|
| Mektup.. | |
| | Yazar | Mesaj |
---|
Rocio Sycorax Malfoy Azkaban Kaçağı
Ruh hali : Mesaj Sayısı : 974 Yaş : 35 Kan statüsü : Safkan Galleon : 12344 Ekspresso Puanı : 20 Kayıt tarihi : 24/01/08
| Konu: Mektup.. Ptsi 04 Şub. 2008, 21:49 | |
| Rüzgarın uğultusu aralık pencereden içeri sızıyordu. Sycorax hiç uyuyamamıştı, hala soğuktan korunmak için giydiği pelerin vardı üzerinde. Hala topluydu saçları. Gözünü on saniye için bile olsa kapatmamıştı. Bunun nedenini bilmiyordu, soğuk muydu onu rahatsız eden? Yağmur muydu yoksa? Belki de rüzgâr? Bu sorulara cevap veremedi. Aslında bakarsanız, cevap vermek istediğinden de emin değildi. İçinde bir huzursuzluk, kötü bir şey olacağı hissi vardı. Ama bunun neyle ya da kimle ilgili olduğunu bilmiyordu. Son zamanlarda karışıktı Sy. Hayatında uğruna savaştığı şeyleri anlamlandıramıyor, yaşayıp yaşamadığına karar veremiyordu. Yalnızlığı sevmeye başlamıştı, ama etrafındaki kalabalığı özlüyordu. Öte yandan, aklına annesi ve babası geliyordu.Onları düşününce içindeki sıkıntı arttı, her zamanki gibi. Ama o gün için anlayamadı ailesi ile başına kötü bir şeyler geleceğini. Yalnızca susmak ve düşünmekle yetindi.
Yalnızlık neydi? Etrafında hiç kimse olmaması mı? Hayır, hayır kesinlikle bu değildi. Arya'nın tanıdığı pek çok insan vardı ama yalnızdı. Yalnızlık hayatta tutunacağın bir amaç, bir düşünce olmaması demekti. Ve Arya artık bu amaç ve düşünceyi kaybetmek üzereydi. Ama neden? Belki de kendi görüşlerini, hayatını, başkalarının düşüncelerini ve davranışlarını sürekli yargılama, soru sorma huyu yüzünden. Çünkü her yeni sorusuyla amaçlar, eylemler anlamsızlaşıyor, yeni bir tanesiyle güçlü bir anlam kazanıyordu. İşte bu yüzden iniş çıkışlarla doluydu hayatı. Ah... İçerisinin sıcaklığı rahatsız etmişti Sy'ı. Karanlık... Işığı açma gereği duymamıştı. Ama zifiri karanlık bir şey hatırlatmıştı ona. Çarpan bir kapı ve için için ağlayan Sycorax. Kızlar yatakhanesinden koşarak çıktı.
Karanlık ormandaydı. Bunu umursamadan yürümeye başladı. Birileriyle karşılaşmak, kafasını dağıtmak istiyordu. Hafif hafif yağmur yağıyordu ama ıslanmayı umursamadı. Her zaman olduğu gibi sorularla doluydu beyni, ama ilk kez bunu yorucu buluyordu. Son bulmasını istiyordu, herkes gibi sabit bir görüşünün olmasını istiyordu. Ama buna izin vermiyordu mantığı. Eğer görüşleri sorgulamazsa asla kendisi için doğruyu bulamazdı. " Tamam, dur bir saniye... Hayatta bir amacım olmalı değil mi? Eğer amacım yoksa, yaşamak anlam ifade etmez. Ama bir amacım var, ve bu yüzden yaşıyorum, gerisi önemli mi? Hayır. " Bu düşüncelerle soruların duracağını sanmıştı ama yanılıyordu. Yenileri gelmekte gecikmemişti. Amacın ne? Haklı bir amaç mı? Neden haklı? Neden haksız? Vicdanın rahat mı? Nasıl yapacaksın?... Sinirle homurdandı ve başını iki yana salladı. Etrafı süzdü. Bir siluet gördü ilerde, asasını ışıklandırmak istedi ama vazgeçti. Karşısındaki, annesiydi çünkü.
'' Anne... ''
Evet, başka herhangi bir kelime uymazdı bu sahneye. Sy şok içinde ona yaklaştı ve söyleyeceklerini duyabilmek için gözlerini ona dikti, dikkatini verdi.
