan sonar sağ tarafta bulunan içki kısmını gördü. Birçok büyücü en sevdikleri içkilerin tadına bakabilmek için sıradaydı. Haley, yürümekten o kadar yorulmasına rağmen ayağaa kalkıp, içkilerin bulunduğu kısma doğru ilerlemeye başladı. Sonunda en sevdiği içeceğin tadına –uzun zaman sonra- bakabilecekti.. | |
| | | Mathilda Mythill Slug & Jiggers Sahibesi
Ruh hali : Mesaj Sayısı : 210 Yaş : 34 Kan statüsü : safkan Galleon : 11991 Ekspresso Puanı : 0 Kayıt tarihi : 19/06/08
| Konu: Geri: - Maskeli Balo - Salı 02 Eyl. 2008, 17:01 | |
| William’ın, sözlerine gülmek ya da bozulmak yerine verdiği centilmence cevap Mathilda’nın daha da utanmasına sebep oldu. Ne var ki şimdi bu utancı çok da iyi saklayamıyordu. Zaten genç adamın sözleri istenmeyen bir ilgiyle çevrelenmesine sebep olup onu rahatsız ediyordu yeterince, bir de yersiz laflarına aldığı bu cevaplar onu yerin dibine geçirirken bir yandan da sözlerinin umursanmadığını kanıtlıyordu. William, Mathilda’nın elini tutup hızla yürümeye başladığında, Mathilda’nın kafasından da bin türlü düşünce geçiyordu. Bir yandan William’ın bir emrivaki sonucu kendisiyle baloya geldiğini düşünüyor, bir yandan da kendisinin bahtsız durumunun yol açtığını söyleyip kendi kendine kuruntu yapıyordu. William her nereye gidiyorsa, Mathilda’yı da peşinden hızla sürüklüyordu. “Dans işi olmasaydı kesinlikle ayakkabı giymezdim... Belki de giymemeliydim. Pistte dans etmek zorunda mıyım?” Kafasından bunlar geçerken ‘William faktörü’nü unuttuğunu hatırladı. Böyle bir ‘centilmen’ pist dışında dans eder miydi hiç?
Tempolu yürüyüşlerinin ardından William’ın aniden elini bırakmasıyla Mathilda biraz şaşırdı. Eli ortalıkta kalakalan Mathilda ne olduğunu ve nereye geldiklerinin farkına varamamıştı. Yürüyüş boyunca etrafına baktığı halde gözleri başka şeyler gördüğünden idrak edememişti ne yapmakta olduklarını. William’a bırakmıştı yönünü ve ayaklarının ona uymasına izin vermişti. Dünyaya ani inişin verdiği şaşkınlıkla kendini kalabalıktan ayrılmış hissederken William’ın uzattığı kadehe uzandı eli farkında bile olmadan.
“Uzun zaman oldu, doğrusu görüşmemize vesile olan bu baloyu tertip ettikleri için bakanlığa minnettarım”
İçindeki kinayeli düşünceleri bakışlarıyla belli edemeden yakalandı William’a. Genç adamın gözleri kendi gözleriyle buluşur buluşmaz gözlerini elindeki kadehe çevirdi. Bakanlığa minnettarmış! Ne büyük yalan! Ya da daha fenası, ne acı bir gerçek... Ne bakanlık hakkında ne de bu gizli ya da ayan beyan ortada olan savaşın tarafları hakkında net bilgilere sahip değildi. Ancak kesin olan tek bilgi vardı ki iki taraftan biri bakanlıktan memnun olduğu sürece ters giden bir durum vardı. Hoş, William’ın sözleri sadece formalite icabı sözlerdi ama Mathilda bu sözlerin arkasındaki manayı düşünmeden edemiyordu, William gerçekte ne demek isterse istesin. Beyninin çalışkan hücrelerine zoraki bir tatil vermesi gerektiğini kendine hatırlatarak kafasını boşaltmaya çalıştı. Kadehinden iki büyük yudum aldı. Tadının güzelliğine bakılırsa bakanlık gerçekten iyi hazırlanmıştı baloya. “Bakanlığa bu güzel şarap için minnettarım...” diye düşündü gülümseyerek. William da kendi kadar düşüncelere dalmış gibiydi. Şarabı kafasına dikmesi de sıkıldığını çok iyi belli ediyordu. Mathilda bir anlığına ilgilendi genç adamın bu hareketiyle. Centilmenliğini korumak için bu kadar iyi rol yapabilen bir adamın sıkıntısını nasıl da kolay açığa vurduğunu görünce kendince biraz rahatladı, şimdi William da onun kadar insandı. Hem de çok sıkılmış bir insan. Bu yüzden adamın klasik sorusuna, en az onunki kadar klasik ve rahat şekilde cevap verdi. Gerginliği azalıyordu ve Mathilda bunun kesinlikle şarabından aldığı ardarda yudumlardan olduğunu düşünemiyordu.
“Nasıl olabilir ki...” diye başladı gülümseyerek. “Hogwarts’a döndüğüm için memnunum. Mükemmel bir yıl geçirdim. Her zamanki gibi şato hayli heyecanlıydı.” Dedi. Ardından duraksadı. William’ın Hogwarts’tan mezun olmadığını bir an unutuvermişti cümlelerini kurarken. Öyleyse nasıl hatırlayabilirdi? Aklı başından gitmişti yorgunluktan ve gürültüden. Ancak William’ın gözlerinin uzakları taradığını gördüğünde kurduğu yanlış cümlelerin pek de fark yaratmadığını anladı. Belki de sırf içini boşaltmak için devam etti biraz daha: “Tabi ağabeyimden gelen haber mutluluğuma engel oldu.” Dedi buruk bir ses tonuyla. Abisinin kaçtığını ve beş kuruşsuz kaldıklarını bildiren not ve ardından ailesine para göndermek için yaptıkları aklına gelince içi ezildi. Abisini pek sevmezdi ama yine de kardeştiler. Yardıma bu kadar ihtiyacı varken onu yalnız bırakamazdı. Abisinden kimseye söz etmiyordu normalde ama William abisinin ‘aynı yola baş koymuş’ yakın dostlarındandı. Gerçi para konusunu ona bile açmıyordu, zaten gerek de yoktu ama düşünmeden de edemiyordu. Zaten hayal meyal banka memurunu görmüş gibiydi bir yerlerde. Black cadısına yakalanmasa iyi ederdi. “En çok da yeğenlerime üzülüyorum.” Diye ekledi mırıldanır gibi. O ana kadar ağzından çıkan en içten sözlerdi bunlar.
Karşısındaki adam umursamazca onaylarken sözlerini, şarabından son yudumları da aldı. Yeni bir kadeh gelmesini istiyordu ama etrafta dolu kadehlerle gezen garsonlar kayboluvermişlerdi. Bir tanesi Mathilda’ya yavaşça yaklaştı ve boşalan kadehini alıp götürdü. Mathilda arkasından iç çekip bakarken karşısından gelen bir bağırışla irkildi. William adını duyunca hızla ve belirgin bir beklentiyle çevirmişti kafasını. Mathilda ileri baktığında görkemli kanatlar takmış genç bir cadının kendilerine doğru geldiğini gördü. Peşinde de yeniyetme bir büyücüyü sürüklüyordu. Kanatların arkasında zaman zaman kaybolan genci görür görmez tanıdı Mathilda. Ama genç cadıyı çıkartamıyordu. Çift, sonunda yanarlına geldiğinde fark etti Mathilda. Öğrencisi Bayan Engelbert’ti gelen. William’la aralarındaki bağı merak etmişti iyice. Birbirleriyle ‘selamlaşmalarına’ bakılırsa pek yakındılar. William’ın o bitmek tükenmek bilmeyen iltifatlarından bir tane daha geldiğinde Mathilda’nın utancı hafifçe yeniden belirdi. Demek bir öğrencisinin abisiyle gelmişti baloya ve daha da kötüsü bir öğrencisinin abisi kendi abisinin yakın arkadaşıydı. O zamana kadar Engelbert hakkında tarafsız olan düşünceleri bir anda karardı. “Böyle bir abiye sahipse...” Kızdan gözünü ayırmamayı ve kendinden uzak tutmayı kafasında bir köşeye not edip gülümsedi gençlerin selamlarına cevaben.
Engelbert ve William’ın buluşma faslı hayli uzun ve duygulu geldi Mathilda’ya. İki kardeşin buluşmasından rahatsız değil, memnun olurdu ama Peterson ve kendinin durumu, özellikle kendi durumu, rahat değildi. Elini kolunu nereye koyacağını bilemeyen iki karakterdiler bu sevgi dolu faslı izlerken. Sonunda William, Mathilda’nın yüzüne baktı. Mathilda durumdan rahatsız olmadığını ‘özellikle’ belli edercesine gülümsedi. Ardından gece boyudur beklediği teklif geldi, tabi ki daha fazla bekleyemezdi. Sabırsızlıkla kabul edip, William’la yürüdüler dans pistine. Herşeye rağmen acemi gözler tarafından hala bir ‘asil’ olduğu düşünülebilirdi Mathilda’nın. Dimdikti toprağın eğimine rağmen ve yaratıklarla uğraşmaktan hayli yıpranmış eli, William’ın elinin üstünde yeterince zarif görünüyordu. Dans pistine çıktıklarında Mathilda kalabalıktan korktu. Onlarca cadı ve büyücü hızlı ritme kendini kaptırmış, çılgınca dans ediyordu. Özellikle gençler, ki Mathilda öğrencilerinden bazılarının kendisine garip bir surat ifadesiyle baktıklarını görünce sırıtmadan edemiyordu. İyice kalabalığa karıştıklarında onlar da artık kendilerini ritme bırakmıştı. William’ın hayli hareketli figürleriyle keyfi yerine gelen Mathilda, gerek elbise ve ayakkabılarının gerekse üstüne yapıştırılmış ‘profesör’ ünvanının getirdiği ağırlıkla içindeki heyecana gem vurmak zorunda kalıyordu. Karşısında yeri oynatan adama aldırmayarak o da sanki ayağının altında tütün söndürüyormuş gibi hareketlere başlamıştı. Hareketli müzik zamanla yavaşlarken, Mathilda da ortada sırıtan figürlerinin yerini daha klasik figürlere bıraktığına sevindi William’a yaklaşırken. Sonunda, yavaş bir parçada dans ederken, Mathilda genç adamın gerçekten iyi bir dansçı olduğunu düşünmeye başlamıştı. Arada bir, o sert mavi gözler kendininkilerden ayrıldığında fırsatı değerlendirip etrafa göz atıyordu. Yaşlı çiftlerin ölü dansı epey rahatsız ediciydi, birkaç dans bilmeyen orta yaşlı çift ileri geri gidip geliyorlardı. Bolca gençse sahte bir yakınlık ve etraftaki iyi dansçılara özeniyle dans etmeye çabalıyor, bu arada da yüzleri şekilden şekle giriyordu. Uzun zamandır balolardan uzaktı ama artık çok iyi anlıyordu o geceki partnerinin ne kadar aranan bir centilmen olduğunu. İltifatlar bunaltsa da, dans etmek için mükemmeldi. İltifatların da sadece kendini bunalttığını, her hangi bir genç kadını elbet çok mutlu edeceğini adı gibi biliyordu.
