Şafağın ufuktaki kırmızılığı, yavaş yavaş gözden yiterken Brooke yatağında kıpırdandı. Gece boyunca, artık istisnasız hergün görmeye başladığı rüyalardan birini daha görmekten korkarak, yatağında bir o yana bir bu yana dönmüştü. Yattığı yerde hafiften hafiften başı dönerken, aklında o güne dek gördüğü bütün rüyalar geçiyordu. Korkulu rüyalar... Son zamanlarda sanki yaşamıyor, sadece rüya görüyordu. Öyle ki, artık bir önceki gün ne yaptığını bile zar zor hatırlayabiliyordu. Her gün yatağında terler içinde uyanmaktan bıkkınlık çökmüştü üzerine. Annesinin ihaneti onu o kadar yaralamıştı ki, gündüz düşünmediği şeyler gece rüyalarında onu buluyordu. Bu rüyalar, bu ihaneti unutup eskisi gibi neşeli bir Brooke olma hayallerini yerle bir ediyordu. Artık inancı kalmamıştı, en ufak umut ışığı göremiyordu çevresinde. Kurumuş dudaklarını güçlükle kıpırdatarak, “Olmayacak, yapamayacağım.” diye mırıldandı. Bu, son günlerde içini kaplayan karamsarlığın bir çığlığıydı aslında, sessiz bir çığlık. Son günlerde en iyi anladığı şey, önceden düşündüğünde zayıf, oldukça zayıf olduğuydu. Tek başına, yanında ona yardım eden kimse yokken, bununla başa çıkamayacak kadar zayıftı. Hassaslık falan değil, zayıflıktı bu apaçık.
Aniden yatağında doğrulmasıyla, baş dönmesi daha da arttı. İnce parmaklarını başına götürerek, baş dönmesini engellemeye çalıştı, ama nafile. Sadece kendisinin uyanık olduğu yatakhaneyi süzdü, mavi, dökülemeyen göz yazyaşlarının izini taşıyan gözleriyle. Kederi onu adım adım ele geçirirken, huzurlu ve mutlu bir şekilde uyuyan arkadaşlarını görmek kederini arttırıyordu adeta. Kıskanıyordu belki de, onların mutluluğunu kıskanıyordu. Bu kez baş dönmesine aldırmayarak ayağa dikildi, uzaklaşmalıydı buradan, en iyi çözüm buydu. Cüppesini çıkarmak için sandığına doğru sendeledi, tek istediği yalnızlıktı. Öyle miydi gerçekten? Kendi kederiyle yalnız kalmak mıydı, yoksa kendisini anlayan bir arkadaş mıydı istediği? Zihnini dolduran tüm sorunları unutmak istercesine başını iki yana salladı; daha fazla dert ile başa çıkabileceğini sanmıyordu, zira artık kırılma noktasına çok yaklaşmıştı. Sandığından çıkardığı cüppesinin göğüs kısmındaki Gryffindor amblemi, yüzünü buruşturmasına neden oldu; bir Gryffindor cesur olurdu, kendisi ise... Yatağının yanındaki asayı kapıp cüppesinin yenine doğru ittirdi, bu rüyaların bir başka sonucuydu, yeni bir alışkanlık. Her an kafasında olabilecek olan kötü şeylere dair bir senaryo, onu paranoyaklığa doğru götürüyordu yavaş yavaş. Bu yüzden asasını kimsenin göremediği bir yerde saklamaya başlamıştı, bir süredir bu böyle devam ediyordu. Kapıya doğru yürüdü, tahta kapı mutlu yüzlerle arasına bir perde çekerken, derin bir nefes aldı. Kendi başınayken kıskanacak kimse olmayacaktı etrafta.
Ortak salona vardığında, boş olduğunu görünce yüzünde ufacık bir gülümseme oluştu; yalnız kalabilecekti burada, rahatsız edilmeden. Kendini şöminenin karşısındaki pufa bırakır bırakmaz, pencereden gelen kulak tırmalaycı bir ses yüzünü buruşturmasına neden oldu. *Bu mu yalnızlık?* Bir süre sesi duymayı redderek, oturmaya devam etti. Sesler dayanılamaz hale geldiğinde, arkasına dönüp baktı nihayet. Pencerede bir baykuş vardı, tuhaf bir şekilde tanıdık görünen bir baykuş... Aniden yüzü soldu adeta. Babasının hüthütüydü penceredeki. *Merlin’in sakalı!*Ayağa fırladı, bir an sonra pencereyi kırarcasına açıyordu. Babası acil durumlar dışında ona asla mektup göndermezdi, asla! Üstelik annesiyle beraber Fransa’dan birkaç günlüğüne ziyarete geldikleri o rezalet günlerde, bu sene işlerinin her zamankinden de yoğun olacağını, hiç mektup yazamayacağını söylemişti. Eli titreyek, baykuşu içeri aldı. Baykuşun ayağında tahmin ettiği gibi tek bir mektup değil, bir de küçük bir paket vardı. Üstelik bir hediye mi göndermişti yani? Olamazdı bu, bir şey olmuş olmalıydı. Zihni ona ölümlerle dolu bir hikaye yazmaya başlarken, zihninde yeni bir düşünce peydahlandı. Ya düşündüğü gibi bir şey yoksa, ya babası sadece ona bir hediye göndermek istemişse? Tam o sırada kendisine dik dik bakan baykuşu fark etti, belli ki artık gitmeyi istiyordu. Brooke baykuşu yükünden azat edince, tahmin ettiği gibi hüthüt açık pencereden uçup gitti. Bir an gözü kuşun kaybolmakta olduğu puslu gökyüzüne takılıp kaldı. Babasının kendisine kötü bir haber yollamadığını ummaktan başka bir şey yapamıyordu artık.