Eğer beyniniz düşüncelerle doluysa, birkaç saniye birkaç dakika gibi gelebilir. Etrafı incelemek, Priscilla’nın artık çok görünmeyen siluetini izlemek, düşünmek, düşünmek ve düşünmek… İşte bu yüzden Priscilla cevap verene kadar birkaç dakika geçmiş gibiydi. Orman artık çok karanlıktı, ama bu Sy'ı rahatsız etmiyordu. Çoğu kişinin kavrayamadğıı, anlayamadığı şeyleri fark edebilme becerisine sahipti o. Zifiri karanlık zayıf yanıydı, ama şimdi karanlığın ortasında karşısındakinin annesi olduğundan emin değilken dimdik durabiliyordu. Yüzüne karanlığı küçümseyen bir gülümseme yerleştirdi ve Priscilla’nın tek kelimelik cevabını duydu.
'' Rocio...? ''
Gülümseyerek ve ayağının altındaki dalları çıtırdatarak biraz daha yaklaştı ona. Karanlık görmeyi zorlaştırsa da ışık istemiyordu Sy. Bunu seviyordu, karşısındakini tamamen görmeden konuşmayı. Çünkü ancak o zaman gerçekten olduğu gibiydi. İnsanlar her zaman bir şeyler saklardı ve Priscilla’nın çok az görebildiği, eskiden kalma büyük bir güzelliğin izini taşıyan yüzünde de bunu fark edebiliyordu. Neler saklıyorlardı birbirlerinden? Annesini bilmiyordu Sy, ama kendisi Rocio’yu saklıyordu herkesten, hatta kendisinden bile. İnsanlardan bir şeyler gizlemek güzel olabilirdi, ama kendinden gizlemek asla…
Ağacın nemli gövdesine dayadı asa tutmayan elini. Omzuna dökülen saçlarını şöyle bir savurdu ve kıkırdadı. Priscilla’nın sarı saçlarının bir kısmını görebiliyordu. Yüzünde de mutluluğun izleri vardı Sy yanılmıyorsa. İşte bu da anlamsızdı, bir insan kederle boğuşurken öteki nasıl mutlu olabilirdi? Ya da biri şüpheyle doluyken diğeri nasıl her şeyden emin olabiliyordu? Haksızlık değil miydi? Neden herkes farklı düşünüyordu? Aslında bunun pek de önemi yoktu. Herkesin farklı düşünmesi daha iyiydi, böylece düşünebilecek yeni şeyler çıkıyordu ortaya. Derin bir nefes alıp bıraktı.
'' Evet, benim Rocio... Seni görebilmek için çok uzun bir yoldan geldim. ''
Doğrular. Sy kesinlikle doğruları söylüyordu. Ama doğrular da çoğu zaman tartışılırdı değil mi? Öyleyse şimdi söyledikleri de yanlış olabilirdi. Sy buraya gelirken tanıdık birileriyle karşılaşmayı umuyor, hatta karşılaşacağını biliyordu. Ama annesini göreceği..
'' Orman geceleri daha güzel oluyor, öyle değil mi? ''
Bunu yeni fark ediyordu Sy. Ne zaman olursa olsun yürüyüş yapmayı severdi ama ilk kez gece yarısı ormanı böyle inceliyordu. Göremediği gece hayvanların sessiz telaşı, baykuşların ürkütücü çığlıkları, karşına ne çıkacağını bilmeden burada beklemek… Kesinlikle tarif edilemez bir güzelliği vardı. İç geçirdi ve elini ağaçtan ayırmadan biraz yürüdü, orman havasını içine çekti. Serinlik, yağmurdan ıslanmış toprağın kokusu… Kesinlikle evde olmaktan güzeldi. Sonra birden kaşlarını çattı, bir şey fark etmişti, hayatında Priscilla’nın yokluğu anlaşılıyordu. Onu özlemişti Sy, annesini özlemişti. Tıpkı tanıdığı diğer insanları özlediği gibi. Uzun zamandır yalnız olduğu için öyle geliyordu belki ona. Ama yine de, bir şeyleri özlemişti, arkadaşları ya da kalabalığı…
'' Biliyor musun, seni özledim kızım. Aslında, yaşamayı özledim. Evet, sanırım böyle oldu. ''
Son sözlerinin yarattığı etkinin hayal meyal farkına vardı. Aslında düşünüyordu. İnsanların neden düşünmeye ihtiyaç duyduklarını düşünüyordu. Düşünmeden yaşanabilir miydi diye düşünüyordu. Aslında düşünmeden yaşayanlar gerçekten vardı. Çünkü bazı insanlar, sabit fikirlerinin sınırladığı dünyalarda yaşıyorlardı, bu yüzden tam olarak düşünüyor sayılmazlardı. Hava fazlasıyla serin ve nemliydi ama Sy'ın pek umurunda değildi bu. Doğada olmayı seviyordu. Etraftaki canlılık ona huzur veriyordu, çünkü doğanın yanında insanlar birer ölü gibiydi.