Mathilda tam da William’a ne kadar iyi bir dansçı olduğunu söyleyecekken bir anda adamın sert hareketleriyle neye uğradığını şaşırdı. Yüzünde hiçbir farklılık gözlenmiyor, gözleri hala o sahte sıcaklıkla bakıyordu ve kilitlenmiş dudakları beyninden geçen binlerce nazik iltifatı dillendirecek olmanın heyecanıyla hafifçe kıvrılmıştı. Suratının aksine hareketleri sertleşmişti. Zaten gece boyunca William’a uymaktan başka bir şey yapmamış olan Mathilda, şimdi mecburen ayak uyduruyordu ona. Kalabalığı yararak belli bir noktaya ilerliyorlardı. Biraz dengesizleşen danslarından rahatsız olan bazı çiftler arkalarından mırıldanıyordu. Mathilda ayaklarını kontrol edip dansa uydurmaya çalışırken bir taraftan da William’ın hedefini görmeye çalışıyordu. Ne yazık ki iki adımda bir döndüklerinden boynunu ne kadar zorlarsa zorlasın kalabalık içinden seçemiyordu nereye gittiklerini.
Mathilda dansı bırakmak için nazik bir bahane bulmaya çalışırken durdular sonunda. William yandaki çifte seslenirken Mathilda gözlerini devirdi. Tabi ya! Bayan Engelbert’in peşini bırakmak da ne demekti? Bir de onu öğrencinin kollarına bırakacaktı! Mathilda için kardeşlerin dansı ya da bir öğrencisiyle dans etmek o kadar da problem değildi ama bunun için emrivaki yapılması, gizli saklı oyuna getirilmek onurunu kırıyordu. Kendi kendine hatırlattı “Sen buraya dans etmek için geldin, diğer her şeyi boş ver!” ve gülümseyerek Peterson’ın karşısına geçti. Her şeye rağmen kendisi için ilginç bir deneyim olacaktı. Gencin kızgın gözleri zevkle dans eden çiftin uzaklaşmasını izlerken Mathilda empati yapmaya çalıştı. Bu yaşta bir gencin profesörüyle dans etmek zorunda kalışı hayli acı verici bir anı olabilirdi. Çocuğun utancını en aza indirmesi gerektiğini düşünerek dizlerini hafifçe kırıp selamladı dans partnerini. O ise şaşkınlıkla mazeret sıralıyordu. Mathilda rahatlatıcı bir gülümseme kondurdu yüzüne ve sanki o gece tek bir dakika bile morali bozulmamış gibi neşeli ve enerjik bir sesle konuştu:
“Merak etme, ben de öyle kusursuz değilim.”
Ellerini gence uygun bir hizada kaldırdı, Peterson da uyabilmek için parmak uçlarında yükselmişti. Tabi bu küçük detayları fark ettiğini belli etmedi ve kibarca sol elini gencin sol omzuna koydu ve boşta kalan elleri buluşunca dönerek dans etmeye başladılar. Mathilda için fazla zorlayıcı değildi ama çocuğun ayaklarının sadece küçük bir parçası piste değdiğinden nasıl da zorlandığını görüyordu. Daha da yardımcı olabilmek için adımlarını daha minik atmaya ve hafifçe yukarı aşağı yaylanmaya başladı. En azından bir anlık da olsa kendini toplamasına yardımcı olurdu bu yumuşak hareketler. Belindeki titreyen ele ve gerginlikle elini sıkan parmaklara aldırmayarak devam etti umursamaz dansına. Yumuşak melodinin üstüne parazit gibi yerleşen kıkırdamalar onun da sinirini bozuyordu. Üstüne alınmıyordu ama Peterson için üzülüyordu. Ancak genç konuştuğunda, bu üzüntüsünün boş olduğuna karar verdi. Duyduklarıysa onu bir kat daha mutlu etmişti. O gece duyduğu en güzel sözlerdi, içten olduklarını çok iyi biliyordu. Nezaketen değil, mutlulukla gülümsedi.
| |
| | | Mathilda Mythill Slug & Jiggers Sahibesi
Ruh hali : Mesaj Sayısı : 210 Yaş : 34 Kan statüsü : safkan Galleon : 11991 Ekspresso Puanı : 0 Kayıt tarihi : 19/06/08
| Konu: Geri: - Maskeli Balo - Salı 02 Eyl. 2008, 17:02 | |
| “Teşekkür ederim Peterson. Ben de bu sene çok eğlendim Hogwarts’ta, iyiki gelmişim ve sizlerle tanışmışım.”
Gencin kendine olan güveninin arttığı her halinden belliydi. Aralıklarla devam eden konuşma, danslarını da daha az pürüzlü hale getiriyordu. Yavaş yavaş birbirlerine uyum sağlıyor, daha az yalpalıyorlardı. Etrafta kıkırdayanlardan da eser kalmamıştı. Hatta kimileri zaman zaman partnerlerinden gözünü ayırıp bu ilginç ikilinin dansını tebessümle izliyordu. Hal hatır ve zaman geçirmek için sorulan sorular bitince sessizlik bastı çiftin dansını. İnsan sesi çekilince sadece müziğin sesi geldi Mathilda’nın Hogwarts’ın kargaşasında aylardır paslanan kulaklarına. Büyülü orkestradan çıkan her nota ayaklarına hükmetti, Peterson’ın heyecanı ne kadar karşı çıksa da. Birbirinden kaçan iki kişiyi ne yapıp edip birbirine kelepçeleyen, gecenin yıldız patronu William ve biricik kardeşi Engelbert döndüğünde hem Mathilda’yı hem de Peterson’ı bir hafiflik dalgası uçurdu esen rüzgârda. Artık bu zoraki fakat bir o kadar da eğlenceli dans bitmişti, Mathilda için daha eğlenceli olmayan partnerine dönme vaktiydi. Öğrencisine güzel dansı için teşekkür etti ve bitmek bilmeyen iltifatlarla yeniden William’ın kollarında buldu kendini. Yine dönüyorlardı kalabalığın arasında. O gece balodakilerin birçoğu Mathilda kadar dans etmeye hevesliydi belli ki. Kimse enerjisinden bir parça kaybetmemiş, sanki tonlarca hareket iksiri içmiş gibi dönüp duruyorlardı etraflarında. Partnerinin gözleri kendininkini delerken, kendi gözleri sabit bir yere odaklanamıyordu.
“Gecenin en güzel iki bayanıyla da dans edebildiğim için çok şanslıyım”
Mathilda sendeledi. Yine de anında toparlandı, sıkıca tutunmuştu William’a. William’ın gözleri belli ki kendi gözlerine dikilmişse de, onu görmüyordu. Fark etmedi bile. Mathilda gülümseyemese de cevapladı:
“Şans değil.” Dedi. Biraz durakladı. “Sadece gecenin en iyi dansçısının layık olduğu bir ayrıcalık.”
Başının döndüğü su götürmez bir gerçekti. Gözünü kapadı, ışıklardan kaçmanın faydası olacağını umarak. İşe yaramıyordu, kapalı gözlerinin önünden hayali görüntüler geçiyordu şimdi de. Daha fazla dayanamadı. Kafasını sanki figürün bir parçasıymış gibi geriye itti ve açtı gözlerini. Gökyüzünde uçsuz bucaksız karanlık arasında hayallerini kovacak yıldızları beklerken onlarca balon ve alev topları, ışık oyunları gördü. Gökyüzü de yeryüzünden farksızdı. Şaşaalı ve yapay... Kafasını dikleştirdi ve gözlerini ileri dikti. William’ın gözlerine bakmak istemiyordu, zaten gözlerinin hizasında çenesi görünüyordu. İnatla adamın çenesine odaklandı ve dansa son bir gayret devam etti. Sonunda dayanılmaz bir hal aldığında, sağ eli istemsizce eşinin omzundan ayrılıp boynuna gitti. Elleri bağrını yokladı sihirli çantasını bulmak için. Ama tek hissedebildiği annesinden yadigâr formiyum yapraklarıydı. Hayal kırıklığıyla gözlerini kapadı, çantası yanında olsaydı, içinde kesinlikle iyi bir iksir bulunurdu.
William’ın dansı bitirme teklifine seve seve “Tamam.” Dedi Mathilda. Sesi bitkin ve kesik kesik çıkmıştı. Sonunda durmanın getirdiği garip halle yürümeye başladılar. Mathilda fark edemese de adımları istemsizce uyuyordu devam eden müziğe. O gün ilk kez William’ın yanında olduğuna gerçekten sevindi, düşerse tutacak biri vardı yanında. Gözleri bir kapanıp bir açılırken rastladığı görüntüler aklını aylardır meşgul eden dertleriyle birleşip garip sanrılar olarak çıkıyordu karşısına. Abisini görüyordu, gökyüzünde uçan bir balon önce abisi olup kaçışıyor sonra bir ateş topuna rastlayıp parçalanıyordu. Etrafta dans eden bir sürü cincüce vardı. Hayaletler kanlara bulanıyor, sonra bu kanlar kadehlere doldurulup garsonların eline tutuşturuluyordu. Gördüklerine rağmen Mathilda’nın aklı hala yerindeydi. “Belki de mehtucap’ın sakladığım iğnesine dokundum farkında olmadan...” diye bir hipotez attı ortaya. Ama baloya gelmeden önce yaptıklarını düşününce bunun imkânsız olduğunu anlıyordu. Yorgun ayakları sevinç çıklıkları atınca, anladı ki oturmuştu sonunda. Kendisine uzatılan beyaz şarabı aldı, kadehi düşürmekten korktuğundan iki eliyle tutuyordu. William’ın yeni iltifatına anlam veremeyen kafası saçma bir şekilde cevapladı: “Kesinlikle göz kamaştırıcı...” Belli ki dışarıdan hala çok iyi görünüyordu, bir problemi olduğu fark edilmiyordu bile. Kadehi yavaşça dudaklarına götürdü ve bir yudum aldı. O gece içtiği ilk şarap kadar lezzetli değildi. Biraz ağırdı, yüzünü buruşturdu içmeye devam etse de. Şaraptan aldığı yudum sanki baş dönmesine iyi gelmişti. Artık etrafı daha net ve daha gerçek görüyordu. Sanki bir anda hastalanmış ve bir anda da iyileşmiş gibiydi. Bu ani değişimin verdiği ağırlık dışındaysa, iyiydi.