Aniden erkekler yatakhanesinin kapısı açıldı, içeriye tanımadığı bir birinci sınıf girdi. Brooke birkaç saniye çocuğa dikti gözlerini, burada da yalnız kalamayacaktı demek, yeni bir yer bulmalıydı o halde. Bir an düşündü, ardından hızlı adımlarla Şişman Kadın portresine doğru ilerledi. Dışarıya, hogwarts koridorlarına adım atar atmaz, koşmaya başladı. Daha fazla bekleyemezdi okumak için, bir an önce gitmeliydi. Koşarak sınıfları geçti, hızla merdivenlerden inmeye başladı. Durduğu her saniye sinirlendiriyordu onu, sabırsızlık ve merak bastırıyordu. Bahçeye ulaştığında yavaşladı, artık gideceği yeri biliyordu. Ancak sık ve uzun kızıl çamlardan oluşmuş, göl kenarını gören küçük çaplı ormanı gördüğünde durdu. Burayı daha geçen gün keşfetmişti, yine yalnız kalmak için kendine bir sığınak aradığı zaman. Kendini gözlerden saklayacak bir ağacın altına çömeldi, heyacandan titreyen elleriyle mektuba davrandı. Üzerindeki mührü zorlukla kırdı, babası mektup söz konusu olsuğunda resmiyetten asla ödün vermediği için, mührü gördüğüne şaşırmamıştı. Babasının mektubun en sonuna attığı imzaya bir göz attıktan sonra, mektubu okumaya başladı.
“Sevgili kızım,
Nasılsın ya da dersler nasıl gidiyor, diye sormak isterdim fakat bunlarla vakit kaybedemem. Bilmek zorunda olduğun çok önemli bir olay var. Biliyorum, sen beni uzun zamandır annenle birlikte Fransa’da işlerimle uğraşıyorum zannediyorsun; ama gerçekte böyle değil. Annen Faith, seni ziyaretten döndüğümüz günden birkaç gün sonra evi terk etti, hem de en ufak bir söz söylemeden. Şimdi bana kızdığını, neden daha önce söylemediğimi merak ettiğini tahmin edebiliyorum. Zira ilk başlarda, önemli bir şey olmadığını, geri döneceğini düşündüm. Fakat hiçbir şeyin benim düşündüğüm gibi olmadığını biliyorum artık. Bunu söylemek gerçekten çok zor, her ne kadar yüz yüze olmasak bile. Faith, bir ölüm yiyenmiş Brooke. Hep kavga etseniz de, onu içten içe çok sevdiğini biliyorum. Bu yüzden şu an bunu inkar ediyor olabilirsin, ama gerçek bu. O çekip gittikten sonra, araştırma yapmaya başladım. Çeşitli arkadaşlarımdan yardım aldım, ulaştığım sonuç bu oldu. Tek açıklaması bu. Faith, beni bırakıp ölüm yiyenlerin yanına gitti. Artık daha fazla burada kalmak istemiyorum, en yakın zamanda İngiltere’ye gelmek için fırsat kolluyorum. Seni çok özledim, Brooke.
Görüşmek dileğiyle, Baban Edouard.”
Brooke şaşkınlıkla mektuptan başını kaldırdı, öyle bir şey olmuştu ki, nasıl hisedeceğini dahi bilmiyordu. Artık annesinin olmayışına üzülse mi, sevinse mi bilmiyordu. O kadar acayip bir duyguydu ki, ne hissedeceğini bilememek. Hâlâ devam eden şaşkınlığıyla, mektubu kıvırırken arkasındaki ağaçtan bir ses geldi. *Tam zamanında.* Arkasına dönünce gördüğü tanıdık yüz, rahatlamasına neden oldu. John’du arkasındaki iki ağacın arasından kafasını uzatmış olan çocuk. Bir hamleyle küçük hediye paketiyle mektubu arkasına sakladı; zira göze çarpan bir yerde durması, kendi açısından kötü şeylere yol açabilirdi. “Selam John.” Sanki burada bu şekilde oturması çok doğal bir şeymiş gibi konuşmuştu, ama bu kendisine bile çok saçma geliyordu.