Evet, öyleydi. Çünkü insanlar dört mevsim aynı iğrenç yaratıklardı. Ama ağaçlar sonbaharda yalnızlığı seçer, baharda ise yeniden yapraklarına kavuşurlardı. Kış geldiğinde doğa dinlenirdi biraz, yaz geldiğinde ise hareketlenirdi. Ama ya insanlar? Onlar değişiyorlar mıydı? Değişmiyorlardı elbette. Aslında Sy yaşadığına inanmıyordu, ‘ölüm’ denilen şeydi yaşamak. Aslında bundan da emin olmasa da, kimsenin tam olarak yaşamadığını biliyordu ve gerçekten yaşamanın nasıl bir şey olacağını merak ediyordu.
Peki ölmek? Ölüm… Korkunç geliyordu kulağa. Sonsuz karanlık, sonsuz uyku… Ama insanlar ölümün nasıl bir şey olduğunu bilemezlerdi, onlara göre ölüm yalnızca acı demekti. Öyleyse ölüm güzel bir şeydi. Evet, ölen de, geride kalanlar da acı çekiyordu, öyleyse geride kalanlar güçlü olduklarını kanıtlıyorlardı. Yaşadıklarını kanıtlıyorlardı. Evet, o acıyı çekiyor ve çekmeye devam ediyorlarsa eğer buna dayanabilecek kadar güçlüler demekti. Ama Sy düşündü, anne ve babasının acısını çekiyordu ama eline ne geçiyordu ki?
Belki evet, belki hayır. Kaşlarını çattı. Onların ölümüne ağlamamıştı Sy, ağlamak zayıflıktı her zaman, öyle görmüştü. Belki de çok küçük yaşta kaybettiği için böye olmuştu. Ama yine de acı çekiyorsan, üzülüyorsan bile ağlamamalıydın. Çok fazla ağlamazdı Sy, hayatta belirli amaçları vardı ve onlara ulaşmak için yaşıyordu. Öyleyse başına gelecekleri biliyor demekti. Neden ağlasın? Ama bu soruya cevap veremiyordu, insanlar neden ağlar?
Aslında, ölüm ağlatıyordu insanları. Ya da acı çekmek. Evet, tam olarak buydu. Ama ağlamadan da acı çekilebildiğini kendine kanıtlamıştı Sy. O zaman ağlamak insanın içindeki gücün tükendiğin gösterirdi. Ne fark eder? Bir yerlerde ağlayan birileri vardı ve Sy kendi doğrularını dünyaya kabullendiremezdi. Bunun için uğraşmak boş bir çaba olurdu zaten. Omuz silkti, tüm bunşar önemli değildi. Annesi şu anda tam karşısında duruyordu.
Havanın soğukluğundan ürpererek yumuşak toprakta öne doğru bir adım daha attı. Elini ağacın pürüzlü yüzeyinden çekmişti. Ona dokunduğunda, onun içindeki yaşamı, deneyimi hissetmişti sanki. Burada, düşünceleri her zamankinden daha durgundu sanki. Daha net. Evet, burası insana garip bir huzur veriyordu. Aslında huzur da denemezdi, yalnızca düşüncelerini doğru yönlendiriyordu belki de.
Sessizliği severdi Sy. Ama bu seferki sessizlik biraz uzun sürmüştü. Yine de rahatsız edici değildi. Aslında biraz komikti. Biri ölü iki insan karşı karşıya geliyor, birbirlerine konuşmayı özlediklerini söylüyorlardı. Ama sonra tek yaptıkları susup kendi düşüncelerine dalmaktı. Belki de böylesi güzeldi. Evet, insan kendi içiyle de konuşamaz mıydı? Aslında düşünerek tam da bunu yapıyorlardı işte. Sy gülümseyerek Priscilla’ya döndü. Onun biraz önceki halinden tamamen farklı göründüğünü fark etti. Kendinden emin ve kararlı gibiydi. Güzel… Demek ki annesi de hayatı için önemli kararlar almıştı. Sy’ın içinde bir yerlerden bir fısıltı yükseldi.