William gene hızlıca içiyordu şarabını ve bir taraftan da gözleri pisti tarıyordu. Mathilda kendi kadehine gözlerini indirdi ve hafifçe salladığı kadehin içinde dönen şarabı seyretti bir süre. Etraftaki binlerce ışık kadehe yansıyor ve dönüp duran şarapla birleşip oyunlar oynuyordu Mathilda’nın avucunda. Birden kadehe yansıyan ışıklar kesildi, kafasını kaldırdığında yaşlı bir adamın kendilerine bakmakta olduğunu gördü. Adamın görünüşü basit ama etkileyiciydi. Gri sakalları kesinlikle suratına bilgece bir hava katmıştı, kamburuysa yıllardır yorgun yaşamanın bir getirisi olmalıydı. Bu bilge duruşun bir profesöre ait olduğunu tahmin etmeliydi. Profesör, eski öğrencisiyle muhabbete başlarken Mathilda da kendi yaşlılığını düşünüyordu. Yıllar sonra katılacağı yaşına göre fazla hareketli bir baloda böyle genç öğrenciler tarafından sevinçle karşılanacak mıydı bakalım... Bir Durmstrang profesörünün sahip olduğundan daha fazla başarılı öğrencisi olacağına inanıyordu. Ve kesinlikle bu kadar da kambur olmamalıydı!
“Elbette, Mathilda bu Durmstrang’dan eski biçim değiştirme profesörüm Alexander Norphman. Ve Profesör bu da baloda bana eşlik etme yüceliğini gösteren Mathilda Mythill, kendisi Hogwarts’ta ‘Sihirli Yaratıkların Bakımı’ dersinin profesörü olarak görev yapıyor”
Mathilda bir başka centilmenle karşılaşmıştı. O da “Ben de memnun oldum.” Diye yumuşak bir sesle cevapladı. Bir biçim değiştirme profesörüyle karşılaşmak pek de zevkli değildi. Ne öğrencilik yıllarında, ne de sonrasında biçim değiştirmede başarılı olmuştu. Hatta başarısızlıktan çok, ifritlik durumlara bile sebebiyet vermişti çalışmaları sırasında. Bu çalışmaları aklına geldiğinde karşısındaki profesörün ismini yeniden geldi aklına. İsmi bir yerlerden hatırladığına emindi, belki de bir makalesini okumuştu... Adamın ismini nereden hatırladığının merakı içinde tam konuşmaya başlıyordu ki adam kelimeleri ağzına tıkarcasına sert bir sesle gitmesi gerektiğini bildirdi. Yaşlı profesör uzaklaşırken William anılarına yolculuk etmiş gibiydi.
“Öğrencilik yıllarımda bana epey eziyet yaşattıran bir adamdır”
Mathilda gülümsedi, şimdilik tek tahmin edebildiği, öğrencilerinin de yıllar sonra kendisi için aynı şeyi söyleyeceğiydi. Bunu profesörlük alanı için bir iltifat sayıyordu nasılsa, eziyet çekmeyen öğrenci pek bir şey öğrenmezdi. Uygulamanın, kötü uygulamanın en büyük yararı bilgiyi gerçekten edinebilmekti. William’ın bir sonraki sözlerineyse aynı duyguyla yaklaşamıyordu, baloda o ana kadar rastladığı tüm yüzler unutulması ya da asla tanınmaması gereken yüzlerdi. İşte şimdi de önlerinden gazeteci kadın geçiyordu. Yakın zamanda kendini saçma sapan sorularla boğmuştu. Mathilda’nın etliye sütlüye karışmamaya alışan yapısı bile onu başından savarken zorlanmıştı. Ağzından laf alamasa da, pek iyi bir habere konu olmayacağını biliyordu. Kadehinden birkaç yudum daha alırken kadının kendini görmeden geçişine minnettardı.
O gecenin klasik büyük sessizliğini her zamanki gibi William bozdu. Mathilda dans teklifini, biraz tereddüt etse de içinden, kabul etti. Sonuçta gece boyunca birlikte yapıp sıkılmayacakları tek şeydi dans. Müziğin de verdiği heyecanla piste hızla gittiler. Ritim o gece ilk dans ettiklerindeki gibi hareketliydi. Onlarca dans eden insan sanki yeryüzünü sallıyordu gecede. Mathilda yine kendini fazla zorlamıyordu, üstündeki ağırlık hala devam ediyordu sonuçta. Bir süre dans ettiler, Mathilda yorulmaya başlamıştı yine. Işıklar yine oradan oraya kayıyordu. İnsan sesleri arttıkça artıyor, müzikle birleşiyor ve saf gürültü oluşuyordu. Nefes almakta zorlanınca biraz daha yavaşladı, gitgide hızı azaldı. Yavaşladı ve yavaşladı. Pistin ortasında, dans ederken kendini kaybeden onlarca insanın arasında dikilen bir kadının görüntüsü... Mathilda William’ın omzundan arkaya baktı, bu gördüğü büyük bir hayaldi ama yeterince korkutucuydu. Küçük bir çığlık attı ve korkuyla ellerini ağzına götürdü. Yakınındakilerin bir kısmı çığlığını duymuş ve kafalarını çevirmişlerdi. Mathilda ellerini, açılmış ağzını gizlemek için sıkıca tutarken suratında William da şaşkınlıkla bakıyordu. Gördükleri kâbus gibiydi ve sanki kâbusun o en kötü anında uyanışlar gibi uyanmıştı o da hayallerinden. Her taraf yine normale dönmüştü ama Mathilda kafasındaki görüntüyü silemiyordu şimdi de. Kalabalıkta yavaşça dönerek dans eden anne ve babasını görmüştü. Babası âdeti olmadığı üzere siyah cübbeler içindeydi, bakışları alışık olmadığı derecede kin doluydu ve elleri annesinin elini ve vücudunu öyle sıkıyordu ki dans ederken, hayali kanlar damlayıp gerçek piste değmeden havaya uçuşuyordu. Bir asır gibi süren bu hayali dansı görünce zaten çığlık atmamak mümkün olamazdı. Konuşacak hali kalmamıştı. Tek istediği sakin bir yere oturup bir süre dinlenmekti. Zaten kim o gecenin eğlenceli geçeceğine inanmıştı ki?
| |
| | | Tatyana Johnson Muggle
Ruh hali : Mesaj Sayısı : 569 Yaş : 32 Kan statüsü : Safkan Galleon : 12412 Ekspresso Puanı : 0 Kayıt tarihi : 23/11/07
| Konu: Geri: - Maskeli Balo - Salı 02 Eyl. 2008, 17:40 | |
| Piste uzak bir masada oturmuşlardı Eva ile. Bembeyaz elbisesi, beyaz örtülerle kaplanmış olan masaya uyum sağlamıştı. Yumuşak sandalye, masaların düzeni ve yapılan hizmetler; bu organizasyon için bakanlığın oldukça uğraştığını gözler önüne seriyordu. Etrafından geçenleri göz ucuyla süzüyor, tekrar ateşviskisinden bir yudum alıyordu. Dans pistinde ise partneri olanlar dansa başlamıştı. Hafif klasik müzik, piste uzak olmalarına rağmen dalga dalga yükselerek kulaklarına doluyordu. Gözlerini tekrar Eva'ya çevirdiğinde bu akşamdan pek de hoşnut olmadığını gördü. Sıkıntılı bir hali vardı. Sanki bu düzen, gösteriş onu hiç etkilememiş, zorunlu olarak baloya katılmış gibiydi. Tatyana neler yaşadığını çok fazla bilmiyordu fakat üvey annesini aradığını biliyordu. Bu bile aslında sinirlerini yıpratmak için geçerli bir sebepti. Nitekim de Tatyana'nın söylediklerinden sonra; gülümseyen fakat şaşkın bir ifade ile ''Güzel bir haber mi?'' diye sordu. Tatyana bu soruya nasıl bir cevap vereceğini kestiremezken bir anda yanlarında Lily bitivermişti. Tatyana kardeşinin ne giyeceğini bilmiyordu tüm ısrarlarına karşın söylememişti. Fakat şimdi karşısında gördüğü balerin kostümü giymiş olan Lily'ydi. Tatyana tam konuşmaya hazırlanıyordu ki sözler ağzında takılıp, kaldı. ''Sana acilen bir şey anlatmam lazım.'' Tatyana kardeşinin bu aceleci tavrına bir anlam verememekle birlikte; merakta etmişti. Balo alanında ne olabilirdi ki bu kadar acil olan?
Eva'ya baktığında onun da şaşkın bir ifade ile ikisine bakmakta olduğunu gördü. Ayrıca sorusunun cevabını alamadığından kaynaklanan, sıkıntılı bir ifade de vardı yüzünde. Tatyana düştüğü duruma sinirlenmişti. Bir yanda kolundan çekiştiren Lily, diğer yandan ondan cevap bekleyen arkadaşı Eva. Kolunu Lily'den bir hışım ile kurtararak, çakmak çakmak olmuş gözlerini Lily'ye dikti. Lily ise; Tatyana'nın tepkisine bir anlam verememiş, gözlerini kırpıştırarak kendisine bakıyordu. Tabii ki de Lily o sırada Eva ile ne kadar önemli bir konu hakkında konuştuklarını tahmin edemezdi. Olaydan az da olsa haberi vardı sonuçta; Yoldaşlık işin içindeydi. Fakat; bu ortamda Tatyana'nın Eva'ya bu konudan bahsedebileceğini düşünmemişti anlaşılan. Ama Eva ile fazla görüşemiyorlardı. Ve şimdi de okul tatile giriyordu, yaz tatilinde görüşmeleri oldukça zor olurdu. Onun İçin Tatyana bulundukları ortamdan faydalanmak istemişti. Hem bu haberle Eva; bu akşam daha rahat uyuyabilirdi. Lily'nin kulağına eğilerek '' Efendim Lily. Şu anda gelemem görüyorsun ki Eva ile önemli bir konu hakkında konuşuyoruz. Eğer sakıncası yoksa burada söyle. '' Lily'nin bu söylediklerine ne tepki vereceğini bilmiyordu ama onu anlamasını umuyordu yinede. Eğer konu çok önemli ve gizli değilse; burada da rahatlıkla konuşabilirlerdi. Sonuçta Eva'yı tanıyordu. Lily söylediklerine bir tepki vermemiş; yandaki masadan bir sandalye alarak yanlarına oturmuştu ve geçen garsondan bir ateş viskisi almıştı. Tatyana şaşkın bir şekilde Lily'ye bakıyordu fakat daha fazla sabredecek gibi gözükmeyen Eva'ya çevirdi bakışlarını. ''Özür dilerim. Sorunun cevabını veremedim''. Göz ucuyla Lily'ye baktığında onun yanına gelen birisi ile konuşmaya daldığını gördü. Tatyana kısık bir ses tonu ile Eva'ya doğru eğilerek, '' Evet. Sanırım bu senin için güzel bir haber olur. '' Tahminleri bu yöndeydi. Sonuçta; Eva'nın üvey annesini aradığını biliyordu. Tek arayanda o değildi, yoldaşlıkta işin içindeydi. Ve olayı çözmelerine az kalmıştı.