'' Bir ölüm yiyen… Karşında bir ölüm yiyen duruyor. Çoktan ölmüş biri üstelik..''
Gülümsemesi daha bir güzel hale geldi. Bundan rahatsız değildi Sy. Hatta memnun bile denebilirdi. Bir insanın seçimleri onu olduğu yere getirebilirdi, ama dünya Zümrüdüanka Yoldaşlığı üyeleri ve Ölüm Yiyenler diye ikiye de ayrılmıyordu hani. Aslında iki tarafı seçenlerde haklılardı kendi içlerinde. Sy da kendi seçimlerinde haklıydı. Evet, bir seçim yapmak insanın kişilik sahibi olduğunu gösterirdi. Ve Sy kişiliksiz biriyle konuşmayı istemezdi. Dudağını ısırdı, sonra konuşma ihtiyacı duydu.
'' Aslında buraya daha önce hiç gelmemiştim. ''
Doğru, gelmemişti. Ama bu bir daha gelmeyeceğini göstermezdi. Geceyi dinledi, huzurlu geceyi. Böcek sesleri duyuyordu ve ormanda dolaşan hayvanların çıkardığı hışırtılar. Çok uzaklarda bir baykuş ötüyordu. Acaba kimeydi mektubu? Sy uzun zamandır tanıdıklarından mektup alamamıştı. Eğer doğru buysa ‘sevdiklerinden.’ Sevmek? Bu da ne demekti böyle?
'' Dünya üzerindeki en üstün varlığın insan olduğunu söylüyorlar. Aslında doğru, ama bir nokta atlanıyor. Eğer doğadaki varlıklar insana karşı birleşirlerse kesinlikle daha üstün olurlar. Çünkü onların içindeki yaşam… Bizdekinden çok farklı. ''
Daha bu konu üzerinde düşünmesine fırsat kalmadan arkada bir dal çıtırdadı ve ne olduğunu anlayamadığı bir hayvan çalıların arasına daldı hızla. Sy başını kaldırdığında annesi gitmişti.
'' Anne.. '' diye haykırdı, gecenin içine doğru. | |
| | | Rocio Sycorax Malfoy Azkaban Kaçağı
Ruh hali : Mesaj Sayısı : 974 Yaş : 35 Kan statüsü : Safkan Galleon : 12344 Ekspresso Puanı : 20 Kayıt tarihi : 24/01/08
| Konu: Geri: Mektup.. Ptsi 04 Şub. 2008, 21:54 | |
| Sonra sustu, bir baykuş çığlığı duymuştu ve kanat sesleri geliyordu kulağına. Dikkatini dağıtmıştı bunlar, bağarmaya devam etmek istedi ama o anda bacağına mektup bağlı bir baykuş yakındaki ağacın dalına konmuştu. Sy baykuşun yanına gitti. Bacağındaki mektupta “ Rocio S. Malfoy ” yazıyordu. Şöyle bir perişan baykuşa bakıp fısıldadı;
'' Knox..? ''
Bu annesinin baykuşuydu. O ölünce kaçmış ve bir daha gelmemişti. Seneler olmuştu onu görmeyeli, yaşadığına inanamıyordu. Belki de o da ölmüştü, tıpkı annesi gibi geri gelmişti bir anlığına da olsa. Bunları düşünürken baykuş ayağını öne uzattı ve Sy mektubu çözdü. O çözer çözmez baykuş uçup gitti. Belli ki yollayan cevap beklemiyordu. Sy önce açıp açmamakta tereddüt etti. Artık çok geçti, zarfı açıp mektubu çıkardı. “ Lumos..! ” Sonra mektubu düzeltti ve asasının ışığını parşömene doğrultarak okumaya başladı.
'' Ambrosius…
Sana yazdığım dördüncü mektup. Diğerleri sanırım eline ulaşmadı. Bize ulaşma konusunda çaba göstermediğin anlaşılıyor. Yine de, bununla uğraşacak vaktim yok. Önceki mektuplarda ağabeyinin sağlığından bahsetmiştim. Kötüye gidiyordu, hastaydı. Ve daha da üzülerek ekliyorum ki öldü.
Nasıl bu kadar duygusuz olabildiğimi soracaksın belki ama sana uzun bir mektup yazmakla uğraşamazdım. Bizden haber almaya uğraşmayarak bize ne kadar değer verdiğini kanıtladın zaten. Bu yüzden sanıyorum ki ekrek kardeşinin ölümü seni pek etkilemeyecek.