Tatyana; Eva'nın meraklı bakışlarını görebiliyordu. Fakat; kendisine herhangi bir soru yöneltmemiş, Tatyana'ın gerekli açıklamayı yapmasını bekliyordu. Tatyana onu daha fazla merakta bırakmamak adına; ateş viskisinden bir yudum aldı ve konuşmaya çalıştı. '' Bu haber üvey annen ile ilgili. Onu aradığını biliyorum fakat sadece arayan sen değilsin. '' Eva bu sefer soru soran bakışlarla bakıyordu Tatyana'ya. Ona göre; başka kim arayabilirdi ki üvey annesini. Sonuçta onunla kendisinin işi vardı. Fakat olay onun sandığı gibi değildi. Araştırdıkça Tatyana, çok farklı şeyler öğrenmişti bu kadın hakkında. ''Yoldaşlıkta onu arıyor Eva.'' Sözlerinin Eva üzerindeki etkisini görmek için başını çevirdi. Eva'nın yeşil gözleri bir anda büyümüştü ve elindeki bardağı masanın üzerine bırakmıştı. ''Na...Nasıl yani?'' Tatyana onun şaşkın yüzüne bakarak; '' Yoldaşlkta bu konuyla ilgileniyor. Tabii seninkinden farklı nedenlerimiz var belki ama yalnız değilsin'' dedi. Bir süre aradaki sessizlikten faydalanalarak; Lily'ye çevirdi bakışlarını. Biraz önce konuştuğu adam yanından gitmişti. Lily ise; elinde ateş viskisi ile Tatyana'ya bakıyordu. Sabırsızlığı yüzünden okunan kardeşine dönerek '' Evet Lily. Konuşmak istediğin konu nedir? '' Bugünler de hep birileriyle, birşeyler konuşuyordu zaten. Yaz ayına ve tatile bu kadar hızlı giriş yapacağını düşünmemişti. Ki zaten yaz tatili ne zaman planladığı gibi gitmişti ki? Her zaman olumsuz, düzeni bozan şeyler oluyordu. Bu senede güzel bir tatil yapmayı düşlerken; Yoldaşlıkla ilgili sorunlar artmıştı ve bunun için çalışması gerekiyordu. Çalışmaktan yorulmazdı aslında, şikayette etmezdi tam tersine önemli görevlerde bulunmayı hep istemişti. İşte şimdi bu istedikleri birer birer gerçekleşiyordu. Ama yinede tatilin ilk haftasında biraz dinlenmek istiyordu. O düşüncelerinle boğuşurken; Lily'den bir cevap gelmemişti henüz. Bu kadar önemli bir konu muydu ki? Meraklı bakışlarını Lily'nin yüzünde sabitlemişti, gözleri soru sorar gibi Lily'nin gözlerindeydi. | |
| | | Indis Oak J. Engelbert
Ruh hali : Mesaj Sayısı : 586 Yaş : 32 Kan statüsü : Safkan Galleon : 11935 Ekspresso Puanı : 0 Kayıt tarihi : 03/08/08
| Konu: Geri: - Maskeli Balo - Salı 02 Eyl. 2008, 23:22 | |
| Bardaktan boşalırcasına yağan yağmur görüş açısını engelliyordu. Kayganlaştırdığı süpürgesini tutmakta güçlük çekiyordu. Kasırgadan bir tık daha az şiddetle esen rüzgâr narin bedenini ve süpürgesini bir o yana bir bu yana savurup duruyordu. Sağ kolunun altında sıkıca tuttuğu Quaffle'ı korurken doğrudan ileriye doğru gidiyordu. Islanan ve koyu kahverengi tonuna dönen saçları tutam tutam suratına yapışmıştı. Buz mavisine dönen gözlerini iyice kısarak ince birer çizgi haline getirmişti. Hemen arkasından gelen süpürgeli çocuğu zar zor seçebiliyordu. Tıka basa dolu tribünlerden yükselen tezahüratlar oluk oluk kulaklarına doluyordu: “Ravenclaw.. Ravenclaw” seçebildiği tek tezahürat buydu… Herkes çığlık çığlığaydı, coşku, endişe ve sevinç birbirine girmişti. Indis’e göre bu manzara bir Quidditch maçını değil kıyamet gününü andırıyordu.
İyice kararan ve koyu gri bir örtüyle kaplanan gökyüzünde Güneş’ten eser yoktu. İyice büktüğü ve Quaffle için güvenli bir hal yarattığı kolu nedeniyle süpürgeyi tek eliyle tutuyordu ve hissettiği soğuktan dolayı tüm bedeni gibi bembeyaz kesilmiş elleri de titrerken işler daha da zorlaşıyordu. Az ileride ki üç çemberi zar zor seçebiliyordu, süpürgesiyle o yöne doğru tüm hızıyla giderken ona doğru yaklaşan Bludger’ı fark edememişti. Ensesine saplanan ağrı ile neye uğradığını şaşırdı, kolunun altında ki büyük, kırmızı topu artık hissedemiyordu. Dengesini kaybetmişti. Zaten süpürgeyi tutmakta güçlük çeken eli bir anda bu görevden vazgeçti ve sımsıkı kavradığı süpürgeyi bıraktı…
Aşağı doğru inişe geçtiğini biliyordu, gözleri kapalıydı ama olan biten her şeyi zihninde görebiliyordu. Ters dönmüştü ve kafa üstü bir şekilde sert zemine gittikçe yaklaşıyordu, bedeni tüm ağırlığından kurtulmuştu, bir kuş gibi hafifti şimdi. İçinde anlam veremediği bir huzur duygusu kabarıyordu. Yüzü ifadesizdi, bir şeyler yapmak istiyor ama bunu başaramıyordu. Ensesinde başlayan ağrı gittikçe büyüdü ve tüm bedenini ele geçirdi. Çok az kaldığını biliyordu, toprak kokan yeşil çimlerle buluşmasına çok az kalmıştı. Bir anda vücuduna bir şeyin isabet ettiğini fark etti, oldukça parlak bir ışık çevreyi sarmıştı ve kapalı gözlerinin ardından bile ışığın parlaklığını seçebiliyordu. Sonra birden bedeni ters döndü, şimdi kafa üstü bir inişte değildi. O anın gelmesini bekliyordu…
Sonunda toprak kokusunu duyumsadığını hissetti, yere çakılmıştı, kolları ve bacakları yana açılmış bir şekilde öylece yatıyordu, başına üşüşen kalabalığın seslerini işitebiliyordu, başındaki müthiş ağrıyı daha da müthiş hale getirecek kadar büyük bir gürültü oluşturuyorlardı. Uğultu halindeki seslerden bazılarını zar zor seçebiliyordu “Ölmüş müdür?”, “Çok kötü düştü asla kurtulamaz”, “Bence sakat kalır”, “O iyi mi?”, “Beyin sarsıntısı geçiriyor galiba” . Bu birbirinden saçma ve iç karartıcı yorumları dinlerken gözlerini açmak için kendini zorladı. Buz mavisi gözlerini nihayet açmayı başardığında karşısında gördüğü surat Profesör Derwent’ten başkası değildi, kirpiklerini sürekli kırpıştırarak gözlerini açtığında hemen dibindeki cadının rahatlamış ifadesini gördü ve etraftan yükselen “Yaşıyor, ölmemiş” seslerini işitti. Etrafta ki tüm sesler yavaş yavaş yok olurken, bir nokta olarak beliren ve gittikçe büyüyen karanlığın onu içine çektiğini hissetti. Ve gözleri yeniden kapandı…
Odayı dolduran güneş ışığının sıcaklığıyla kıpırdandı, vücudundan boşanan teri hissetmekte güçlük çekmiyordu doğrusu. Kendine gelmeye başlamıştı, düşünebiliyordu. Yine de gözlerini açması yarım saatini aldı, hafifçe araladığı lacivert gözleriyle odayı taradı, belirli bir düzene koyulmuş beyaz çarşaflı yataklar, ilaç dolapları, “Baş Şifacı” yazısının önünde asılı olduğu büyük tahta kapı, yüksek tavan ve soluk renkli duvarlarla burayı tanımak kolay olmuştu “Hastane Kanadı”… Yine de neden burada olduğunu anımsayamıyordu, neden bütün vücudu ağrıyordu, neden kıpırdayamıyordu, neden yalnızdı? Tüm bu sorulara cevap ararken gıcırtıyla açılan kapıya baktı…
Sarı saçları iyice uzamıştı ve yürürken bile savruluyordu, yeşil gözlerini tam olarak göremese de parlaklığı belliydi, üzerindeki Gryffindor armalı cüppeyi gururla taşıdığı belliydi, kendinden emin bir duruşu vardı. Uzun ellerinde bir buket çiçek tutuyordu, öylece önüne bakarak yürüyordu, sabit bir ifade ile. Ta ki Indis’in yarı açılmış gözlerini görene dek. Bu gözleri gördükten sonra suratında net bir coşku oluşmuştu, adımlarını hızlandırarak cadının yanına geldi. Hemen az ilerideki yerden kendine bir sandalye çekti ve Indis’in başucuna koydu. Ardından sandalyeye oturdu ve mutlu bir şekilde “Demek kendine geldin” dedi. Indis hala neler olduğunu anlayamıyordu ama bu çocuğu ilk görüşte tanımıştı: Christopher.
Yavaşça doğrulmaya çalışırken “Neden buradayım?” diye sordu, çektiği acı yüz ifadesinden okunuyordu, kireç gibi bembeyaz bir suratı vardı, gözleri donuktu. Chris hemen ona doğru seğirtti ve kızı olabildiğince nazik bir şekilde yeniden yatağa yatırdı “Kendini zorlama, yatman en iyisi” dedi, ardından endişeyle cadının suratını süzdü “Hatırlamıyor musun?”. Indis kafasını iki yana salladı, kurumuş, beyazla uçuk pembe arasındaki dudaklarını ısırarak. Chris, başını öne eğdi, sanki bir ölüm haberi veriyormuşçasına duygulu bir tonda konuşuyordu “Sen… Uhm… Quidditch maçında süpürgeden düştün.” Dedi. Sanki kendisi düşmüş gibi acı çekerek. Indis o anda flaşlar şeklinde zihninde beliren görüntüleri anımsadı. Quaffle’ı tutuşu, Bludger’ı ensesine yiyişi, hâkimiyetini kaybedişi, havada süzülerek aşağı inişi, ona isabet eden büyü, sert zemini hissedişi…
“Evet” dedi suratını buruştururken. “Sen iyi misin? Solgun görünüyorsun.” Dedi, endişeliydi. Indis Chris’in bu hali karşısında dudaklarının kenarına ufak bir tebessüm kondurdu “Daha iyi hissetmemiştim” şakayla karışık söylediği bu cümleyle Chris’te hafifçe gülümsedi. Çocuğun elindeki çiçek demetine baktı, birde başucundaki hafif solmuşlara. İki bukette beyaz papatyalardan oluşuyordu, yani Indis’in en sevdiği çiçeklerden “Her gün bana çiçek getirdiğini söyleme sakın” dedi şaşırmışça, Chris başını hafifçe yana eğdi ve yaramazlık üstündeyken yakalanmış minik bir oğlan çocuğu gibi gözlerini devirdi, Indis gülümsedi ve ellerini uzatarak çiçekleri ona vermesini işaret etti. Chris bu ricayı hemen kavrayarak elindeki çiçek buketini Indis’in ellerine tutuşturdu, çiçeği verirken birbirine değen elleri Indis’e tuhaf bir mutluluk hissettirmişti. Çiçekleri burnuna götürerek kokladı ve “Çok güzeller, teşekkür ederim” dedi içtenlikle Chris bir süre bekledi ardından “Senin kadar değil” dedi, ama öylesine boğuk bir sesle söylemişti ki bunu, Indis’in dibinde olmasa onu işitmesi muhtemel olmazdı, karşısındaki sarışın çocuğun kurduğu bu cümleyle uzun saniyeler boyunca onun suratına bakakaldı. Ardından kırmızıya çalan pembe yanaklarını gizlemek için suratını önüne eğdi. Chris’ten ilk kez böyle bir söz işitmişti ve anlamını kestirmekte güçlük çekiyordu. Bu da ne demekti şimdi? Bir şey mi ima etmişti, yoksa öylesine mi söylemişti bunu. Ya da belki onu iyi hissettirmek için arkadaşça bir cümleydi ve Indis büyütüyordu.
Konuyu geçiştirmek istercesine başucunda duran büyük sepeti daha yeni görür gibi hayret dolu hafif bir nida attı “O da ne öyle?” Chris gülümsedi “Sana getirilen diğer hediyeler” dedi, Indis gülümsedi demek onu düşünen başkaları da olmuştu, bu güzel bir şeydi. Sepeti ona vermesini rica etti, ardından kucağındaki büyük ve dopdolu sepeti haylaz bir kız çocuğu gibi karıştırmaya başladı. İlk dikkatini çeken koyu turuncu rengindeki kocaman bir kutu olmuştu üzerinde de bir not vardı, kutuyu hiçte nazik olmayan bir şekilde çekip diğer hediyelerin arasından çıkarttı ve notu okumaya başladı. Kâğıdı sepetin içine koyduğunda gülümsüyordu, kutuyu açtı içinde en sevdiği çikolatalardan vardı, hiç vakit kaybetmeyerek küçük, yuvarlak çikolatalardan birini aldı ve ağzına götürdü. Chris’e de ikram ederken, çikolatanın azında bıraktığı tadın keyfi ile suratına hafifçe renk geldi. Çikolatayı Charlie getirmişti. Her zaman neyi sevdiğini bilirdi zaten Chris “Balyumruk’ta bunları bulmak için epey zahmete girdi” dedi muzipçe. Indis yüzündeki gülümsemeyi silmezken sepeti eşelemeye devam etti mürdüm ile lila arası bir renkteki ufak kutu dikkatini çekmişti, kutuyu eline aldı ve üzerindeki kartı okudu ardından kutuyu açtı, içinden çıkan küçük şişenin ilginçliğine baktı, oldukça alımlı, mini etek ve tişörtlü bir cadı şeklindeydi şişe. Cadının şapkasını yani şişenin kapağını kaldırdı ve bileğine hafifçe püskürttü, burnuna gelen böğürtlen kokusuyla gülümsedi. Bu Mia’nın her zaman merak ettiği ama ismini bir türlü öğrenemediği parfümünün kokusuydu. Şişenin üzerindeki yazıyı dikkatlice bir kez daha okuyup aklının bir köşesine not etti “Böğürtlen Büyüsü”… Şişeyi koklaması için Chris’e uzattı, çocuk kokuyu aldıktan sonra onaylar bir ifadeyle başını salladı. Indis yeniden dev sepetin içine gömüldü, şimdi çıkarttığı kutu masmaviydi, Indis üzerindeki nottan bunun William’a ait olduğunu anladı ve biran için heyecanlandı, demek ağabeyi de buraya gelmişti ha?
Paketi yırtıp açtı içinden çıkan orta boydaki deftere baktı, siyah bir kapla kaplanmıştı, sayfaları çok ince ya da çok kalın değildi, orta bir boyuttaydı. Indis defterin sayfalarını çevirmeye başladı ilk sayfada gördüğü ağabeyinin resmiydi, mavi gözlerini kırpıştırıyor, saçları rüzgârda savruluyordu, gülümseyen suratında belirgin bir huşu vardı, sonra elini kaldırıyor sallıyor ardından tekrar indiriyordu. Resim sürekli başa dönüyordu. Indis her zamankinden daha parlak bir gülümsemeyle resmi inceledi ardından gözleri yan sayfasındaki yazıya takıldı
“Indis,
Yaptığın kazaya gerçekten çok üzüldüm tatlım. Seni görme iznim yoktu bu nedenle bunu Kedrick ile yolladım. Umarım iyisindir tatlım ve umarım rahatsındır. Seni çok özledim, en kısa zamanda görüşeceğimizi umut ediyorum. Bu defteri senin için aldım, bunu günlük olarak kullanabileceğini düşündüm eminim hoşuna gidecektir. Kendine dikkat et tatlım ve bana yazmayı sakın unutma. Seni seviyorum.
William.”
Indis okumayı bitirdikten sonra gülümsedi ve defteri yeniden sepete koydu ardından sepeti daha sonra ayrıntısıyla bakarım düşüncesiyle yatağın kenarına bıraktı. Ve Chris’e döndü “Çok ince bir düşünce, kimin aklına geldi bu hediye sepeti?” diye sordu, Chris mahcup bir ifadeyle “Benim”dedi, Indis hiçte şaşırmamıştı aldığı bu yanıta böyle bir kibarlığı ondan başka kim yapabilirdi ki zaten? Bu kadar çok hediye alması onu sevindirmişti, demek onu seven bu kadar çok insan vardı. Mutlu olduğu açıktı, ama birazdan onu daha mutlu edecek olaylar yaşayacağından hala habersizdi. Chris elini cebine daldırdı ve küçük, beyaz bir kutu çıkarttı. Oldukça kibar bir kutuydu bu “Ben hediyemi sana kendi ellerimle vermek istedim, al bakalım” dedi elindeki kutuyu ona doğru uzatırken. Indis gülümsedi ve sabırsız bir şekilde kutuyu açtı, içindekini görünce biran şaşırdı ardından eline alıp incelemeye başladı. Simsiyah saçları olan, beyaz kostümlü, kanatlı bir melekti bu. Avucunun içine sığacak kadar küçüktü ve yer yer soyulan boyaları ile eski bir oyuncak olduğu anlaşılıyordu. Indis bu hediyenin anlamını merak ederken Chris zihnini okumuşçasına “Bu oyuncağın benim için önemi çok büyük Indis. Ben küçükken, annem ve babamın öldürüldüğü sırada, o dolabın içindeyken elimde bu melek vardı. Evimde, yetimhanede, amcamın evinde, Hogwarts’ta her yerde benimleydi bu melek, benim koruyucu meleğimdi. O gün beni ailemin ki gibi bir sondan korudu. Yetimhane günlerimde de amcamın benim sihrim olarak anlattığı şeylerin hepsini onun uğuruyla yaptım” dedi, duraksadı, yutkundu Indis konuşmanın gittikçe ilginçleştiğinin farkında varıyordu “Bunu sana veriyorum çünkü artık ihtiyacım yok, çünkü Indis artık benim koruyucu meleğim sensin ve benim için her şeyden önemlisin. Bu meleği sana veriyorum ve dilerim tıpkı beni koruduğu gibi seni de korur, dilerim sana zarar gelmesini engeller."