Neden böyle oldu Ambrosius? Senden tek istediğim, kardeşinin cenazesine gelmen ve en azından birkaç gün, onun anısına saygı için benimle birlikte köşkte kalman. Bakanlıkta çalışamadığına göre gelmene bir engel olduğunu sanmıyorum. Gerard son nefesinde seni affettiğini söylemişti. Hastalığı sırasında seni çağırdı. Ama mektuplarımı almadın ve onu göremedin.
Amacım duygu sömürüsü değil. Ancak fazla zamanım yok biliyorum. Benim de peşimdeler.. Azkaban beni de yordu, eskisi gibi değilim. Roico, kızım hakkında endişeleniyorum. Bana birşey olursa ona iyi bak..
Sevgiler, Priscilla… ''
Her yer kapkaranlıktı yeniden. Şimdi, ormanın ortasında gerçekten yalnızdı. Ne doğa çare olabilirdi, dindirebilirdi gözyaşlarını, ne de başka herhangi bir insan. Hayat neden böyle yapıyordu, neden Sy’ın amacına ulaşmasını engelliyordu? Ellerini yüzüne kapadı ve hıçkırıklarını bastırdı. Burada olduğu için şanslıydı, kimse görmeyecek, bilmeyecekti ağladığını.
Umutsuzluk ve hayal kırıklığı vücudunun tüm uzuvlarına yayılmış, zehirli bir yılan gibi bedenini sarmıştı. Kendini karanlığın ortasındaki titrek bir ışık gibi hissediyordu, ya daha güçlü parlayacak, ya da sönecekti. Ama ne yazık ki tercihi kendisi yapamıyordu, ne olacağına karar veremiyordu. Bunu belirleyecek şeyi ise bilmiyordu. Hiç olmadığı kadar karmaşıktı Sy. Bütün bu olanlar da neydi böyle? Anlamıyordu..
Buraya gelirken güzel bir akşam olduğunu düşündüğüne inanamıyordu. Sanki annesiyle hiç ölmemiş gibi doğa hakkında konuşan kendisi değildi. Ne yapacağını, nereye gideceğini bilmiyordu Sy, kaybolmuş gibi hissediyordu. Büyük bir boşluğa doğru düşüyor, düşüyordu. Sonu neydi acaba, nereye varacaktı? Ayaklarını zemine sertçe vuracak mı, yoksa ne olduğunu anlamadan paramparça mı olacaktı?
Düşünmeye ihtiyacı vardı, soluklanıp düşünmeye. Beynini tüm bu olumsuzluklardan arındırıp sakince düşünmeliydi. Islanmış cüppesi rüzgârla birleşip Sycorax'ın narin bedenini üşütürken, yağmur da onlarla işbirliği yapıp yeniden yağmaya başlamıştı. Gözyaşlarını sildi, durduramasa da ve tam karşıya dikti lacivert gözlerini. Hiç olmadığı kadar kırılgandı ama içinde bir yerlerde hala o gücü hissedebiliyordu. Karanlığın ortasında oturan yalnız biriydi o.
Nerede hata yaptığını bulamıyor, fark edemiyordu. Seçimleri mi yanlıştı yoksa? Oysa hayatı boyuna sorgularken doğruların farkına varmak daha kolay olmalıydı. Sy anlayamıyordu… Derin bir nefes alıp sakinleşmeye çalıştı ve gözyaşlarını tekrar sildi. Ayaklandı ve zorla konsantre oldu, yatakhaneye dönmeliydi, burada düşüncelerini toplamak çok daha zordu. Mektubu ve asasını kontrol etti, emin olduktan sonra okula doğru yürümeye başladı. Hala nasıl böyle bir şey olduğunu anlayabilmiş değildi.
Rp Out: Flood yapmak istemedim... Mesaj uzun olduğu için tek seferde yollanmadı. | |
| | | John Stewen Peterson Seherbaz
Ruh hali : Mesaj Sayısı : 813 Yaş : 32 Kan statüsü : Safkan Galleon : 12196 Ekspresso Puanı : 6 Kayıt tarihi : 15/03/08
| Konu: Geri: Mektup.. Ptsi 25 Ağus. 2008, 22:05 | |
| Başlık uzun süre cevap almadığından
Kilit + Arşiv | |
| | | | Mektup.. | |
|
Similar topics | |
|
| Bu forumun müsaadesi var: | Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
| |
| |
| |