Ardından elindeki çiçekleri aldı ve başucundaki komodinin üzerine bıraktı, elleriyle Indis’in beyaz ellerini tuttu, hem de oldukça sıkı “Nasıl söyleyeceğimi bilemiyorum” dedi gözlerini devirerek, kendine cesaret vermeye çalışıyor gibi bir hali vardı ve bu sırada Indis heyecandan kaskatı kesildiğini hissetti, tahmin ettiği şeyi söyleyecek olamazdı herhalde. Yani onlar arkadaştılar, böyle bir şey söz konusu bile olamazdı… Ama diğer yandan keşke mümkün olsaydı, keşke tamda tahmin ettiği şeyi söyleseydi. Keşke… Neler düşünüyordu böyle? Onlar arkadaştılar, arkadaş… Bu söz konusu bile olamazdı. Ama ya olursa? Hem neden olmasın ki? Hayır, asla olmaz… | |
| | | Indis Oak J. Engelbert
Ruh hali : Mesaj Sayısı : 586 Yaş : 32 Kan statüsü : Safkan Galleon : 11935 Ekspresso Puanı : 0 Kayıt tarihi : 03/08/08
| Konu: Geri: - Maskeli Balo - Salı 02 Eyl. 2008, 23:22 | |
| Düştüğü bu ikilemde bir an delireceğini sandı, beyninin bir yanı arkadaş olduklarını ve böyle bir şeyin mümkün olamayacağını söylüyor diğer yanı “Seni seviyorum” demesi için ona içten içe yalvarıyordu. Merlin aşkına, bu nasıl bir şeydi böyle? *Hadi Chris, hadi… Seni bekliyorum…* Çocuğun biran önce söylemesini diliyordu yoksa delirmesi işten bile değildi. Sonunda o düz dudaklar yeniden hareket kazandı “Ben.. Sen.. Yani, yani biz.. Imm…” tekrar sessizlik! Şuanda boynuna yapışıp “Hadi ama” dememek için kendini zor tutuyordu, ne söyleyecekti? Nitekim çok geçmeden bunu öğrendi, Chris derin bir nefesin ardından tekrar dudaklarını araladı “Ben, seni seviyorum” dedi ve derin bir sessizliğe gömüldü. Gözleri doğrudan Indis’in gözlerine bakıyordu. Indis bir yandan duymak istediği cümleyi duyduğu için sevinçten uçuyordu diğer yandansa hala buna inanamıyordu. Chris… En yakın dostlarından biri olan Chris… Arkadaştan öte görmediği ya da en azından kendini buna inandırdığı Chris.. Karşısındaydı ve Indis’e ilan-ı aşk ediyordu. Şimdi bir şey mi demesi gerekiyordu? Peki, ne diyecekti? Ne demeliydi? Ne diyebilirdi? Kendisine yönelttiği onlarca sorunun cevabını yanlış yerde arıyordu; beyninde… Oysaki cevap sol göğsünün altındaydı; kalbinde…
Dakikalar boyunca öylece kaldılar, birbirlerinin gözlerini içine bakarak. Indis Chris’in deniz yeşili gözlerinde boğulurken hiçbir şeyden emin değildi, bıraksalar ağlayabilirdi, öyle bir çıkmaza girmişti. Neden bu kadar tereddüt ettiğini bilmiyordu, yani bir insan başkasını ya seviyordur ya da sevmiyordur öyle değil mi? Ama değildi işte.. Ya gerçeği yani onu sevdiğini söylerse ve bir gün ilişkileri bittiğinde Chris’in arkadaşlığını da kaybederse ne olacaktı? Bu riski almak istemiyordu ama “Seni seviyorum” dememek için kendini zor tutuyordu. Bu sırada suratında bir ıslaklık hissetti, yüzünden süzülen birkaç damla yaşı engelleyememişti tıpkı dudaklarının az sonra yapacağı hareketi de engelleyemeyeceği gibi.
“Bende seni seviyorum” dedi çok ama çok kısık bir sesle, ama Chris bunu duymuştu ve Indis gözlerinin ta içini gördü, mutlulukla coşmuştu. Biran kendi içinde de aynı duyguları yaşadığını fark etti, her ne kadar korksa da bu sırrı itiraf etmek ona iyi gelmişti, rahatlamıştı. Doğrularak oturur bir vaziyet aldığı yatağına çullanarak boynuna dolanan Chris’i içtenlikle sardı. Güvendeydi, nihayet güvendeydi. Chris’in kendisinden epeyce güçlü kollarının arsında kendini hiç olmadığı kadar güvende hissediyordu. Ve pişman değildi, asla olmayacaktı…
Gözlerini açtı, şuanda Hastane Kanadı’nda değildi, hatta Hogwarts’ın arazisi içinde bile değildi. Oradan, o andan çok ama çok uzaktaydı. Hogsmade’deydi, balo alanının biraz dışında, karanlıkta, kulağına çalınan hafif müzikle yine Chris’e sarılmıştı. Bitmek tükenmek bilmeyen irili ufaklı altın baloncukların altında büyüleyici bir dansı tamamlıyorlardı. Ve Indis kendini yine aynı güven duygusuyla çepeçevre sarılmıştı. O gün kendine engel olamadığı ve kalbinden geçen o üç kelimeyi Chris’e söyleyebildiği için Tanrı’ya şükrediyordu, çünkü o üç kelimeyi orada söyleyemeseydi bir daha hayatı boyunca söyleyemeyebilirdi ve Chris’le bu anları asla yaşayamayabilirdi. Şuanda hayatının odak noktası olan bu çocukla iki iyi dosttan öte hiçbir şey olamayabilirdi. Ama neyse ki diline hâkim olamadığı o anlar nihayet işine yaramıştı ve neyse ki şuanda Chris’le idi. Dünya üzerinde olmak istediği tek kişiyle…
Kafasını yavaşça Chris’in göğsünden kaldırdı ve doğrudan ona bakarak “Seni seviyorum” diye fısıldadı, yanaklarının pembeleşmesine yine engel olamazken. Chris’ten aldığı cevapla gülümsedi ve başını yeniden bu harika çocuğun göğsüne yasladı. Şimdi aklında ne okul vardı, ne dersler, ne arkadaşları ne de William… Hepsi buharlaşıp uçmuştu ve geriye kalan kişi sadece Chris’di… Aşk denilen duyguyu ona ilk kez tattıran çocuk… Masum bir çocukluk aşkı, saf ve temiz… Dünya’da bundan daha güzel ne olabilirdi ki?
“Arghh” bileğinde hissettiği ağrıyla hafif bir nida koy verdi, buruşan suratıyla birlikte kendisi Chris’in kollarından alıp yere eğildi, siyah uzun elbisesini bir parça kaldırdı ve ayak bileğine bakmak için kambur bir duruş aldı, neler olduğunu anlayamayan karşısındaki çocukta onunla birlikte eğilmişti “Ne oldu?” diye sordu hemen. Indis kafasını iki yana salladı “Bilmiyorum, bileğim. Çok acıyor” dedi çığlıkla normal konuşma arasında bir ses tonuyla. Şimdi yeşil çimlerin üzerine oturmuştu, bacağını bükerek kendine çekti ve o durumda ne kadar nazik olunursa o kadar nazik bir şekilde bileğine bakmaya başladı, hafifçe morarmıştı, birazda şişmişe benziyordu. Chris “Üstüne basabilir misin?” diye sordu endişeli bir biçimde, Indis ağrıyan bileğinin acısıyla kafasını iki yana salladı. Chris oldukça telaşlanmış görünüyordu öyle ki büyü ile düzeltmek aklının ucuna bile gelmemişti. Indis ses çıkartmadı, ne yapacağını merak ediyordu, bu ağrıya bunun için biraz daha katlanabilirdi.
Chris Indis’in sol tarafına geçti ardından bir eliyle kızın incecik belini kavradı, diğeri ile bacaklarının eklem noktalarını tuttu. Indis’in ağırlığından hiç de rahatsız olmuş gibi görünmüyordu, nitekim Indis’te halinden son derece memnundu, bileğinin ağrısı bir yanda dursun Chris’in onu kucağında taşıması epey hoşuna gitmişti, yine de hiçbir şey belli etmeden hala bileği için sızlanarak Chris’in onu az ilerideki ağaçların birinin dibine getirmesini bekledi. Sırtını ağaca yaslayacak biçimde onu yere bıraktı, ardından Indis’in bileğine bakmak için eğildi, bileğini kavradığını hissetti ve yine ufak bir nida koy verdi “Canım yanıyor” dedi mızmız bir kız çocuğu gibi dudaklarını büzüştürürken. Chris ondan özür diledi ardından asasını çıkarttı ve cadının bileğine doğrulttu “Episkey.” Indis bileğinde ki ağrının yok olduğunu hissetti, bileğini yavaşça oynattı ama ağrı yoktu. Chris’e baktı ve “Teşekkür ederim” dedi. Chris anlayışlı bir ifadeyle önemsiz olduğunu belirtti.
Indis’in yanına geçti, sırtını duvara yasladı ve tıpkı yanındaki cadının yaptığı gibi kafasını gökyüzüne kaldırdı. Indis gökteki yıldızları incelerken istifini bozmadan “Aslında yürüyebilirdim” dedi. Chris kafasını indirdi ve doğrudan Indis’e baktı “Demek beni kullandın” dedi gülerek Indis kıkırdadı “Im.. Evet sanırım öyle oldu” dedi muzipçe ve ekledi “Ama çok hoş bir hareketti teşekkür ederim” Chris güldü “Sevgilimin bu kadar kurnaz olduğunu bilmiyordum” dedi Indis’in gözlerine bakarken Indis “Hakkımda öğrenmen gereken daha çok şey var” dedi ve çift gülüşmeye başladılar. Chris’in saatine baktığını gördü “Bir saat olmuş dönsek iyi olur” Indis onu onayladı, demek bir saattir buradaydılar oysaki Indis’e bu bir saat bir dakika kadar kısa gelmişti. Çoktan ayağa kalkıp kendisine doğru elini uzatmış olan Chris’e baktı ve uzattığı elini tutarak ayağa kalktı.
Hızlıca bir kalkışın ardından ne olduğunu anlayamadan kendisini Chris’le burun buruna bulmuştu. Nefesinin sıcaklığını suratında hissedebiliyordu. Gözleri Chris’in yeşil gözlerinden ayrıldı birkaç saniyeliğine çocuğun düz dudaklarında odaklandı, ardından tekrar gözlerine baktı. Aşağı doğru süzülen balonlar olmasa zamanın durduğunu düşünebilirdi, öylesine ağır ilerliyordu ki her şey! Sonra birden kafaları yakınlaşmaya başladı, Chris’in elini belinde hissedebiliyordu. Gittikçe yakınlaştılar… Ve sonunda Indis’in renkli ve parlak dudakları ile Chris’in ifadesiz ve ince dudakları birleşti.
Ayaklarının yerden kesildiğini sandı, ilk öpücük… Ne kadar da büyüleyiciydi… Dudağında bir ıslaklık duygusu ve Chris’i hissederken gözleri kapanmıştı, sadece karşısında ki çocuğun gözlerini düşünüyordu. Deniz yeşili gözlerini… Sağ elini yavaşça Chris’in sarı saçlarında gezdirirken içinde hiç yaşamadığı bir duygunun oluştuğunu hissetti ve dudaklarını birleştirdiği çocuğunkiyle karışan hızlı kalp atışlarını işitebiliyordu. Gökten süzülen son birkaç altın baloncuğun altında Indis’e çok uzun gibi gelen ama aslında birkaç saniyeden ibaret olan bir zaman dilimi boyunca öylece kaldılar.
Ayrıldıklarında Indis nefes nefese olduğunu hissetti, yanakları ateş gibiydi ve tepeden tırnağa kıpkırmızı kesilmişti başını yere eğdi, utanıyordu. İlk kez yaşadığı bu andan sonra elbette mutluydu ama utanç duygusu tüm bedenini kaplamıştı. Yeşil çimlerde odaklanan masmavi gözlerini bir an olsun yerden kaldırmıyordu. Birkaç dakika boyunca hiçbir şey söylemeden öylece kaldılar. Sonra Chris’in çenesine dokunana eliyle titrediğini hissetti. Çocuk kızın çenesini hafifçe tutup kaldırmıştı, gözlerini yerden kaldırıp Chris’in gözlerine odakladı. Düşüncelerini okumak istiyordu, acaba o şuanda ne hissediyordu? Bilmiyordu… “Seni seviyorum” diyen sesini işittiği çocuğa zar zor gülümsedi ama hiçbir şey söylemedi sadece çeyrek adım daha atıp kollarını çocuğun boynuna doladı, sanki onu boğacakmış gibi sımsıkı sarıldı. Onu bırakmak istemiyordu… Hem de hiç! Ama eninde sonunda kollarını indirmesi gerekti yine de o bunu yapana dek sesini çıkartmadığı için Chris’e minnettardı, çünkü buna çok ihtiyacı vardı.
“Dönelim mi?” dedi fısıltı benzeri bir sesle. Ona kalsa buradan hiç ayrılmayabilirdi ama ne yazık ki geri dönmeleri şarttı. Chris ‘olur’ anlamında başını salladı bu güzel anın bittiği için en az karşısındaki cadı kadar üzgün görünüyordu. Chris’in koluna girmeye hazırlanırken çocuk ona elini uzattı ve Indis bu gereksiz mesafeden kurtulduğu için sevinerek Chris’in elini tuttu ve parmaklarını onun parmaklarının arasından geçirerek ellerini sımsıkı kenetledi. Yüzünde engel olamadığı bir gülümseme ile balo alanına doğru yürümeye başladı. Bu kez bir kaplumbağa kadar yavaş yürüyorlardı. O kalabalık alana ne kadar geç varabilirlerse o kadar iyiydi ne de olsa. Birlikte birkaç dakika bile olsa daha fazla zaman geçirmeleri Indis için son derece önemliydi.
Ama kalabalığa yeniden karışmalarına tamamıyla engellemesi ne yazık ki mümkün değildi nitekim bir-iki dakika sonra yeniden balo alanına dönmüş ve kalabalığa karışmışlardı. Alana geri döndükleri anda gözüne ilk çarpan şey ağabeyi William ve onlara yönelmiş soğuk bakışları oldu. Profesör Black ve Johnson’ın yanından ayrılmıştı onlara doğru geliyordu. Indis ve Chris’de daha isteksiz adımlarla ileriye doğru gidiyorlardı ve nihayet birbirlerine ulaştılar William’ın bakışları her ne kadar soğuk olsa da gözlerinin içindeki gizli öfkeyi fark edebiliyordu. “Demek teşrif edebildiniz!” dedi imali bir şekilde, buz gibi bir sesle. Indis ağabeyinin Chris’le birbirine kenetlenen ellerine odaklandığını gördü ve ister istemez çocuğun elini bırakmak zorunda kaldı, bu tepkisine bir anlam veremezken ne diyeceğini bilemiyordu. Az sonra gecesini mahvedecek olan olaylardan henüz habersizdi… | |
| | | Nicole Marissa Magdalene Fontjoncouse Otel Ortağı
Ruh hali : Mesaj Sayısı : 4533 Yaş : 32 Kan statüsü : Safkan Galleon : 12675 Ekspresso Puanı : 75 Kayıt tarihi : 02/07/08
| Konu: Geri: - Maskeli Balo - Çarş. 03 Eyl. 2008, 14:55 | |
| Bakalım Nicole'ün bu yeni macerası başına neler getirecekti. Yolculuğunda uyuduğundan pek bir şey hissetmemişti. Yanında yeni arkadaş edindiği kız arkadaşı Elizzy vardı. Onlar beraber süslenmişlerdi. Bu yeni edindiği ve ilginç beraberlik gittikçe büyüyordu. Nicole etrafında ki herkese karşı baloya has yumuşak ve hoş bir tavır almıştı. Onu görenler Nicole’ü tanıyamıyor başka bir kız zannederek selam veriyorlardı. Nicole selam vermek için kafasında ki maskeyi çıkarınca gördükleri manzara karşısında kalakalıyorlardı. Nicole Hogsmeade arazisine iner inmez. Onun nefes kesici güzelliğiyle beraber kendini kaybetmişti. Bu yüzden balo salonuna girer girmez kendine bir yer aradı. Arkadaşı olan Elizzy’de Hogsmeade güzelliğinden şoka girmiş bir şekilde Nicole’ün arkasından geliyordu. İçeri girdiğinde her yer o kadar muntazam ve gösterişli bir şekilde döşenmiş ve süslenmişti ki şokuna bir şok daha eklendi.Bu iki birbirini tanımaya çalışan kızların ne yapacaklarını bilmez bir halde, kendilerine boş bir masa bulup orada ki sandalyeye oturmak için yürüdüler.
Nicole oturduktan sonra etrafına bir göz attı. Yeni hayatının bu yolunda ne olacağını ve ne yelkenlere açılacağını düşünüyordu. Kardeşini yeni kaybettiğine alışmaya başlamıştı, artık onsuzluktan dolayı kaderine isyan etmiyordu. Ailesi için de daha fazla sevgi ve ümit bağlamıştı. Hayatına yeni bir yol çizmişti. Ama bu yol onu başarıya eriştirebilecek miydi? Hayatında herkese kötü davranıp hiçe saymıştı. Bir anda bunlardan vazgeçmek ne kadar doğru olabilirdi. Arkadaşı Elizzy bu dalgınlığını görür görmez onu kendine getirmek ve destek olmak için “Hey sen bir kraliçesin ama hüznün kraliçesi olmak istemezsin dimi?” dedi. Nicole hiçbir cevap vermedi içindekileri okumuştu Elizzy. Ne kadar yanlış analiz edip onunla ilk tanıştığında ne kadar hafife almıştı oysa Nicole. Aslında tam da onun gibi bir kızdı, birbirlerinden farkları vardı, ama belki de bu olay sonrası Nicole bu ders olmuştu. İçinden bütün duygularını dışarı atıp yeni sayfasına eklemek istemiyormuşçasına “Eğlenmeye zamanım yok benim buraya ne diye geldim. Her şey üst üste geliyor. Kardeşimin de burada olmasını isterdim ailemin de gelmesi lazımdı” diye içinden geçiriyordu. Fakat bu sefer Elizzy ona zaman vermiş ve kendine geleceğini bilmiş olsa gerekti. Hiçbir şey söylememiş ve hiçbir tepki vermemiş olan Nicole geç kaldığını anlayarak Elizzy’e dönerek “Hayır daldım, çünkü Hogsmeade bu güzelliği beni büyüledi. Ne yapacağımı bilmiyorum. Acaba buraya gelmekle hata mı yaptım bir partnerim bile yok eğlence benim neyime daha yeni kardeşimi kaybettim. Yaptığım saçmalık değil mi?”diye Elizzy’e vicdanını rahatlamak ve arkadaşına açık olmak isteyen bir yanıt verdi. Elizzy baya kırılmıştı bu cevaba “Neler diyorsun dünyanın sonu değil ya ben o eski tuttuğunu koparan Nicole’ü istiyorum. Partnermiş sanki benim partnerim var buraya eğlenmeye geldik unuttun mu sırf çiftli dans çalacak halleri yok herhalde” dedi.
Nicole Elizzy’nin şu anki sert ve keskin tavırlı ama bir o kadar tatlı konuşmasının etkisinden çıkmaya çalışıyordu. En sonunda etrafına bakarak zaman geçirmeye başladı. Elizzy de Nicole'ün düzelen halini görünce bir şeyler almak üzere açık büfenin olduğu yere doğru gitti. Nicole ona soru sorup sormayacağını düşündü. Fakat arkadaşı arkadaşlık konusunda ondan çok daha akıllı ve bilge olduğundan yalnız bırakmayı uygun görmüştü. Nicole etrafında birini ararmış gibi her yeri süzüyordu. Hiç kimse tanıdık gelmiyordu. Bu maskeler herkese sahte bir hava vermiş. Herkes birbirine benziyor. "Oyun başladı. Nicole niçin mızmızlanıyorsun. Şimdi senin zamanın annesinin sürpriz gelişinde söylediklerini hatırladı ve aniden ayağa kalktı madem böyle istiyorsun her şeyin dibine vurmaya hazırım" kendisine bir içki almak için kalkmıştı. Nicole daha ne olabilir bugün her şey serbest Nicole haydi parti ve eğlence zamanı Elizzy Nicole kalktığını görünce yüzünde ki tebessüm büyümüştü. Nicole de heyecanla, kısa ama onun anlayabileceği şekilde bir tebessümle yanıt verdi. İçinden ama belli belirsiz de mırıldanırmışcasına "Ne güzel bir gün her şey iyi artık bana hiçbir şey zarar veremez kardeşim bunların hepsi senin için yaşıyorum. Kendime de biraz pay almam lazım ama neyse” zırvaladığını düşünüyordu, fakat bu kendine gelmesini sağlıyorsa onun için önemi yoktu. Aradığı yüzler etrafında değildi. İçki almak için kalktığını hatırlayıp bara doğru gitti. Elizzy’e de eğlencesine bir içki daha yaptırmayı düşündü. Acaba Maglor neredeydi. Sonunda bunu kendine ifade edebilmesi büyük bir gelişmeydi. Onu hep düşünüyordu. Ama ne biriyle ne de kendiyle rahat bir şekilde paylaşamıyordu.
Bara geldiğinden bir kız onu başka biri sanarak cevap verdi. Nicole tanımadığı kıza iyice bakmak için maskesini çıkardığında onun Hufflepuff’lı bir kız olduğunu anladı. Kız yanlış kişiye selam verdiğini görünce en ince ve kibar ses tonuyla “Pardon başka biriyle karıştırdım galiba” dedi. Kız o kadar değişik giyinmişti ki Nicole ona bakmaktan ilk kızın ne dediğini anlayamamıştı. Ama bu kızı bir yerden gözünün ısırdığını biliyordu. Ayrıca bu söylemin çok hüzünlü bir şekilde olduğunun da farkına varabilmişti. "Neler geçmiş olabilir ki"diye kızı süzerken bir yandan da servis yapan ev cinlerinden birine “Bir tane ateşli viski ve ardında da bir kokteyl istiyorum. Yalnız kokteyl içinde çok az içki olsun lütfen” dedi. Arkadaşını zehirlemek istemezdi değil mi? Sonra Hufflepuff’lı olduğunu bildiği kıza dönerek “ Sorun değil, bugün de herkes biriyle beni karıştırıyor.”dedi. Sonra masasına gitmek üzere bardan ayrıldı. Fakat bir an içinden kıza acıdığından mıdır bilinmez arkasına dönerek “İyi eğlenceler, bu arada elbisen çok dikkat çekici ve güzel olmuş” diyerek önüne döndü ve Elizzy’nin tek başına bıraktığı masaya doğru gitti. Elizzy elinde ki içkileri görünce “Bu ne yoksa beni sarhoş mu etmek istiyorsun” dedi. Nicole sinsi ama bir o kadar da eğlenceli bir tavırla “Seni değil ama kendimi sarhoş edebilirim. Hem eğlence dedin. İlk olarak bir içkiyle başlasak ne olur sanki” masumluğunu da kullanarak Elizzy'e baştan çıkararak söylediği bu cevap arkadaşı için yeterli olmuştu.
Nicole masaya oturduğunda içkisini eline aldı. Elizzy’nin kokteyl bardağına doğru tokuşturdu. “Sağlığına canım” dedi. Elizzy de aynı yanıtı vererek kadehlerini birbirine çarpıştırdılar. Nicole ağzına götürdüğü ateş viskisini bir dikişte içmişti. Bunu gören Elizzy kızgın bir bakış fırlattı. Kokteyl kadehinden yudum yudum aldığı hafif alkollü içkisini sanki zorla içiyordu. Bunu gören Nicole “Neden böylesin düşüp bayılırsan elbet seni taşıyacak birileri bulunur” diye alay etti. Elizzy bu şaka üzerine gaza gelmiş olacak ki üç dikişte bütün kokteylini bitirdi. Nicole bir dikişte bitirdiği için hiç telaşlı değildi. Nede olsa birilerinin onu kurtarmasına alışmıştı. Maglor’u bu sayede göreceğini ümit ederek gittikçe içiyordu. Durmadan bara gidip geliyor, ev cininden viski istiyordu. En sonunda Elizzy bundan bıkmış bir durumda “Kendini benim yanımda sarhoş etme lütfen, seni çekebileceğimi hiç sanmıyorum” dedi Nicole gülümseyerek sade bir şekilde “Böyle bir şey olmayacak” dedi.
Tam o sırada Elizzy’nin yardımına müzik koşmuştu. Çiftli dans müziğinin bitmesine sevinen Elizzy “Hadi şimdi eğlencenin doruğuna tırmanma zamanı Nicole. Bu kadar içki yeter seni dans ederek kendine getirmemiz lazım” dedi Nicole bu duruma çok alınmıştı. "Daha üç kadeh viski içtim bana bir şey olmaz bakalım sen bir kokteyl ile nasılsın” diye takılarak cevap verdi. Müzik gittikçe ritmini hızlandırıyor. Pis gittikçe eğlenmeye yer arayan kızlar ve erkeklerle doluyordu. Bazı profesörler bile müziğin etkisinde bir şekilde ona tempo tutup birkaç hareket yapıyorlardı. Elizzy Nicole kolundan çekerek pistin içine sürükledi. Nicole hala görmek istediği yüzü görememişti. Her yüz tanıdık ama bir o kadar da uzak geliyordu. "Elizzy’le beraber gelmese ne yapacağını bilemez bir şekilde öyle oturup herkesin kim olacağını anlamaya çalışırdım." dedi kendi kendine. Ardından Elizzy Nicole duraksadığını görünce “Hey rüyada gibisin hadi dans edelim” dedi Nicole söylediklerini anladıktan sonra kendini kaybetmiş bir şekilde dans etmeye başladı. Elizzy “Daha yeni başlıyor Elizzy beraber çok zaman geçireceğiz. Eğlence yeni başlıyor Yehuu” diye bağırarak cevap verdi. Elizzy’le Nicole iyice havaya girmişlerdi hiç kimseyi takmadan delicesine bağıra çağıra dans ediyorlardı. Etrafındakilerin de onlardan bir farkları yoktu, ama alkol durduğu yerde durmuyordu. Nicole başına bir şey daha gelecek miydi? Düşündüğü kişiyi bulup o rüyasında görüp dans ettiği yüzünü göremediği beyaz atlı prensi neredeydi. Dans ediyor. Kopuyor olabilirdi. Ama hareketleri kalbinde ki düşüncelerin dağılmasına sebep olmuyordu. Her zaman bir şeyler kopuyor ve dağılıyordu. | |
| | | Sasha Slof
Ruh hali : Mesaj Sayısı : 89 Yaş : 30 Kan statüsü : Melez Galleon : 11864 Ekspresso Puanı : 0 Kayıt tarihi : 25/08/08
| Konu: Geri: - Maskeli Balo - Çarş. 03 Eyl. 2008, 22:32 | |
| Sasha uzun süre boyunca elleri yüzüne kapalı bir şekilde oturup zihninde rüyasını yaşadıkça dahada kötüleşiyordu. Bu rüyanın bir anlama gelip gelmediği konusunda hiçbir fikri yoktu. Ama rüyadan uyandıktan sonra balo alanına dönerken duyduğu kahkahanın rüyasındaki kahkahayla aynı olması onun tüylerinin ürpermesine neden olmuştu. İçinde bulunduğu duruma benzer bir şeyi daha önce hiç yaşamamıştı. Evet, daha önceden birsürü macera yaşamıştı, başını belalara sokup iç korkutucu olaylar yaşamasına rağmen böyle bir olay başına ilk defa geliyordu. "Avada Kedavra!" büyüsünün ne kadar korkunç bir büyü olduğunuda biliyordu ve bunu bu şekilde görmesine de anlam veremiyordu. Tek başına bu olayın altından kalkamayacaktı ne yazık ki. Bu olayı yaşadığını anlattığında, o evi bulmaya gittiğini söylediğinde, ona verilen tepkinin ne kadar büyük olacağınıda tahmin edebiliyordu. Peki ne yapacaktı? Böyle düşünceler içinde sürüklenip gidecek miydi, yoksa tepki ne olursa olsun birine anlatıcakmıydı?Bu ikilem arasında gidip geldi Sasha. Etrafına bakındığında herkes eğlencesine bakıyordu onunla ilgilenebilecek, onu dinleyecek kimse yoktu. Bu düşünceler yüzünden başına ağrılar girmişti. Sahte bir gülümsemeyle ayakta zarzor durarak Gryffindor masasına geldi yeniden. İçecek birşeyler içtikten sonra bi köşeye attı kendini. O kadar yolu koşması ve bu olayları yaşaması ona ağır gelmişti ama yine de güçlü bir kızdı o yaşıtlarına göre. Yaşıtlarına rağmen birçok şeye göğüs germişti o, şimdi de yapabilirdi bunu. Ama buna mecali kalmamıştı çünkü, çok yorgundu. Burada oldukça fazla gürültü vardı, yorgun vücudu dışında başıda ağrıyordu gürültü, başını dahada ağrıtıyordu. Bir süre sonra ayağa kalkıp çabuk olmaya çalışarak balo alanının çıkışına ilerledi bir ağacın altına oturdu ve gökyüzünü izlemeye koyuldu. Burası yeterince sessiz ve sakinda balo alanına göre.
Sonra elbisesine baktı, elbisesini giyerken ne kadarda heyecanlıydı, yapacaklarının hayalini kuruyorudu sürekli ama hiçbirisi olmadı...Koskoca bir hayal kırıklığı vardı sadece. Balo Alanına tekrar baktı, yüzünde bir tebessüm oluştu, bu tebessüm balo alanının mutlu havasıydı sadece, çünkü ona göre tam bir hayal kırıklığı olmuştu bu balo onun için. Elbisesindeki melek kanatlarını çıkartıp ağacın altına bıraktı. Kendini toparlamıştı en sonunda. Biraz temiz hava almak için dolaşmaya karar verdi. Arazinin gitmediği diğer kısmına doğru yürümeye başladı. Burası gittiği diğer kısımdan daha değişikti. Burada sıcak hava yüzüne vuruyordu ama orada esen rüzgar Sasha'nın iliklerine kadar donmasına neden olmuştu. Çok garibine gitti bu.Yürümeye devam ediyordu, ileriden bağırışmalar geliyordu hemen bir ağacın altına saklandı. Gitttikçe yaklaşıyordu bağırışmalar ama tam olarak dedikleri anlaşılmıyordu. Dikkatle etrafına bakınıyordu Sasha karanlıktan 2 yüz belirdi dikkatlice izliyordu bunlar, tanıdık gelmiyordu ona. Hogwarts'tan biri oldukları gibi bir halleri de yoktu.
Sasha'nın saklandığı ağacın tam önünde durdular. Onu gördüklerini sanan Sasha iyice sessizleşti ve ne yaptıklarını inceledi. Bu iki kişinin elinde parşömen parçaları vardı. Parşömen parçalarını birbirlerine gösterip arada bağırışıyorlardı. Bu iki kişinin biri kadın diğeri ise erkekti. Kadının dediklerinin birkaçını duyabilmişti sadece Sasha çünkü konuştukça seslerini kısıyorlardı. Kadın o evin nerede olduğunu bilmiyorum ama bulamassak kötü şeyler olucak gibi birşeyler söylüyordu. Sasha bu evin aramaya gittiği evin olabiliceğini düşünmüştü. Bunları düşünürken o iki kişi uzaklaşmaya başlamıştı. Ama peşlerinden gitmek istemedi, ilk defa böyle bir macerayı elinin tersiyle itmişti. Belki o rüyayı görmese gidecekti ama... Sasha yavaş yavaş balo alanına doğru yürümeye karar verdi. Balo Alanını görebiliyordu buradan dahada hızlandı birden. Hızlanmasıyla beraber aynı kahkahayı bir daha duydu. "Yoo, Olamaz!" dedi titreyen sesiyle. Gittikçe hızlanıyordu yürümesi. Bu sefer kahkaha hiç kesilmeksizin devam ediyordu. Ağacın altından kanatlarını aldı ve hızlı bir şekilde tekrar taktı elbisesine. Balo alanına öyle hızlı girmişti ki herkesin meraklı bakışları üstüne dönmüştü. Sasha bir şey olmadı dercesine gülümsemeye çalıştı. Masalardan birine oturdu tekrar, unutmaya çalıştı olanları. Kısa birsüre sonra keyfi yerine gelmişti. Hareketli bir müzik çalıyordu, bu Sashanın daha da keyiflenmesine neden olmuştu. Herkes sevgilisi ya da arkadaşlarıyla dans ediyordu.Ama bunu hiç umursamadan Sasha'da dans etmeye başladı.Balodaki ilk güzel saatleriydi. Bir arkadaşınınd a yanında olmasını çok isterdi... | |
| | | | - Maskeli Balo - | |
|
Similar topics | |
|
Similar topics | |
| |
| Bu forumun müsaadesi var: | Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
| |
| |
| |